Bekir Yalçınkaya Resmi Web Sitesi
  Ana Sayfa
 
Batı’nın Oynaştığı Ortadoğu’da
İsrail-Filistin  Gerçeği


Hazırlayan: Bekir YALÇINKAYA


Çağın Acımasız Manzaralarını Seyredenler Hiç Utandılar mı?

Orada Arz-ı Mevud Diyen Bir İsrail Var

  İsterseniz Taş Devri’nden bu yana sayın, isterseniz Kayı Boyu Tekfurlar mücadelesinden Endülüs katliamlarına kadar süren zamana yayın.. Nasıl ki insan fıtratında barışın yanında kavgada var ise, aynı hâl devletler arasında da mevcut.
   Cihan Harbi sonrası insanlık barış ve saadet beklerken 1945’te önüne BM denilen milletler teşekkülü çıktı. Güya milletlerarası barışı koruyacak ve bozabilecek anlaşmazlıkların önüne geçecekti. Ama seyirci balkonundan hiç aşağıya inemedi. Sonra 1947’de IMF adında bir sermaye kuruluşu tesis edildi. Uluslararası para sisteminin esaslarını belirleyecekti ama, bir çok ülkenin, başta Türkiye’nin parası sayelerinde pul oldu. Sonra gitgide üç ayaktan önce Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), daha sonra Avrupa Topluluğu (AT)’la tamamlanarak 1957’de de AB namıyla malûm Hıristiyan Kulübü birliği sağlandı. Yani şu yarım asırdır, Türkiye Ülkesi’nin kapısında süründürüldüğü A(ldatan) B(eyinler) takımı. İşte böylesine organize edilmiş siyasi, iktisadi ve etnik kimlikli Batı Güç’ü, aynı zamanda sosyal bir yan destek gücüne sahip olmuşluğuyla, karşısında bahane olarak bulduğu Sovyetleri; Vietnam, Kore, Keşmir, Filistin ve benzeri ülkelerde devam eden silâhlı çatışmalara müdahale engeli olarak tarif etmeye başladı.
   Bu Batı Güç diyordu ki; “Biz insanlığa saadet getireceğiz ama, ne yazık ki bir komünizm var, soğuk harb var, bundan dolayı hizmetimizi yapamıyoruz.” Halbuki böyle bir iddianın sürdürüldüğü zaman dilimi öncesinde, iddia sahiplerinin himayelerinde, Filistin topraklarında Siyonist bir güç olan İsrail Devleti kurulmaktan ziyade kurdurulmuş ve insanlığa saadetten dem vuranlar Arz-ı Mev’ud hayâline en yakın hizmette bulunmuşladır.
   Mevzuubahis olan insanlık saadeti; bahane edilen Sovyetler’in dağılışının üzerinden, diğer anlamda 1989’dan bu yana tam 19 yıl geçmesine rağmen sadece Batı’da ihtimam görmüş, Doğu’da, özellikle de Ortadoğu’da kan, zulüm, işkence, işgâl ve talânla yok edilmiştir. Hemen burada, bu insanlık dışı harekete müsebbib iki devlet görüyoruz. Birisi galip geldiği bütün savaşlarda nükleer ve kimyasal silâh kullanarak kitle imhalardan zevk alan ABD, diğeri ise değiştirilmiş Tevrat’ın Tensiye Bölümleri’nde yer alan; “Siz Allah’ın, Rabb’in oğullarısınız. Çünkü sen, Allah’ın, Rabb’e mukaddes bir kavmisin ve Rab, Dünya üzerinde olan bütün kavimlerden üstün olarak, kendine has bir kavim olmak üzere seni seçti.” (1)  “Ve Allah’ın Rabb’in sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin, gözün onlara acımayacak.” şeklinde eklenen ve Yahudi Hahamları’nın fikren inandıkları görüşlerini, hayatının ve siyasetinin temel ideolojisi olarak kabul eden İsrail’dir.
   Birbirinin aynı olan bu iki model devletten yavru İsrail, Arz-ı Mev’ud için Filistin’i çiğneyerek, baba ABD ise Dünya Jandarmalığı adına Irak ve ona tâbi bölgelerde hâkimiyet kurarak, BOP’taki sinsi emellerini gerçekleştirerek Ortadoğu’nun büyük plânını tamamlama azmindeler.
   Çünkü o İsrail ki Tevrat’tan Levililer Bölümü 26/12’yi okudu; “Ve aranızda yürüyeceğim ve siz benim kavmim olacaksınız.”
   Çünkü o İsrail ki Tevrat’tan İşya Bölümü 60/10-16’yı okudu; “Çünkü sana kulluk etmeyen millet harab olacak. Ve seni sıkıştıranların oğulları sana eğilerek gelecekler. Ve seni hor görenlerin hepsi senin ayaklarının tabanlarında yere kapanacaklar ve sana, Rabb’in Şehri Kudüs’ün Siyon’u diyecekler. Ve milletlerin sütünü emeceksin.” (2) 
 
SİYONİZM NASIL TECELLİ ETTİ NASIL GELİŞTİ?
   Bugün, Filistin’de aralıksız soykırımda bulunan İsrail Milleti’nin, özellikle Nazi Almanyası’ndaki Yahudi cedleriyle ilgili bir soykırım iddiası var ki, âdeta bu devrin yansımasını Filistin Halkı üzerinde görmekteyiz. Yani o günün bahane soykırımı, dünün esaslı soykırımı olarak zulmün tarihine yeniden işlenmiştir. Ama bu iddiaya muhatab İisrail’den, Filistin’i ayıran bir fark var. Hüküm o ki Almanya, Yahudiler’e Filistin’de devlet kurmaları için zulmetti. Bugünkü İsrail ise Filistinliler’e vatansız kalmaları için zulmediyor. Ve ne yazık ki Yahudiler’in vatanlarına dönmeleri adına Naziler’in yaptığı fedakârlığın binde birini dahi bugün hiçbir süper güç yapma cesareti veya asaleti gösteremiyor.
   Yahudi tarihine baktığımızda, bu milletin önceki iki bin yıllarında Filistin ve civarında yaşadıklarını ve varlıklarının Milat’tan sonra 1. yüzyıla dayanan tarihinde, isyan çıkarmaları sebebiyle Romalılar tarafından sürgün edildiklerinde, Akdeniz yakası farklı ülkelere göç ettiklerini görüyoruz. Bu sebeble 1. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar çeşitli ülkelerde, yani diasporada azınlıklar olarak yaşayan Yahudiler’in eski vatanlarına tekrar dönmeleri ve Yahudi Devleti’ni kurmaları mümkün olmadı.
   20. yüzyılın ortalarında bir Yahudi Devleti kurulmasını sağlayan etken 19. yüzyılın sonunda doğan “Siyonizm” adlı siyasî bir harekettir. Siyonizm Hareketi, ismini Kudüs’ün yanındaki Sion Dağı’ndan aldı ve kısa sürede Filistin’de Dünya Yahudileri’nin toplanarak devlet kurmasını sağladı. Bu fikre siyasî bir hareket kazandıran ve bundan dolayı Siyonizm’in kurucusu sıfatını kazanan kişi ise Theodor Herzl isimli genç bir Avusturyalı Yahudi gazeteciydi.
    Dünyanın çeşitli devletlerinde mükemmel imkânlara sahip Yahudiler, her ne kadar Yahudi vatanı kurmaya istekli olmasalar da, 1895’in 9 Haziran’ında günlüğüne not düşen Herzl şöyle bir iddiada bulunuyordu: “Ülkesindeki Yahudiler’in orayı terk etmesi için önce Çar’la görüşeceğim. Sonra Alman Kayzeri’yle. Sonra Avusturyalılar’la, sonra da Fas’taki Yahudiler için Fransızlar’la.” (3) 
   Herzl bu iddiasının ardından, üç yıl sonra İsviçre’nin Basel kentinde 1. Siyonist Kongre’yi topladı. Böylece Dünya Siyonist Örgütü kuruldu. İşte bu örgüt İsrail’in kuruluşuna kadar Siyonizm Hareketi’ni sabırla, inatla ve ihtirasla yürüttü. Hedef, Filistin’i Yahudi yerleşimi için uygun hâle getirmek ve başta Avrupa’dakiler olmak üzere diasporadaki Yahudiler’in Filistin’deki Yahudi yerleşim merkezine göç etmelerini sağlamaktı.
    Birinci hedef 1917 yılında büyük bir aşama kaydetti ve İngiliz Hükümeti ünlü Balfour Deklarasyonu’nu yayınlayarak, 1. Dünya Savaşı’yla Osmanlı’nın elinden almış olduğu Filistin’de bir Yahudi Vatanı kurma hedefini desteklediğini açıkladı. Böylece bu deklarasyon, Siyonizm’i ham ve kuru bir hayâl gören bir çok kişiye, bunun ne kadar gerçek ve güçlü olduğunu gösterdi. (4) 
   Osmanlı’yı Filistin dahil, bu bölgeden sürmek ve kendi egemenliklerini bölgeye yaymak isteyen İngiltere ve Fransa, esasen petrolün de fark edilmesiyle Ortadoğu’yu paylaşma ve Ortadoğu’nun hâkimi olma yarışına girerken 1. Dünya Savaşı’yla Almanya ve Rusya’yı da diskalifiye ettiler. Neticede bu istekleri yerine geldi ve bu arada 20. yüzyılın, bu bölgeye 3. gücü olarak Siyonizm girdi. Filistin’de de devlet kurma şansını yakaladı. Theodor Herzl’in Avrupa’da Siyonizm propagandasıyla devlet kurma çalışmalarına karşı Amerika’daki asimilasyonist Yahudiler Pittsburg Konferansında bir araya gelerek şu bildiriyi yayınlamışlardı; “Biz kendimizi millet olarak değil, bir din topluluğu olarak kabul ediyoruz. Dolayısıyla ne Kudüs’e dönmeyi, ne de Yahudi Devleti’nin kurulmasını desteklemiyoruz.” (5)
   Buna rağmen, elbette Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı sonrası kaybettiği Ortadoğu’da, Theodor Herzl’in hedefleri doğrultusunda sadece İsrail kurulmadı. İngiltere ve Fransa bölgede kendi menfaatlerine uygun bir düzenleme içine girdiler. Böylece Osmanlı’nın vilâyetlerinden Bağdat Irak adlı bir devlete, Halep ve Şam Suriye’ye, Beyrut ve çevresi Lübnan’a dönüştürüldü. Ürdün Nehri’nin batı yakasında coğrafî bir bölge olan Filistin devlet yapılırken, nehrin doğu yakasında “Transjordan” (Ürdün ötesi) adında, bir süre sonra Ürdün adını alacak bir devlet daha hayata geçirildi.
   İlay-ı Kelimetullah ve ilâhî nizamıyla girdiği her bölgeye huzur, adalet ve saadet götüren Osmanlı, pektabii kendisi için petrol yatakları itibariyle vazgeçilmez olan Ortadoğu sevdalısı İngiltere’nin meşhur casusu Thomas Edward Lawrence’in Arab isyanlarına önayak olmasıyla bir ihanete uğradı. Daha ziyade uğratıldı. Ecdad Osmanlı, Mekke Şerifi Şeyh Hüseyin’in Osmanlı’dan ayrılma çabaları ve Lawrence işbirliği neticesi, ifade yerine oturursa, sırtından hançerlendi ve 1916’da Mekke ile Cidde’yi elden çıkarmış oldu. Yani; 11 yıl Arab dünyasını parmağında oynatan Lawrence’in açıkladığı o acı gerçeğin ifadesinde yerini alan zavallı Arablar tarafından, ilâhî nizamıyla hep aranan devlet kimliğini, asırlar boyu korumak üzere o emin beldeleri kaybetti. İşte Lawrence’in o meşhur sözleri: “Arablar hiçbir zaman bir bayrak altında toplanamayacaklar ve tek bir devlet olamayacaklardır. Onun için en mükemmel yönetim Türk yönetimidir. Biz kendi çıkarlarımız gereği olarak ve değişen şartlara göre yaşama gücünü tazelemiş bu yönetimi yıkacağız ve istediklerimizi elde edeceğiz. Fakat hiçbir zaman Türkler’in yerini alamayacağız.” Evet.. Bugünkü mevcut netice tıpatıp böyle değil mi?
   İstersek, “Arablar Lawrence’in oyununa geldi” diyelim. İstersek, “Şerif Hüseyin Osmanlı’ya ihanet etti” cümlesinde buluşalım, ortada bir gerçek var ki, bugün Büyük Ortadoğu Projesi adıyla hayata geçirilmesine özen gösterdiğimiz teşkilât, Lawrence döneminin bir ruh yenilemesi şeklinde, sinsi Batı’nın tesis ettiği bir menfaat üçgenidir. Dün, bu üçgende İngiltere, Fransa, bir de hain Arab tebaa yer alırken, bugün aynı uçlarda ABD ile İsrail ve yine bir de pısırık Arab Âlemi yer almaktadır.
   Yani görev aynı; Ortadoğu’ya hâkimiyet ve petrol rezervlerine sahip olmak. Rol, aynı rol; Yahudi milliyetçiliğiyle Amerikan Emperyalizmi kardeşliği içinde Dünya’nın Jandarması olmak..
   ..Ve ne yazık ki bu idealsizlik, ne Filistin’e acıyor, ne de İslâmî değerlerle mücehhez Bağdat’ı, Kerbela’yı, Samerra’yı hür bırakıyor.
   ..Ve de mukaddes belde Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın altını oyuyor. Niçin? Bu köstebek yarası, koskoca İslâm gövdesinde istediği tahribatı yapsın da, O’na “Rabb’in Şehri Kudüs’ün Sion’u” desinler diye mi?. O’ da, “milletlerin sütünü emsin (!)” (6) diye mi? Şayet öyle olmasaydı, bu kadar zulme İslâm Âlemi’nin yüreği dayanabilir miydi?
 
THEODOR HERZL FAKTÖRÜ VE SİYONİZM İNADI
    “İnsanların sütünü emeceksin” fikrine inanan İsrail Milleti içinden çıkan Theodor Herzl, İsrail Devleti kurulmasında noktasında öylesine bir mücadele yürütüyor ki, Dünya’nın çeşitli yerlerinde fikrî yapısına uygun ve tez zamanda uygun ortamı itibariyle devlet olma geleneğini bir bir tamamlayacak imkânlara elverecek bir toprak parçası arıyor. Önce aradıkları toprakların neresi olacağına karar verilme aşamasında Yahudiler kutsal değerlerini göz önünde bulundurmamışlardı. Theodor Herzl’in projesine göre, Yahudi Devleti’nin kurulacağı yerin neresi olması da önemli değildi. Herhangi bir yerde kurulabilirdi. Hattâ Theodor Herzl, kendi Uganda Plânı’na göre önceleri Uganda’yı ideal vatan olarak düşünmüştü. Ancak sonra kararını değiştirmiş ve Filistin’de karar kılmıştı. Filistin'in seçilme sebebi burasının Yahudiler’e vaad edilen topraklar olmasıydı.
   “Teşkilâtlı ve iyi organize olmuş Siyonizm’in en büyük hedefi olarak deklare edilen Filistin toprakları Osmanlı sınırları içerisindeydi. Dünya Siyonist Teşkilatı’nın Başkanı Theodor Herzl, dönemin batılı emperyalist devletlerince borç batağındaki ve "Hasta Adam" olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti’nin padişahı Sultan II. Abdülhamid'den Filistin'e yerleşme müsaadesi alacağına inanıyordu. Nitekim bu dönemde 1891-1892 yıllarında Rusya'da Yahudi aleyhtarlığının şiddetlenmesi ile yeni bir Yahudi göç dalgası ortaya çıkmıştı. Bunlardan bir kısmı Osmanlı’ya sığınmışlar, perişan hâlleri de Padişah Abdülhamid'i etkilemişti. Bu durum da esasında vicdan sahibi ve merhametli olan Abdülhamid’i, Yahudiler’e karşı müsbet düşüncelere sevketmişti. Theodor Herzl, bunun farkındaydı, ama doğrudan II. Abdülhamid'e başvurmadan önce, neticeye daha emin varabilmek adına konuyu, o günlerde Osmanlı Devleti’yle yakın münasebetler içinde bulunan Alman imparatoru II. Wilhelm’le görüşmeyi yeğledi. Yine de İmparator’un, Osmanlı Devleti’ni ziyareti sırasında 1898 Ekim’inde kendisinden durumu Osmanlı padişahına açacağı yönünde müsbet bir işaret almaya muvaffak olamadı, ama işin peşini hiç de bırakmaya niyetli görünmeyen Herzl, nihayet 17 Mayıs 1901 yılında padişahla görüşmeyi başardı. Aslında II. Abdülhamid'in Herzl’i kabûl etmesinin sebebi, bu sırada Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun Makedonya meselesi ile yakından ilgilenmesi ve Herzl'in de bu ülkenin nüfuzlu gazetelerinden birinin muhabiri olmasıydı.    
   Siyonistler önce belirli bir meblağ karşılığında Filistin topraklarını satın almayı, ardından da Duyun-ı Umumiye’nin kendileri tarafından konsolidasyonunu (kısa vadeli borcun uzun vadeli hâle getirilmesini) teklif ettilerse de bu husus belirsiz bir şekilde sürüncemede kaldı. II. Abdülhamid'den beklenen taviz gelmeyince Siyonistler 1908 inkılabını bir ümit ışığı olarak gördüler ve Osmanlı tarafından Kudüs'ü ziyaret edeceklere geçici olarak uygulanan tezkire adlı izin belgesini kaldırdılar ve Filistin'de toprak satın almayı serbest hâle getirdiler. Fakat bu durum uzun sürmedi. Zira 31 Mart Vakası’ndan sonra azınlıkların bağımsızlık ve ayrılma yönünde faaliyetlerini arttırmaları, İttihatçı yönetim nezdinde Siyonistler’in de bu kategoride değerlendirilmelerine yol açtı. Dolayısıyla; amacı istibdada karşı direnmek, Meşrutiyet yönetiminin yeniden yürürlüğe girmesini, özgürlüğe, eşitliğe, mal ve can güvenliğine yer veren bir yönetimin kurulmasını sağlamak olan, Osmanlı Devleti'nde 1908 yılında Meşrutiyet'in ilânına sebeb, başta Dr. İshak Sukûtî, Dr. Abdullah Cevdet, İbrahim Temo ve Şerafettin Mağdumî olmak üzere; Talat, Said Halim, Enver, Cemal, Halil ve Nuri paşalar, Babanzade İsmail Hakkı, Seyid, Hacı adil, İsmail Hakkı, Hüseyin Cahid (Yalçın), Ahmed Rıza, Halil (Menteşe), Ziya (Gökalp), Midhat Şükrü (Bleda), Ömer Naci, Ahmed Şükrü, Dr. Nazım, Cavid, Bahaaddin Şakir, (Kara) Kemal, (Küçük) Talat beyler ve Hafız İbrahim, Emrullah, Hayri, Şeyhülislâm Musa Kâzım efendilerle Emanoel Karaso ve Hallaçyan’dan müteşekkil siyasî dernek (parti), İttihat ve Terakki’nin İttihatçı yönetimi tarafından yeni kısıtlamalar ve yaptırımlar yürürlüğe kondu. Aslında bu tepkinin en önemli nedeni Fransa'da başlayan 1789 ihtilalinin sonucu olarak milliyetçilik akımından en çok etkilenen Osmanlı idarecilerinin, yeni bir ayrılıkçı akımla uğraşmak istememeleriydi.
    Fakat korktukları bir başka cepheden başlarına geldi. Bu dönemde bağımsızlık arzusuyla ve özellikle Suriye ve Lübnan'da etkin gizli cemiyetlerin bünyesinde bir Arap milliyetçiliği gelişti. Bu hareket içinde yer alanlar Filistin'de Osmanlı hâkimiyetinin Musevi ya da Siyonist hâkimiyetiyle değişmesini kesinlikle istemiyorlardı. Bu arada Siyonistler’in Filistin'de başlattıkları kolonizasyona engel olmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve Filistin’e Yahudi göçünü durduramayan Osmanlı yönetimine şiddetli bir şekilde karşı çıkıyorlardı. Bu sıralarda Arab tepkilerini en fazla çeken ve zamanla milliyetçi bir harekete dönüşen gelişmelerden biri de bütün yasaklamalara rağmen Yahudiler’in toprak kazanımlarının artışı idi ki, bir taraftan Osmanlı’yı Filistin’e Yahudi göçüne engel olamamakla suçluyorlar, öbür taraftan da ellerindeki toprakları yüksek meblağlar karşılığında Yahudiler’e satmaya başlıyorlardı. Gittikçe Arap saçına dönen bu durum karşısında içte ve dışta çeşitli sıkıntılar yaşayan merkezî hükümet ise bu gelişmelere engel olamıyordu. Yahudi yerleşimine karşı Arab milliyetçiliği harekete geçmişti.” (7)
    Sonrası malûm.. ne Arap, ne Filistinliler’in gayretleri, ne de II. Abdülhamid’in toprak vermemek için büyük bir mücadele sürdürmesi Filistin’de gitgide Siyonistler’in lehine gelişen olayların önünü almaya yetmeyecekti. Bir yandan Uganda’ya bile razı Yahudiler’in Filistin’e sülük gibi yapışarak toprak koparmaya başlamaları, bir yandan İngiliz Lawrence’in masallarıyla daha da uyuma temayülü gösteren güya milliyetçi Arablar artan karmaşa karşısında âdeta kadere boyun eğecekler ve Filistin’den başlayıp Kerkük ve Musul’a kadar uzanan Ortadoğu’da artık Yahudi idealiyle Emperyalizm baskısı dönemi kendini gösterecekti. Yani bir anlamda dünyanın göz diktiği petrol kaynakları artık bir nev’i ajanlar fingi içinde stratejik bir ehemmiyet hâlini alacaktı. Emperyalist Avrupalı güçlerin, özellikle İngiltere başta olmak üzere Sultan II. Abdülhamid’in has dostu II. Wilhelm’in ülkesi Almanya’nın tarihî eser arayıcılığıyla kapak attığı bölgede bir daha son kelimesini telaffuz edemeyecek bir Arab-İsrail çatışmasının tohumları atılacak ve Osmanlı Ortadoğu'sunu sömürebilmek için çeşitli etnik grupları dış politikalarına âlet etmekten çekinmeyeceklerdi. Onlardan Osmanlı himayesinden üstün bir himaye gelecek zannına kapılan ve İmparatorluk içinde kendilerine bağlı unsurlardan nüfuzlu bölgeler oluşturanlar, Osmanlı Devleti dağıldıktan sonra, Osmanlı mirası topraklar elde etseler de, bir müddet sonra başlarına geleceklerden kaçamayacaklardı.
 Amma velâkin hemen burada koskoca bir ama ile, meseleye Theodor cihetince bakacak olursak, bu inatçı ve kat’i kararcı Yahudi, bir Diaspora gazetecisi olmasına rağmen, önüne çıkan her engeli aşmaya, 29 Ağustos 1897 yılında, İsviçre’nin Basel şehrinde 1. Siyonist Dünya Kongresi’ni toplamaya muvaffak olmaya, toplantı sonrasında da, Yahudi Devleti kurulması fikrini kabul ettirmeye muktedir adam; Uganda’da dahi olsa bir vatan kurabilme zarureti yaşadığı hâlde.. Sultan II. Abdülhamid tarafından niyeti okunduğu ve Filistin topraklarına karşılık teklif ettiği inanılmaz miktardaki altınlara rağmen; “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zira bu vatan bana değil Osmanlı milletine aittir. Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlardır. Ne ile aldıysak onunla geri veririz. Allah Teâla’ya hamdettim ki ve ederim ki; Devlet-i Osmaniyye ve Âlem-i İslâm’a ebedî bir leke olacak olan tekliflerini, yani Arazi-i Mukaddese ve Filistin’de Yahudi Devleti kurulmasını kabul etmedim. İşte bundan sonra olan oldu. Ve bundan dolayı da Mevlâ-yı Müteal Hazretleri’ne hamd ederim” (8)denilerek reddedildiği hâlde, umudunu hiç yitirmeyecek, devlet kurma istek ve desteğini de dünyanın Yahudi soykırımı diye adlandırdığı bir vakıa merkezinden alacaktı.Ne garib bir tecelli ki, 33 yıl Osmanlı’yı her türlü hile ve desiselere rağmen ayakta tutmaya muvaffak olan Sultanlar Sultan’ı II. Abdülhamid Han’ın yıkılmasına sebeb o dahilî ihanet Cemiyeti, güya o vatanperver teşekküllü bir İttihat Terakki müsveddeciliğinin de faydasıyla yıkılan Osmanlı’nın enkazı, şimdiki acıları ve sancıları aynen çeke çeke bugünkü Siyonizm’i barındıran İsrail’i doğurmuştur.
 Öyle ki bu sancı, koskoca üç kıtalık Osmanlı gövdesini büze büze küçücük bir Anadolu sinesine sığdıracak hâle getirecek ve Dünya gitgide İla-yı Kelimetullah’ın adil nizamına sırt çevirecek ve onun yerini Siyonizm’in zulmüyle doldurmaya doğru yol alacaktır. İşte bu noktada, İsrail’in kendi hâl lisanından sağır ve kör Dünya’nın vicdansızlarına tercüme ettiği ‘Vaadedilen Topraklar’ arasında bir vatan edinmesi adına, başta Almanya olmak üzere, İngiltere’si, Arab’ıyla, Diaspora’daki Yahudiler’e tanınan müsamaha ve imtiyaz nihayet, Filistin toprakları dahil Ortadoğu’nun hemen her ülkesini tedirgin edecek seviyedeki bir güçle kendini gösterir olmuştur. Şimdi.. bunların zulmüne engel olacak Osmanlı gibi bir garantör ülke de yok..
    Onun içindir ki Ortadoğu’da akan kanın ve sürdürülen vahşetin sona erdirilmesi sanki, zulümkâr İsrail’in keyfiyetine bırakılmış durumda.. Yani; bu hâl, bütün kıyamet alâmetleriyle adeta Filistin’i yutmaya niyetli..
 
NAZİLERİN YAHUDİ SOYKIRIMI BİR KARŞILIKLI MENFAAT YALANIYDI
    Peki, bu her milleti mukaddes kitaba değişikliklerini eklemek kaydıyla; “Siz Allah’ın Rabbin oğullarısınız.. Çünkü sen, Allah’ın Rabbe mukaddes bir kavmisin ve Rab üzerinde olan bütün kavimlerden üstün olarak kendine has bir kavim olmak üzere, seni seçti” (Tevrat Tesniye Bölümü 14/2) telkiniyle, Allah-ü Tealâ’nın Eşref-i Mahlûkat’ım dediği insanlığı aşağılayan bu halkın Filistin’e gelip yerleşmelerine sebeb, tarihin sık sık ‘Yahudi Soykırımı’ deyip durduğu ve Nazi Almanya’sını suçladığı hadise nedir? Gerçekten Almanya, özellikle Nazi Yönetimi’nin Führer’i Adolf Hitler, Yahudiler’i fırınlarında mı kızartmış, gaz odalarında mı boğdurtmuştur? Buna en iyi cevabı verecek bir takım ifadeler var ki; Adolf Hitler’in emriyle Heinrich Himmler tarafından örgütlenen ve Nazi sisteminin beyin kadrosu olarak görev alan SS’ler, açılım adıyla Schutzstaffel (Komuta Birlikleri) hemen her fırsatta Yahudiler’in zulüm organı şeklinde tarif edilir ve Yahudi Soykırımı’nın müsebbibi gösterilir. Halbuki Amerikalı Yahudi asıllı Tarihçi Lenni Brenner başta olmak üzere bir çok yazar ve bilim adamına göre SS’lerin Yahudiler’e bakış açısı çok daha başkadır. Lenni bu konuda: “1934 yılında SS örgütü Nazi Partisi içindeki en Siyonist yanlısı kanat hâline geldi. Öteki Naziler onların Yahudiler’e karşı fazla yumuşak olduklarını söylüyorlardı. SS Subayı Baron Von Mildenstein, altı aylık Filistin gezisinden ateşli bir Siyonist sempatizanı olarak dönmüştü” demektedir. (9)
    SS’lerin içinde Siyonistler’e yakınlık duyan elbette sadece SS Subayı Mildenstein değildi. SS Güvenlik Servisi Şefi Reinhardt Heydirich’ten Nazi Subayı Adolf Erichman’a kadar bir çok Nazi üst düzey askerî yetkilisi vardı. Kısa sürede şayet SS’lerle silâhlı Yahudi örgütleri arasında -ki bu örgütlerin en önemlisi Dünya Siyonist Örgütü’ne bağlı olan Jewish Agency’in Filistin’deki silâhlı kolu olan ve Moshe Dayan, İzak Rabin gibi İsrail liderlerinin üyesi bulunduğu Haganah’tı- yakın ilişkiler kurmuşlardı. Bir SS komutanının dediği gibi Gestapo bir düzenleme yaparak Filistin’de bir Yahudi çoğunluğunu oluşturmaya hizmet etmişti. 1938 yılının ilk günlerinden birinde yıllardır Naziler’le Siyonistler arasında arabuluculuk yapan Otto Von Henting Siyonist dostlarını arayarak; “Führer konuyla yakından ilgilenerek Filistin’e göçü yavaşlatan bütün engellerin kaldırılması için acil bir emir verdi” demiştir. (10)
Hattâ SS’lerle bugünkü Mossad’ın çekirdeği olan Mossad Lealiyah Bet arasındaki “Filistin’e illegal Yahudi Göçü Düzenleme” konusunda anlaşmalar yapılmış ve Haganah örgütü Araplar’a karşı kullandığı silâhların bir kısmını Naziler’den temin etmiştir.
  

Yahudi enerjisini Filistin’de yoğunlaştırmak ve İsrail devletinin kurulmasını sağlamak için Alman Yahudileri’nin, ABD başta olmak üzere İngiltere ve diğer 3. Dünya ülkelerinde yerleşmelerinin önüne bizzat Adolf Hitler’in Nazi döneminde geçilmiştir. Bu noktadaki çalışma Alman Yahudileri’nin Filistin’e göçünü sağlarken, Dünya Siyonist Örgütü de ona silâh ve benzeri malzemeleri temin etmiştir. Hülâsa, Nazi Sistemi, Siyonizm emeliyle birleşmiş, Angola-Filistin Bankası ile Alman İktisat Bakanlığı arasında 25 Ağustos 1933’te imzalanan anlaşma aracılığıyla Filistin’de gerekli olanların alımı için tahsisat sağlamıştır.
(11)
   Nazilerin iktidar dönemi tarihte en çok tartışılmış zaman dilimlerinden biridir. Ne var ki dünya üzerindeki Yahudiler dahil insanların çoğu; Siyonistler, Hitler ve Mussolini arasındaki karşılıklı ilişkiden habersizdirler. Nedeniyse oldukça basittir, çünkü Siyonist belgeleri güvenilmez kaynaklardır. Şebeke, Siyonistler’in soykırım öncesinde ve katliam boyunca Naziler’le nasıl işbirliği yaptığını gösteren 51 begeyi ilk kez kamuoyuna açıklıyor. (12) On yıllar önce İngiltere’de basılan belgelerin bazıları halk arasında pek bilinmemektedir ve bu vesileyle ilk kez dünya kamuoyuna sunulmaktadır.
   1933’te Alman Siyonist Federasyonu tarafından Nazi Konferansı’na gönderilen bir bildiride; “Yahudi sorununa millî durumu tamamıyla tatmin edecek br çözüm ancak Yahudi halkının sosyal, kültürel ve ahlâkî açıdan yenilenmesini amaçlayan Yahudi işbirliği hareketi ile mümkündür” İfadesi yer alıyor. İsrail’in özgürlük savaşcısı Stern Gang, Naziler’e gönderdiği bir bildirgede; “Millî ve kurulacak bir anlaşmayla, Alman Devleti’ne bağlı olacak bir Yahudi devletinin yakın Doğu’da güç sahibi olması ve güçlenmesi açısından Almanya’nın çıkarlarına hizmet edeceğine” dikkat çekiyor. Savaş sonrasında yapılan bir röportajda Siyonizm’e hayran Nazi (SS) Subayı Adolf Eichmann; “Yahudi kolonicilerin yurtlarını inşa edişlerine hayran olmuştum. Ben de bir idealist olduğum için yaşama azim ve hırsları beni çok etkiledi. Daha sonraki yıllarda karşılaştığım Yahudiler’e hep şunu söyledim; Eğer ben de bir Yahudi olsaydım mutlaka en fanatik bir Siyonist olurdum. Hiç kuşku yok, Siyonistler’in en ateşlisi ben olurdum” açıklamasında bulunuyor. (13) Yahudi fanatiği sadec Eichmann mıydı? Hayır. Aynı zamanda Mussolini’nin de  Hitler kadar Siyonistler’e gönül bağı vardı.
 Bütün bu bilgilerin ışığında Alman Yahudi Soykırımı meselesine baktığınızda karşınıza çıkan tek gerçek, Hitler başta olmak üzere bir çok Alman subayının müthiş bir yalanın malzemesi oluşlarıdır. Bu itibarla, daha işin başında Sultan II. Abdülhamid’den Filistin üzerinde devlet kurmak için toprak isteyen ve cazip ölçülerde bu işe para çıkaran Sion’un sevdalıları, dışta masum ve mazlumları oynayarak içten içe sinsi plânlarını soykırım yalanlarıyla gerçekleştirmede büyük yol katetmişlerdir.
    Naziler’in Yahudiler’e yaptıklarına bu durumda biz nasıl soykırım diyebiliriz. Ki, hele hele Fransa’nın Cezayir’de, İtalya’nın Libya’da, hattâ Amerika’nın Kızılderili Reisi Seatle’nin mektuplarında yer alan kaygılarını hayata geçirdiği Kızılderililer ülkesinde yaptıkları soykırımdan sayılmamışken.. Yahudi göçünün mimarı Hitler’in insan ile silâh mübadelesine dayanan hareketi mi soykırımdan sayılacak? Bunun adı soykırım değildir. Bunun adı; 1933-1939 arasında 50 bin Yahudi’nin Ha’avara vasıtasiyle Almanya’yı terk edip Filistin’e göç etmesidir.
   Yine bunun adı; aynı yıllar arasında 63 milyon Sterlin’e yakın bir sermayenin Filistin’e transferi ve yürürlükte olan gerçek Alman politikasıyla Filistin’deki Yahudiler’i Araplar’a karşı desteklemektir. İşte, bugün Yahudi soykırımı denilen hadisenin Nazi cephesindeki durumu budur ve Ha’avara adlı göç anlaşmasıyla Siyonistler’in Filistin’e Yahudi göçü gerçekleştirilmiş, hem de 1933-1937 arası dış satıma dayalı transfer işlemleri Filistin’e daha sonraları belâ olacak İsrail’e 70 milyon altın Mark kâr getirmiştir. (14) Bugün, Alman Hitler’den İtalyan Mussoline’ye, İtalyan Mussoline’den Fransız Felix Faure’ye kadar bir çok liderin hoşgörüyle büyüttüğü İsrail’e kim, Filistin’e yaptığı zulüm karşısında bir şey diyebiliyor? Diyemiyor, çünkü Nazi sisteminin ellerinde büyüttüğü vahşetin hamiliğini onlardan teslim alan bir zalim var. O zalim ABD’dir ki, sanki şu, Dünya Siyonist Örgütü’nün, Yahudiler’e yönelik yayınladığı deklarasyonla Siyonistler’in farklı bir millet, açıkca her millete üstün bir ırk olduğunu hatırlatarak; “Hitler’in yaptığı şey, Yahudiler’e ırksal bir azınlık statüsü vererek WZO’nun isteğini yerine getirmek olmuştur” (15) diyerek açıkladığı gerçeği sahiplenen yeni Vahşet Patronu’dur. Tarih her gerçeği yazmaya da ifşa etmeye de muktedir. Nitekim, Lenni Brenner, Nazi Almanyası’nda yalnızca iki bayrağın dalgalanmasına izin verildiğinden bahisle, bunların Gamalı Haç’la süslü Nazi Bayrağı ile ortasında Sion Yıldızı bulunan Mavi-Beyaz Siyonist Bayrağı olduğunu söyler. (16)
  Şimdi; tarihe biraz gerilere giderek dönüp yeniden baktığımızda, 1916’lı yıllarda, yani 1. Dünya Savaşı’nda Araplar’ı Osmanlı’dan kopararak yerine mandacısı Şerif Hüseyin’i vekil kılan İngiltere’nin de, bugünkü İsrail’in Filistin topraklarına yerleşmesinde en etkili âmil olduğunu unutmamak gerekir.
   Bugün Filistin topraklarında Mahşerî bir manzara içinde o soykırıma uğrayan, ocakları yanan yakılan, yani; Siyonist’in ifadesiyle âdeta sütü emilen Mü’min’lerin başına belâ getirilen milletin eser şekilliğinde, başta Arap hainliğinin Lawrence boyası veren ihanet fırçasının izleri, sonra da devrinin zulmünü kafatasına sıktığı kurşunla ödemeyi hesaplaşmadan zanneden Hitler’in Soykırım Masalı’nın sinsice okunuşu vardır.
   Her ne kadar Naziler’in Yahudiler’i soykırımdan geçirdikleri iddia edilse de bu tamamiyle yalandır. Zira SS’lerle işbirliği yapmayan bir Haganah olsaydı, Yahudiler’i asimile edip göçe zorlamayan bir Nazi yönetimi bulunmasaydı, asla Sion denilen vahşi mucize gerçekleşmez ve 21. asrın en mazlum milleti olan Filistinliler de kendi vatanlarında vatansız yaşamazlardı. Kendi vatanında vatansız yaşamanın ızdırabını bilmeyen ve hayatına sömürgeciliğin en bayağı ve rezil anlayışını işleyen Batı âlemi için, bugünkü şu mel’unluk karşısında niçin suskundur filân demeyeceğiz. Haçlı’nın vazifesi, hoşgörü ve dinlerarası diyologdan dem vura vura, Hilâl’in tepesine binmektir. Osmanlı’yı içten hain payandalarının ittifakları, dıştan organize müttefiklikleriyle ortadan kaldıran Batı, acaba eskiyen adalet ve insanlığın yerine ne koyabildi? Zulüm.. Ve zulüm.. Şimdi vatansızlığın ne demek olduğunu yaşayan ve soylarının kıyım noktasında yine Osmanlı’dan medet alarak bugünkü varoluşları gerçekleşen bu Siyonist Millet, milletlerin sütünü emme ve üstün ırk olmanın da ötesinde daha nasıl bir millettir? Bunun örneklerini ta ciğerinde çektiği acılarla yaşayanlardan olan bir diplomat, ciğerlerimizi yaka yaka anlaşılmaz bir tekerlemeyle bakınız nasıl tarif ediyor; “Yahud.! Yahud.!” Yine Hep “Yahudddd.!” Peki Yahud ne, yahut kim? Zulmeden İsrailliler..
  
MAZLUM FİLİSTİN İÇİN ŞEYH YASİN NE DEDİ
HAHAM BORREMAN NE DEDİ?
   Hamas’ın kurucusu ve manevî lideri Şeyh Ahmet Yasin, 2003 yılının Kurban Bayramı öncesi İslâm Ümmeti’ne bir mesaj yayınladı ve dedi ki; “Müslümanlar’ın halklarını ve yöneticilerini dâvâlarının en kutsalı karşısında üzerlerine düşeni yapmaya davet ediyorum. Şüphesiz ümmetimiz inanç, insan, ekonomik, toprak, asker ve iletişim yönünden bütün ümmeti tehdit eder duruma gelen ve İsrail Devleti olarak adlandırılan kanser tehlikesini altetmeye yetecek güçlere sahibtir. Artık ümmetin imkânlarını Filistin’deki halkımıza ve Filistin dâvâmıza yardım için seferber etmesi zamanı gelmiştir. Bu dâvâ bütün ümmetin ortak dâvâsıdır ve hiçbir Müslüman’ın bu dâvâ karşısında duyarsız, ya da tarafsız davranması doğru olmaz.”
   Şeyh Ahmet Yasin, bu uzunca mesajında ABD-İsrail Haçlı İttifakı’na da dikkat çekip, başlatılan Haçlı Seferi’nin Filistin’den sonraki ayağının işgâl edilecek Irak olacağını dile getiriyordu. Bu noktada Irak halkına da birlik tavsiyesinde bulunan Yasin diyordu ki; “Allah göstermesin eğer düşman Irak’ı işgâl imkânı bulacak olursa, Allah’ın izniyle düşmanın kan kaybetmesine sebeb olacak ve onu geri çekilmeye zorlayacak en önemli etken, halk hareketi olacaktır.”  
Şeyh Ahmet Yasin’in Müslüman halklardan bir diğer isteği de ABD ürünlerinin boykot edilmesiydi. Bu isteğin en erken sinyali Türkiye’deki duyarlı basın organlarında görüldü ve şöyle bir liste ortaya döküldü: Coca Cola, Pepsi Cola, Sprite, Cappy, Fanta, Mc Donald’s, Burger King, Marlbora, Citibank, Del Bilg, Gilette, kodak, Nike, Levi’s, Jeans, Anvay, Mikrosoft, Chevrolet, Pantiac, Saab, Opel, Ford, Mazda, Volvo, Pfizer, BP, Shell ve Walt Disney.
 Şeyh Ahmet Yasin, İsrail askerlerince yarım adam hâline getirilen ve Siyonizm zindanlarında on bir yıl İsrail’in esir tuttuğu, fakat Filistin halkının ve onu savunan Hamas’ın daha şiddetli eylemlerinden çekindiği için öldüremediği bir önemli şahsiyetti. Müslümanlar’a yönelik saldırılarda Haçlı taassubu mensubiyetlerine ‘hangi sistem ne yaparsa, o suç işlemiş olur’ diyerek hiç kimsenin yardım yapmamasına işaret ediyordu. Yani O’na göre hem dün de, hem bugün de ABD suçlu bir ülkeydi. Yasin’in mesajının sonunda dile getirdiği şu ifadeleri de aklına koymak zorundaydı; “Şüphesiz gelecek İslâm’ındır. Zafer ve başarı inananların oacaktır. Düşmanların hezimete uğrayacakları günler yakındır. Fakat sabır ve kararlılık bütün herkesin üzerine farzdır.”
   Bu sözler, belki Türkiye ve diğer İslâm ülkelerinde olmasa da, Filistin’in gökkubbesinde bâki kalan bir hoş nida olmuştur. Zira, bugün bu âlemde ve Filistin halkının arasında olmayan Şeyh Yasin’i, İsrail bir sabah namazı sonrası öz vatanının camiinden çıkışında füzelerle vurmuş ve o mübarek ama yarım bedenini, adeta kıymık yığını hâline getirmişti.
   İşte o kıymıktan adamın şehadet şerbetini içmezden önce, kendilerini yalnız bırakan Âlem-i İslâm’ın bu hâlini hem tasvir, hem de teessüf edici sözlerle Rabb’ine bir şikâyet edişi vardı ki, YÜREKLER DAYANMAZ’dı.! Ve o şikâyet bir dua gibiydi..
    Şehid Ahmed Yasin diyordu ki;
   Allah'ım! Ümmetin suskunluğunu Sana şikâyet ediyorum!
   Bırakın savaşçı onuruyla ölelim! Allah'ım! Ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum! Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem tutuyor ne de silâh! Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim! Ben ki saçları ağarmış, ömrümün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belâlarının estiği biriyim! Tek isteğim, benim gibi Müslümanlar’ın zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır!
   Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helâk olmuş ölüler!
Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felâketler karşısında? Bir halk yok mu? Hiç mi kimse yok, Allah için ve ümmetin namusu için kızacak? Şerefli direnişçilerken, bizleri katil teröristler olarak ilân edenlere karşı duracak! Bu ümmet utanmaz mı, şerefi çiğnenirken? Siyonist katilleri ve uluslararası işbirlikçilerini görmezden gelirken! Omuzlarımıza el verecek ve gözyaşlarımızı silecek bir bakış! Bu ümmetin kurumları, sivil güçleri, partileri, teşkilâtları ve bariz şahsiyetleri, Allah için kızmaz mı? Hepsi birden sokaklara dökülüp, bizim için dua etmeye; "Ey Rabbimiz! Gücümüzü topla, zaafımızı gider ve mü'min kullarına yardım et!" diye çağıramaz mı? Buna da mı gücünüz yetmiyor? Yakında bizim büyük ölümlerimizi duyacaksınız, o zaman alınlarımızda şu yazılacak: "Bizler ileri atıldık ve kazandık."Ve bizimle birlikte çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlılarımız ve gençlerimiz ölecek! Onları, bu suspus ve bön ümmete yakıt yapacağız!
   Bizden, teslim olmamızı ve beyaz bayrak dikmemizi beklemeyin! Çünkü biz, bunu yapsak da öleceğimizi biliyoruz. Bırakın savaşçı onuruyla ölelim! Dilerseniz bizimle olun, elinizden geldiğince, öcümüzü sizden her biri boynuna taksın! Dilerseniz bize acıyarak ölümümüzü izleyin! Temennimiz Allah'ın, emaneti savsaklayan herkesten kısas almasıdır! Umarız bizim aleyhimize olmazsınız! Allah aşkına, bari aleyhimize olmayın!
   Ey ümmetin liderleri, ey ümmetin halkları!
 Allah'ım! Sana şikâyette bulunuyorum.. Sana şikâyette bulunuyorum.. Gücümün azlığını, imkânımın yetersizliğini ve insanlara karşı zaafımı sana şikâyet ediyorum. Sen mustazafların Rabbisin.. Sen bizim Rabbimizsin.. Bizi kime bırakıyorsun? Bize cehennem olacak uzaklara mı? Veya düşmana mı?  Allah'ım! Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsad edilmiş ekinler aşkına sana şikâyette bulunuyorum.
Sana şikâyette bulunuyorum! Gücümüz dağıldı.. Birliğimiz bozuldu.. Yollarımız ayrıldı.. Halkımızın zaafını ve ümmetimizin bize yardım edip, düşmanı yenmedeki aczini sana şikâyet ediyoruz.."
 Herkes görmüştü ki bu sözlerin sahibi olan Yasin, âkıbetini yinelersek; bir sabah namazı sonrası öz vatanının camiinden çıkışında İsrail’in uzaktan kumandalı füzeleriyle vurulmuş ve o mübarek ama yarım bedeni, adeta kıymık yığını hâline getirilmişti.
   Ben bu, infiali gerektiren olay ve devamı hep gelen olaylar karşısında ABD Başkanı George W. Bush’tan cılızca bir ‘Filistin’den derhal çekil’ sözü duydum. Ona da aslında İsrail Başbakanı Ariel Şaron’dan “sana ne be adam” der gibi bir ‘orada daha işimiz var’ karşı cevabı gelmişti. Bu danışıklı döğüşten bir müddet sonra, İkiz Kuleler’in vurulmasının ardında yatan terörist eylemden âdeta Irak, ya da Afganistanlı Ortadoğu sorumlu tutulmuş ve ABD Haçlı Seferleri’ne uygun bahanesini de böyce bulmuştu. Terörün elbette tasvib edilecek bir yönü yoktur. Ama İsrail’in yıllardır -ki yarım asırdır neredeyse- Filistin’de yaptıkları en bariz terörizm iken, bu niçin görmezden gelinir de bir İkiz Kule’nin vurulması sebebiyle Guantanamo’larda işkence mecraları kurulur, Ortadoğu haketmediği bir ateşin içine atılır?
  Ve birden çok yetkili ağız çıkıp da işgâlci İsrail askerlerinin Filistinliler’e yaptığı vahşete ve zulme dayanamayıp isyan eden Haham Shmiel Mordche Borreman gibi şöyle diyemez; “Tur Dağı’nda Hz. Musaya; ‘Adam öldürmeyin, hamsız mal edinmeyin’ diye vahy gelmesine rağmen İsrailoğulları’nın vatanı denilen İsrail’de kan, zulüm ve cinayetten başka ne var? Yapay devlet İsrail feshedilmeli, işgâl edilen topraklar sahiblerine verilmeli ve kendilerinden özür dilenmeli.”
   Borreman; “ırkçılık ve Faşizmden başka bir şey teşkil etmeyen bu düşünce türü, Alman ırkçılığından çok farklı değildir. Irçılıkla Museviliği bağdaştırmak ise mümkün değildir. Biz diğer milletlerle kavga yapmaya değil, tam aksine örnek bir millet teşkil ederek, barışık şekilde yaşamaya geldik. Bakın İsrail’e kan dökmekten başka ne yapıyor?” demiş ve bu görüşleri itibariyle de İsrail Gizli Servisi Mossad tarafından telefonla ölüm tehditleri almış bir din mensubu. Kendisi gibi inanan ve düşünceye sahib Yahudiler’in sayısının az olmadığını ifade eden Borreman’ın en isabetli görüşü kör ve sağır olan medya üzerine. Diyordu ki; “Siyonist basın, sinema, propaganda makineleri bizleri susturmak için ellerinden geleni yapıyorlar.”
  Haham Borreman, İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un ağababası olan ABD Başkanı George W. Bush ile İngiltere Başbakanı Tony Blair’i; ‘Siyonist lobinin uşakları ve maşaları’ olarak tarif ederken, Irak işgâlinden aylar öncesi de şu mesajı dünya insanlığına gönderiyordu; “Irak’ta silâh tüccarları adına Arab kanı dökülecek. Silâhtan para kazanmak için Irak’ta çocuk öldüreceksin , ondan sonra da ‘Ben Allah’a inanan iyi bir Musevi’yim’ diyeceksin. Tevrat bize bunu asla emretmiyor. Ölümün pahasına da olsa bu görüşlerimden asla vazgeçmiyeceğim.” 
 Borreman sadece ABD ve İngiltere Başkanlarını değil, aynı zamanda Katolik dünyasının ruhani lideri Papa 16. Benedict’i de İslâm diniyle ilgili talihsiz açıklamalarından dolayı eleştirirken  bu tavrın içinde Papa’nın Siyonist oyunun bir parçası olduğuna işaret ederek; “İsrail, sözde koyu Hristiyan kökten dinci Bush ve Vatikan, emperyalist oyuna uyduğu için birbirleriyle ortak çalışıyor. Bu üçlü bir araya gelerek dünyadaki hegemonyalarını sürdürmeye çalışıyor. Aslında her şey açık ve net. Vatikan, Bush hükümetinin önemli bir ilham merkezidir” diyordu.
 Borreman’ın kendi ağzından dinlediğimiz şu ifadeler gerçekten Haçlılar’ın perde arkasındaki niyetlerini okumamızı da sağlıyordu; Biz Siyonizm karşıtı Yahudiler olarak Papa’nın açıklamalarını Siyonizm oyununun son halkası olarak görüyoruz. Haçlı seferlerine bakacak olursak kimin şiddet ve kılıç kullandığı ortadadır. Üstelik daha önceki Papa II. Jean Paul, Yahudi ve Müslümanlar’dan engizisyon mahkemeleri, Haçlı Seferleri ve Yahudiler’in tarih boyunca takip altına alındığı için özür dilemedi mi? Buna bakacak olursak şiddet kullananın kim olduğunu daha iyi anlarız. Unutulmaması gerekir ki Haçlılar, Romanya’da yolda karşılaştığı Yahudiler’i kılıçtan geçirmiştir. Bugün dahi Yahudiler, ölen kardeşleri için dua ediyor. Bence bunların hepsi emperyalist, Siyonist oyunun bir parçası. Daha önceki Papa Polonyalı’ydı ve komünizmi çökertmek için kullanıldı. Hatta bundan rahatsız olan komünistler, bu durumdan faydalanıp Mehmet Ali Ağca’ya suikast düzenletti. Komünizm çöktü, bundan dolayı da emperyalist ABD ve Siyonistler, kendilerine yeni bir düşman buldu; o da Müslümanlar..”
 
BATI TÜRKİYE’Yİ OYALIYOR AB ÇÜNKÜ BİR DÜZEN
ABD IRAK’I BOYALIYOR BOP İSE EN YÜKSEK İDEAL
    6 Mart 1995’te Brüksel’de imzalanan Gümrük Birliği anlaşmasının ardından ulusa seslenen dönemin Başbakanı Prof. Dr. Tansu Çiller şöyle diyordu; “Türkiye için şimdi gerçek Avrupa mücadelesi başlıyor.”
   Acaba bu mücadele gerçek biçimde 1963’te başlamamış mıydı? Ve Çiller ‘kendimizden eminiz, zorlukları biliyoruz. Kararlı bir milletiz. Hiçbir mücadeleye kazanma inancı olmadan girmeyiz. Türkiye kazanacaktır” (17) diye emin bir durumu dillendiriyordu, ama halâ AB yolunda Türkiye’nin birkaç yumuşak satır dışında kazandığı pek bir şey yok. Ama Çiller’in ‘Avrupa kazanacaktır’ sözüne katılmamak mümkün mü? Avrupa hep kazanıyor. Avrupa her yerde, her zaman ve her şekilde kazanıyor hep. 1963’ten beri oyalanan ve yolda saçı sakalı ağaran Türkiye yıl 2004 olduğu hâlde, AB kapısından ağır aksak da olsa, yarım yamalak da olsa adım atıp içeri giremedi, ama İsrail Kudüs bir yana Refah’a, Ramallah’a, Nablus’a girdi, araya Berlin modeli tecrid duvarları ördü. Yaser Arafat’ı mum ışığı zindanlara gömdü. Filistin halkının üzerine yağdırdığı füzelerle İslâmî kıyımı gerçekleştirdi.
   1963’ten 1995’e kadar kapıkulu edilen bir Türkiye, 1995’te Çiller’le AB için bir imza şölenine kavuşsa da günü bir asır olan günümüzün en şaşaalı zamanında, 5 yıldır o kapıdan bir türlü içeriye adım atamadı, ama ABD Irak’ta Haham Borreman’ı haksız çıkarmazcasına işgâli becerdi. Ve bugün Irak cadı kazanının gıptayla seyredeceği bir kaynama içindeki Haçlı Seferi belki de 100 plânın 101.sinde ‘idealim bu idi, başardım nihayet’ rahatlığına kavuşmuş durumda.
   Kopenhag kriterlerinin birçoğunu başarmış bir Türkiye’ye, AB uyum yasalarına uymuş mülayim ve bittabi bir Türkiye’ye DEP’lilere bile boyun eğdirilmiş, terörün yeniden bu ülkede hortlatılması sağlanmışken bu Aralık’ta AB’den müzakere tarihi ayarlayıp üyeliğimizi netleştirmeyi sağlayabilir miyiz? Bilemiyorum, lâkin bildiğim net bir hadise, net görebildiğim çok çok kırmızı bir sürü resimler var ki, onun adı Irak. Ben İslâm’a gözden de gönülden de Irak olan bu Irak’ta Samerra’dan Kerbela’ya, Felluce’den Bağdat’a, Kerkük’ten Musul’a kadar bütün Osmanlı eserleriyle dolu şehirler kan revan içinde. Acaba Bağdat Azamiye’deki İmam-ı Azam Ebu Hanife Külliyesi, Abdülkadir Geylanî, NebiYunus, Zümrüt Hatun, Akûli, Ahmediye, Sultan Ali, Şeyh Nizam, Emeviye, Sultan Üveys ve daha onlarcasıyla Bağdat ve Musul’un tarihî külliyeleri ne hâldedir? Kerbela topraklarında Hz. Ali’yle oğulları, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (SAV)’ın torunları Hz. Hasan ve Hz.Hüseyin bu işgâli şehid kılıcından acaba kaç derece yakıcı ve yıkıcı bulmuşlardır.
   Acaba Osmanlı yadigârı Samerra kalesinde örümcek perdeci mi olmuştur, Baykuş mızıka mı çalmaktadır, ceddim Fatih’in Ayasofya’ya ayak bastığı gün söylediği gibi? Telaviv ve Kudüs cenahlarında Mossad’ın önüne perde olduğu basın-yayına, Bağdat ve diğer Irak şehirlerinde de CİA gölge olmaktadır. Şayet kendi zevkleri adına, kendi ahlâksızlıklarını belgeselleştirmeseydiler, Irak askerlerinin Ebu Garib’te kızan itler gibi beşi onu bir arada bir Iraklı kadına tecavüzünden kimin haberi olacaktı? Peki bundan haberi olan Amerikan halkı acaba bu rezaletten ne kadar utandı? General Antonio M. Taguba tarafından açıklanan raporda belirtilen ve Irak’taki Ebu Gureyb hapishanesinde çok sayıda tutukluya sadistçe, ahlâksızca, hiçbir mes’uliyet duygusuna kapılmadan ve pervasızlık içinde yapılan işkenceyle ilgili ABD makamları ve vahşetdaşları İngilizler adaletli nasıl bir ceza yöntemi uyguladı? Elbette bütün bu soruların müsbet birer cevabı yok, olmadı. Ne oldu? Irak’ta inadına asayiş bozuldu, eylemler serseri mayın gibi plânsız, proğramsız ve de isabetsiz savaşın başaramadığı zayiatı her gün onlarca insanı yokederek başardı.
   Iraklı direnişçilerle işgâlci güçler arasında devam edegelen mücadele, Irak’ta yönetime talib olanları da hedef seçti ve suikasler bu Ortadoğu ülkesini densiz, dengesiz ve acayib bir hâle getirdi.
   Eh.. Tabii Lawrence’den ibretli bir Batı işbirlikçiliğinin Haçlı Plânı için bundan daha hoş bir kazancı ne olabilirdi ki?
   Osmanlı’nın II. Abdulhamid Han’lı döneminde tarihî eser bulma bahanesiyle Musul-Kerkük bögelerinde petrol arayan bu Batı’nın, ecdadının yapamadığını nesli yapar imtiyazını elde etmesi hiç de zor olmamıştır. 1990’da sağlık kontrolu için ABD’ye giden rahmetli Turgut Özal, Beyaz Saray’da Bush’a bakınız ne diyor; “Saddam’a çok dikkat etmek lâzım. Ne zaman, ne yapacağı bilinmeyen ve dünyanın başına her an dert açabilecek çok tehlikeli bir adam. Ortadoğu’nun en tehlikeli adamı Saddam Hüseyin olabilir gibi geliyor bana.”
   Fakat hiç de öyle olmadı. 1 Ocak 1991’de başlayan Çöl Fırtınası Operasyonu’yla 39 günde her ne kadar Irak’ın alt yapısı yokedilse de 2 Mart’ta bu hareket durdurulmuş ve Saddam elinde kalan tümenleri ve Cumhuriyet muhafızlarıyla Bağdat’ta kalmış ve kurtulmuştu. 2003’ün baharında başlatılan işgâlden kaçsa da doğum merkezi Tikrit’te bir ölü endamıyla ve başında bit aranan, saçı-sakıl birbirine karışmış bir adam olarak ortaya çıkarılan Saddam Hüseyin, bu kez hem Irak’ın işgâlini önleyememiş, hem de saltanatından, askerî muhafızlarına kadar, ne kadar ihtiras değeri varsa hepsini kaybetmiştir. Bu elbette bir nefsanî zayiattır, değeri de o kişiyle mütenasibtir. Ama Irak’ın işgâli ve bugün işgâlin üzerinden henüz iki yıl bile geçmeden kaybettiği millî-manevî değerlerle haysiyet noktasında geldiği durum ortadadır. Demek ki diğer açıdan bakıldığında Saddam değil, şu Bush tehlikeliymiş.
   İşgâlin önsözünde ne yazıyordu; “Irak’ta Saddam Hüseyin rejimine son verilecek, huzur ve sükûn sağlanacak. Irak yeni bir yapılanmayla Ortadoğu’nun emin bir ülkesi olacak.” Lâkin işgâlin önsözündeki bu ifadeler daha sonra tamamen tezat bir hâl aldı ve Irak’a huzur bir yana kargaşaya bile hasretlik çeker durumlar yaşatıldı. O beklenen idarî sistemde bir türlü tesis edilemiyor. Edilemez de. Zira Ortadoğu’nun petrol kaynaklı ve Musul-Kerkük potansiyelli bu Arab ülkesi Faşizm’in, Emperyalizm’in ve Siyonizm’in asırlardır gözünde ve gönlünde yatmaktaydı. Onu avuçları içine alan ABD jandarmalığı en aziz ve azılı müttefiki İsrail’i Nil’den Fırat’a yaymadan buralardan kendi kendince gidici olmayacaktır. Bu hesab 1887’de Siyonist hareketin başmimarı Theeodor Herzl tarafından yapıldı ve dendi ki; “Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı’na. Sloganımız David ve Solomon’un Filistin’i olacaktır” (18)
   1948’de David Ben Gurion’dan da aynı yönde bir açıklama gelmiştir; “Filistinin bugünkü haritası İngiliz Manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının, gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirilmesi gereken bir başka haritası vardır. Nil’den Fırat’a kadar.”
 Kimin umurunda Devyet Başkanı David Ben Gurion’un İsrail’in ilânı sırasındaki şu beyanı; “Görüldüğü gibi Türkiye’nin de bir bölümünü içine alan kutsal toprakları ele geçirmek, Yahudiler’in bugün önem verdikleri kutsal amaçlardan birisidir. İsrail ordusu bu amaç için savaşmaktadır.”  
 Böylesine açık ve cüretkâr beyanlara karşı ve örneği önümüzdeki Golon Tepesi hadisesiyle Suriye ve apaçık katliamlarla Filistin acziyeti karşısında Türkiye’nin net tavrı nedir? Ufak tefek ikazlardan öte değil. Ama her ne kadar Tevrat’ın Mezmurlar Bölümü 82/6-8’deki, “Ben dedim siz ilâhlarsınız ve hepiniz yüce olanın oğullarısınız. Kalk ey Allah, yeryüzüne hükmet. Zira milletlerin hepsine sen varis olacaksın” (19) ifadeleriyle bütünleşip vaadedilmiş Topraklar için Arz-ı Mevud’un peşinde olan İsrail, Türkiye harici ülkeler için en büyük tehdit unsuru, hattâ tatbik unsuru olsa da şerefli Türk milletini yok edemeyen yedi düvelin ve o fakr-u zaruret’in bir gramına bile denk gelemez.
 Allah’ın varlığı ve birliği üzerinde, Tevhid inancıyla büyümüş milletlerin en gözdesi Türkiye; AB, IMF, Haçlı İttifakı, NATO ve benzeri Avrupaî dayanışmanın da, askeri, siyasi ve iktisadi bütün oyunların da farkındadır. Bu ülkenin ilme ve siyasete uzak en geride bir mensubundan AB dayatmasını sorsanız, onu bir Hıristiyan Kulübü kefesine koyacak ve 41 yıldır niçin bu birlikte yer alamadığımızı net bir şekilde cevablayacaktır.
   Halbuki şu soruyu bu Batı kendine sormalı ki; Nato’da askeri gücüyle var olan Müttefik Türkiye, niçin iktisadî alan olan AB’de yok?” Yok.. Çünkü bu kuruluş bir Hıristiyan Kulübü. Kullanmada var, kalkınmada yok. Olmasın, sanki umurumuzdadır..
 
ÇAĞIN EN ACIMASIZ İŞGÂL ÜLKESİ
FİLİSTİN VE ŞAHİD KHAİL
   Bu tarihî gerçeklerin ışığında Büyük Ortadoğu Projesi’ne dikkat kesileceğimiz yolun üzerinde bütün aşırılıkların ve zulümle âbâd olmaya çalışanların lideri olan bir İsrail var.
   Ben; Guantanamo sözünden hep İsrail’i anlıyorum. Irak denen ülkedeki karmaşa ve kaostan asla dünyayı utandıramayan ebu Garib (Guraip) şehvetinden yine bir İsrail suçlusu arıyorum..
 Hatta İkiz Kule’lerin senaryosu Fahrenheit 9/11’i gösterimden uzak tutmaya çalışan kadroyu, Sion dağlarının eteklerinde Filistinli 9 aylık bebeklere füze atar halleriyle tasvir ediyorum. ‘Bu Ortadoğu dediğiniz şey nedir, neler oluyor bu şeylerin arka plânlarında?’ diye bu tarihin (şahidi) tanığı olan bir Filistinli diplomata, şu Fayez Khalil’e soruyorum; sorumu yineliyorum; “Nasıldır çağımızın en acımasız ve uzun süren işgâlinin tarihi? Nasıldır ve ne zamana kadardır?”
   Ve Fayez anlatıyor;
   “Hemen her türlü Akdeniz meyvesinin yetiştiği Asira serin bir yerdi. Romalılar zamanında kırmızı üzüm çokmuş, ama şimdilerde zeytin ağaçları daha fazla.” (20)
   Sanki zeytin ağaçları daha fazla da şarapların sarhoşluğu içinde büyüyen bir Neron’un, barış simgesi zeytin dalını masum Filistinli’ye uzattığını mı görmekteyiz. Devam ediyor Fayez Khalil;
   “Böyle bir kentte büyümüş bir çocuk olarak ömrümün o ilk yıllarını çok net hatırlıyorum. Bu belki de Allah’ın bir lûtfudur, bilmiyorum, ama her şeyi ayrıntısıyla hatırlıyorum. Bunlar içinde hiçbir zaman unutmadığım ve bundan sonra da ölene kadar unutmayacağım bir şey varsa, o da ‘Yahud’ (Yahudi) kelimesinin kişiliğim üzerindeki ilk etkileridir. Diğer çocuklarla oynadığım zamanlar ilk kez ‘Yahud’ kelimesini duyduğumda kendi kendime ‘nedir Yahud?’ diye sormuştum. Henüz oyun çağındaki biz çocuklar ‘Yadud’un anlamını bilmiyorduk.
   O yıllarda bir komşumuz vardı. 1.95 metre boylarında, irice bir adamdı. Bu adam hem haddinden fazla yavaş, hem de sanki burnundan konuşuyordu. Ben üç yaşında bir çocuk olarak boyu ve konuşmasıyla dikkatimi çeken bu adamı hep merak ederdim; ‘Hem bu kadar uzun, hem neden böyle konuşuyor?’ Çocuklarla beraber küçükken hep taklidini yapıyorduk. Bizim için eğlenceliydi ama onun trajik hikâyesini henüz bilmiyorduk.
   Hemen yanımızdaki evde tek başına yaşardı. Ailemin anlattıklarına göre birgün, Yahudiler gelmişler ve kapıya o kadar sert ve dehşet verici bir tonla vurmuşlar ki, o an komşumuz korkudan bağırmaya başlamış. Yaşadığı korku ve şokun etkisinden kurtulamayınca dili tutulmuş. Yahudiler gidince de kendi kendine, ‘Hud! Hud!’ diye bağırmaya başlamış. O zamandan sonra dev cüsseli adam konuşamamış. Adam hakkında anlatılanlar biz çocuklarda korku yaratmıştı, bu korkunun adı ‘Yahud, Yahud!’ idi.
   Dört yaşıma geldiğimde o çocuk aklımda Yahudilik ile korku arasında doğrudan bir ilişki kurmaya başladım. Bu aynı zamanda Filistinli bir çocuk olarak Yahudi meselesiyle ilk temasımdı. Filistinliler için Yahudi korkulması ve sakınılması gereken bir olguydu.” (21)
   Dört yaşındaki bir çocuğun tanıdığı ve tanıştığı Yahudi şayet bu derece korkulması ve sakınılması gerekli bir canlı türüyse varın ötesini siz tahmin ve tahayyül edin. Bugün (2008 yılı itibariyle) Ankara’da Filistin Büyükelçi Yardımcılığı görevini yürüten ve 53 yaşında olan Fayez Khalil’in hayatındaki bu satırlar; İsrailli askerlerin bugünün Filistinli çocuklarına uyguladıklarına bakıldığında bir zerre kadar şekli, hacmi ve gücü az değerde görülecektir. Filistin üzerinde; halâ Fayez örneğinde, lâkin zulmün daha da arttığı, insanlık hürriyetini yokedici baskının daha da rahatca uygulanır olduğu bir Yahudi şiddetine zaman zaman seyirci kalmıyor muyuz? İşte bu sebeble, Siyonist işgâlin ekinler gibi biçip yere düşürdüğü sessizleşen ve ebedileşen bedenlerin anında sesi olan Asiye, Seyyide veya Yasin isimli çocuklar, bu vurdum duymaz dünya insanlığına; ‘Utanın! Utanın!’ diye haykırmamış mıydılar? Evet.. öyle olmuştu, lâkin bu dünyevî sağırlık ve körlük de ısrarla sürdürülmüştü. Halâ da sürdürülüyor.
   Ve Arz-ı Mevud’un aksak ayağı şimdilik Fırat’a uzanamamış olsa da Filistin’i tepeler tepelemez uzanma azmine bürünecektir. Nasıl mı? BOP’un sinsiliğiyle..
 
FİLİSTİN’DE SON SİYONİST ÇEKİLİNCEYE
KADAR SAVAŞ VAR.!
   Filistin ve Filistinli’nin kaderinden bir kesit olan Fayez Khalil’in naklettikleri 49 yıllık bir mücadelenin ve direnişin Siyonist İsrail Devleti karşısında nasıl yol aldığını an be an ortaya koyuyor. O Fayez ki; ‘biz savaşacağız’ diyen Hamas’tan, ‘buradan El Fetih geçti’ diye yazıp İsrailliler’e korku salan El Fetih’e ve FKÖ namında Demokrat bir birliği ve çalışmayı savunan Filistin Kurtuluş Örgütü’ne kadar; Ebu Ammar (Yaser Arafat), intifadadaya ruhunu veren Ebu Cihad, Faruk Kaddumi, Ebu İyad, El-Hassan Kardeşler ve onların akadaşlarının bu mücadelede nasıl rol oynadıklarını bir bir, bütün detaylarıyla anlatıyor.
   O’nun kalemi bazen bir Filistin faciasını gayet basit ifadelerle Dünya kamuoyuna sunan medyadan çok farklı bir ifade ve çerçeve çiziyor. Çünkü o memleketi Nablus’ta bir ay daha kalabilmek için İsrail makamlarından izin almaya mecbur edilmiş, hem kendisi, hem de kendi vatanı hür olmayan bir Filistinli mazlumdur.
   Yaşamadığımız ve anlamamız da mümkün olmayan bu enteresan tarihî vakıa adamı 100 sayfalık bir kitabda 100 yılllık bir kavgayı ‘kendisine has bir hayat biçimi’ ile anlatsa da biz asıl gerçeği; yani 100 yıldır süren mücadelenin nasıl farklı bir kültür oluşturduğunu, bu kültür etrafında çok sağlam bir aile kurumunun nasıl kenetlendiğini ve bu bağı da işgâlin nasıl daha sağlamlaştırdığını O’nun yürek sızılarının dışa vurmasından anlayabiliyoruz.
 İsrail-Filistin dâvâsının çözülmez, kördüğümlü, inatlaşan tarihi akışına, şimdilik Fayez Khalil’in son sözleriyle şöylece veda ediyoruz; “Bir kuşak düşünün. İşgâl altında doğmuş, gün be gün işgâlin her türlü vahşetini yaşamış, ailesi sürkeli baskı altında tutulmuş, annesinin ağlamalarına şahid olmuş,yüzünü bile göremeden babasını hapishanelerle birlikte tanımış, işsizlik, çaresizlik içinde büyüyen bir kuşak.
 Elinde direnecek hiçbir silâhı yok. Tanklara toplara, füzelere karşı ne yapsın bu kuşak?”
 Evet.. bu kuşak ne yapsın? Ne yapacağı sorusunun cevabını yine Fayez Khalil’in ifadelerinde buluyoruz; “Benim iki çocuğum var; biri kızım Dilek, diğeri oğlum Fatih. Bizim her zaman bavulumuz hazır durur. Nereye, ne zaman tâyinimizin çıkacağı belli olmaz. Biz çok çektik. Halâ işgâl ve baskı sürüyor. Filistin halkının ikinci intifadadası sürüyor. Ama barış gelecek. Bu şart. Dünya tarihine bakın diktatörlükler, işgâller kaç yıl sürmüş? Hepsi yıkılmış. Hepsi geri çekilmiş. Biz sabırlı bir halkız. Bu topraklar bizim ve evimize elbet geri döneceğiz.
   O zaman Yahudiler’i bile, o inanılmaz acıları çeken Filistin halkı koruyacaktır.
   Barış olacaktır. Bu nihaî bir sonuçtur. Ama bugün, ama yarın. Filistin onuru ve toprağı için nasıl savaştıysa, yarınını inşaa etmek için de savaşacaktır.
   Barışa kadar, topraklarımızı alıncaya kadar. Filistin Devleti’nden son Siyonist çekilinceye kadar savaşacağız.” (22)
   Elbette Filistin halkı bu mukaddes savaşı sürdürecektir. Lâkin tarihî tekerrüre emsal teşkil eden Fayez’in ifadesine bakınız ki; ‘O zaman Yahudiler’i bile, o inanılmaz acıları çeken Filistin halkı koruyacaktır’ diyor.
   Tarihten bir ibret mi diyorsunuz? İşte ibreti;
   Arablar’ın yaklaşık 800 yıl ellerinde tuttukları ve pek çok devlet kurdukları Endülüs’teki, yani İspanya’daki son kaleleri Gırnata, bugünkü adıyla Gıranada 1492’de Katolik İspanyollar’ın eline geçince, İspanyollar burada tek bir Müslüman bile bırakmadılar. Müslümanlar’dan ya dinlerini değiştirmeleri, ya da ölümü seçmeleri istendi. Bununla da yetinmeyen Katolikler, yüzyıllar boyu İspanya’da Müslümanlar’ın hâkimiyeti altında ve rahat bir şekilde yaşayan Yahudiler’i de bu ülkeden terke zoradılar. Hıristiyan Avrupa’da yer bulamayan Yahudiler’e kucak açanlar ise sadece, gittiği her ülkeye nizam ve adaletini götüren Osmanlılar oldu.
   Bugün, işte o Yahudi milletinin neslinden olanlar, Osmanlı’ya kardeş bir neslin kökünü kurutmaya çalışmakta. Sapan taşına füzelerle saldıracak kadar korku ve vehim içinde, çektikleri vatansızlık ızdırabına Filistin halkını düşürebilme gayretini taşımaktalar.
 Bu nedir? İşte bu, ibret alınamayan tarihin tekerrür safsatasıdır..
 Netice olarak Elbette Geri Dönmek cümlesiyle Filistin ülkesine hasret çeken Fayez’i kurtarmaktan ziyade onun şu hatıratını bir anektod olarak okumak da bize düşüyor galiba; “Oslo anlaşmasından sonra benim hayatımda da değişiklikler başladı. Anlaşma sonrasında ilk olarak Filistin’e gittim. Tam 23 yıllık sürgünden sonra Filistin’e, topraklarıma dönüyordum.
   Dönemin Türkiye Başbakanı Tansu Çiller’in bölgeye yapacağı ziyaret öncesi, bazı düzenlemeler için Filistin Elçiliği tarafından görevlendirilmiştim. Yıllar sonra ilk defa Gazze’ye gidiyordum. Doğrusu alışkın olmadığım bir duyguydu. Zira biz hep sürgüne alışkındık. FKÖ komutanlığı hangi ülkede ise biz de oraya gidiyorduk. Yani bir anlamda göçebe bir yaşam tarzımız vardı.
    Gazze’de Başkan’ın konutunu sordum. Bir taksi beni oraya götürdü. Elimde kocaman bir bavulla dört katlı resmi binanın önünde duruken, bütün bir geçmiş mücadele ve bu mücadele içinde geçen ömrüm gözlerimin önünden geçti. İçeriler daha tam yerleştirilmemişti. Tanıdıklarla selâmlaşıp sarıldık, hasret giderdik.
   SANA GELDİM EY KUDÜS!
 Gazeteciler, milletvekilleri ve iş adamlarından oluşan kalabalık bir heyetle gelen Tansu Çiller’in teması ardından, yıllar sonra elime geçen bu fırsatı değerlendirip, kutsal kentimiz Kudüs’e gittim. El-Aksa Camii’ne gittim, namazımı kıldım. Eski Kudüs’ün çarşılarını dolaştım, hiç durmadım. Dünyada en çok huzur bulduğum yer o 1.5 kilometre karelik eski Kudüs’tü. Mescid-i Aksa ve çevresinde dolaşınca insan bir tuhaf oluyor. Adeta kendinden geçiyor ve saatlerin nasıl ilerlediğini anlayamıyorsunuz. Kudüs’le yılların hasretini giderdikten sonra, en nefret ettiğim görüntüler daha fazla dikkatimi çekmeye başlamıştı.
   Öteden beri okulların ve ibadet yerlerinin önünde polislerin ve askerlerin beklemesinden nefret ederken, Mescid-i Aksa’nın önünde nöbet tutan İsrail askerlerinin sayısının bir hayli artmış olduğunu görmek canımı biraz daha sıktı.
   Tarihî Filistin evlerinin işgâle direnircesine halâ yerlerinde duruyor olduğunu görmek, beni sevindirmişi. İsrailliler bu evleri almak için dünyanın parasını teklif ediyorlar ama alamıyorlar. Arablar bu evleri satmıyorlar. Her evin bir adı var.
   “Beyt Ebu Ali” (Ebu Ali’nin evi) gibi isimlerin yanına Kelime-i Şehadet yazılmış ve bu semboller, o evin Müslüman’lara ait olduğunu gösteriyor. Yahudiler’in evleri ise altı köşeli Siyon yıldızı ile kendini gösteriyordu.
   Daha sonraki saatlerde Kıyamet Kilisesi ve Elem Yolu’na gittim. Hıristiyanlar kendi aralarındaki mezhep çekişmelerinden dolayı anlaşamadıklarından bu kilisenin hizmetini bir Müslüman aile yapıyor. Orada Süryani Hıristiyanlar’ın secde yaptıklarını gördüm. Daha önce böylebir şeye tanık olmamıştım. Orada her dinden insanı görmeniz mümkün.
 Yıllar sonra yeniden kavuştuğum Kudüs, sanki açık bir müzeydi. Kentin değişmez manzaralarından biri de, bir şeyler satmaya çalışan Arab gençlerin tek dolaşmamalarıydı. Beraberlerinde onları koruyan gençler de var. Sebebi ise İsrail’de 16 yaş üstü olan her kız ve erkek Yahudi’nin silâhlı olması. Arab gençlerini sürekli taciz ettiklerinden, silâhsız Filistinliler arasındaki farkı, kalabalık dolaşarak kapatmayı başarmışlar. Kısacası yıllar sonra gördüğüm Kudüs’te ticaret yapmak bile böyle bir derde dönüşmüş.
   Dikkatimi çeken bir şey de “Şaron Evi” yazan bir bina. Oraya kimse giremiyor. Tabelayı yazmaktaki mesele, sürekli gerginlik yaratmakmış.”
 Bütün diyemeyeceğimiz bu kısmî, fakat buna rağmen çok elim ve gaddarca bir devrin eserini anlatan dilden sözleri gönülden okuduğumuzda, tekrar Fayez’in şu muazzam hissiyatında dolaşmak bize kalıyor ve onunla birlikte Fayez Faslı’nı kapatıyoruz; “Bir kuşak düşünün. İşgâl altında doğmuş, gün be gün işgâlin her türlü vahşetini yaşamış, ailesi sürekli baskı altında tutulmuş, annesinin ağlamalarına şahid olmuş, yüzünü bile göremeden babasını hapishanelerle birlikte tanımış, işsizlik, çaresizlik içinde büyüyen bir kuşak. Elinde direnecek hiçbir silâhı yok. Tanklara toplara, füzelere karşı ne yapsın bu kuşak?” (23)
   İşte böyle bir kuşak, ne yazık ki kendi öz vatanında neredeyse bir asra yakın zamandır, hürriyeti tadmak adına İsrail’in elinden zehir içip kan kusuyor.. 
 
NETİCE: DOSTU DOST DÜŞMANI DÜŞMAN BİLECEĞİZ
ÇÖZÜM: ORTADOĞU’DA YENİDEN HİLÂL DALGALANACAK
   Şimdi netice irtibariyle bize, “varsın Filistinli Sümeyyeler ağlasın, varsın Kuveyt’i, Ürdün’ü, Suudi’si el bağlasın.. Son model Lawrence’ler Ortadoğu’da cirit atsın ve onların devletleri İslâm ülkelerini işgâl edenlere ve komşularının burnandan getirenlere ne imkânlar sağlasın” türünden bahaneler ve pısırık davranışlar yakışmaz.
   Arab Âlemi Osmanlı’ya karşı yaptığı hainane hareketin neticesini misliyle ödedi ve onun adil nizamına muhtaçlığını apaçık ifade etmese de gönül tasdiğiyle dillendirir oldu.
   Ve ne zaman Türkiye huzur, sükûn, iktisat ve birlik-beraberlik yönünden bir adım öne gitmeye başlasa, kriterler veya uyum yasaları bahanesiyle önüne engeller de çıkartılır oldu..
   Ve ne zaman Batı’ya; bırakınız fiiliyatını bir stemi olsa, çeşitli oyunlarla telâfiye tâbi tutulup küstürülmüyor. Lâkin Doğu ile açıkcası İslâm Âlemleri’yle kenetlenmesinin önü alınıyor.
   Haydi diyelim ki, Osmanlı’dan önce de, Osmanlı döneminde de bu Batı hep böyleydi. Dünkü taktiğinden asla tavizkâr değildi, bugün de böyle bir itiyadın sahibidir halâ. Öyleyse bir Slultan II. Mehmed, bir Kanuni kadar ısrarlı ve azimli olabilecek nesillere niçin muhtaçlık çekiyoruz?
    Türkiye’ye Nato zirvesi vesilesiyle ziyarete gelen ABD Başkanı Bush taallûkatı ABD bayrağının biraz, diğerlerinden küçük asılışına tepki gösterirken, onların ceddi niçin Osmanlı’nın Tevhid remzi bulunan Ayyıldızlı halıyı yere sererek Elçi’ye ve Elçi’yle birlikte kendi zevatlarına çiğnetmek istemişlerdir? İşte o ABD Büyükelçisi Polonya asıllı Ahmet Rüstem Bey, Beyaz Saray’ı ziyaretinde yerde serili bu Ayyıldızlı halıyı görünce öylesine hiddetlenecek ve diyecektir ki; “Bu yere serdiğiniz ve çiğnenmesini istediğiniz halı, benim memleketimin şerefidir. Üzerinde hem dinî inancımızın, hem de bayrağımızın ayyıldızı var. Bu halı buradan kadırılana kadar sarayınıza adım atmam mümkün olmayacaktır.”
   Devrin ABD Başkanı Wilson’u kızdıran ve Amerika ile Osmanlı’nın ilişkilerini kopma noktasına getiren bu hususu, Türkiye’ye itibar getirdiği söylenen Bush’a, herhangi bir yürek makamı hetırlattı mı bilemem, ama ben bir Türk vatandaşı olarak o anda hemen şunun anladım, ki adaleti zayıf ABD’nin bu hâkim ve kibirli ömrü kısa olacaktır. 
   Gelelim yazımızın nihaî noktasında Büyük Ortadoğu Projesi’ne. Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar sürdürülen, lâkin buna rağmen güdülen emele uygun bir gelişme gösteremeyen Haçlı Seferleri’nin plânı, Sovyetler’in dağılmasıyla ve Ortadoğu’da dengelerin değişmesiyle uygulanma cesaretini yakalamıştır. Irak işgâli öncesi vaadedilenlerle işgâl sonrası uygulananlar göstermiştir ki Hilâl’le Haç asla barışık olamaz. Hilâl’in İslâmî inanca göre hareket etmesine ve adalete büyük değer vermesine karşı, Haçlılar tahrif edilmiş Tevrat’ta yer alan uydurma bölümler itibariyle dünya liderliğine oynamaktalar. Batı inanç, fikir, ideal, hayat biçimi, birbirleriyle dayanışma ve menfaat sağlama gibi en elzem hususlarda zaten anlaşıyor. Orada bir problem yok. Ama Doğu, İslâm’ın değerlerini muhafaza eden diyarlar silsilesi. Haçlılar’ın hazzedemediği, galebe gelemediği, kendi inancı ve hükmünü üstün kılamadığı, zayıf iken kuvvetli, fakir iken zenginliğine şahid olduğu, hangi husumeti üzerine yağdırmışsa, yine hâkim olamadığı, Allah-ü Tealâ’nın korunan ve kollanan beldeler, kutsal mekânlar kıt’ası hep problemli..
   Madem ki bu Ortadoğu’da şimdi Osmanlı’ya hasret bir birliksizlik var. Madem ki bu Ortadoğu halâ bu zihniyetin tankları topları karşısında kendini sapan taşıyla savunuyor.. Madem ki bu Ortadoğu’da dengeleri yerine oturtacak zengin Arab Birliği, sadece ve sadece Haçlı taassubun zulmünü seyirle yetiniyor..
   Eh.. hassas ve rikkatli bir Türkiye’yi de Nato ve AB ile meşgûl etme şans ve inadları var. O hâlde şimdi Büyük Ortadoğu Projesi’ni uygulamak için Amerikan yanlısı teslimiyeti içinde oluşunu da gözönüne aldığımızda pek geriye önemli bir engel kalmıyor değil mi? Haçlı seferleri maksatlarında bir hayli mesafe katederek Ortadoğu’ya plânlarını taşırken, Ortadoğu dahilinde yer alan ve bu plândan en çok zarar görebilecek ülkeler peki ne yapacaklar?
   Eba Müslim Horasani’ni ifade ettiği gibi; “Onlar dostluklarından emin odukları için dostlarını ihmal edip düşmalarını kendilerine yakınlaştırmaya çalışacaklar. Bu durum karşısında düşmanları dost olmadığı gibi, dostları da onlardan uzaklaşıp düşman saflarında yer alacaklar. Böylece yıkılmaları mukadder olacak.”
   İşte, Ortadoğu’nun dün dostlarını ihmal ederek, düşmanlarıyla cilveleşmesinin bugünkü hâli böyledir. Yıkılmaya mukadder bir manzara çoktan bu bölgeye yerleştirildi bile. Bunun üzerine bir de Türkiye’yi oyalayacak ve içinde hatıra binaen bile olamayacağı Amerikanvari bir Büyük Ortadoğu Projesi, ha..
   Saçma..
   Büyük Ortadoğu’yu küçülten ve aşağılayan bir zihniyet ve maksattan nasıl bir dünya bekliyorsunuz? Buralarda Arz-ı Mevud’dan başka bir iyiniyet harikulâdesi görmek asla mümkün değildir.
   Öyleyse..
   Tam bir asırdır Asya menzilinde dalgalandırılmayan Hilâl artık dalgalandırılmalıdır..
 
Kaynaklar
 1-Gary Allen, Gizli Dünya Devleti (Dünyayı Kimler Yönetiyor?) s. 22, Terc. Hakkı Yavuz-İbrahim Akçe, 1996
 2-Gary Allen, a.g.e, s. 23
 3-Harun Yahya, Soykırım Yalanı, s. 11; Anikam Nachmani, Greece, Turkey and Zionism, s. 55
 4-Harun Yahya, a.g.e, s. 7
 5-Roger Garaudy, Siyonizm Dünyası, İst. Pınar Yayınları 1983, s. 148 
 6-Gary Allen, a.g.e, s. 23
 7-İttihat ve Terakki Devrimi 1908, Osmanlı Devleti Tarihi/Politika Siyaset Bilimi
 8-Mim Kemal Öke, Il. Abdülhamit, Siyonistler ve Filistin Meselesi, İstanbul, 1981, s. 76 vd. s. 81
 9-Lenni O’Brenner, Sionizm in The Age Of Dictators, s. 84; Harun Yahya, a.g.e, s. 35;
10-İbid, s.102; Harun Yahya, a.g.e, s. 38
11-Conor Cruise O’Brien, Die Geschichte des Zionismus und Des States İsrael, Münich, 1931, s. 130s
12-Lenni Brenner, Şebeke, Siyonistler’in Naziler’le 51 İşbirliği Belgesi, Çev: Derya M.M. Aşık, s. 85
13-İbid, s.98; Harun Yahya, a.g.e, s. 38
14-Harun Yahya, a.g.e, s. 29
15-Harun Yahya, a.g.e, s. 33
16-İbid, s.85; Harun Yahya, a.g.e, s. 33
17-Prof. Tansu Çiller, El Kitabı ‘Avrupa ile Bütünleşiyoruz’dan
18-Gary Allen, a.g.e, s. 33
19-Gary Allen, a.g.e, s. 26
20-Fayez Khalil, Tarihin Tanığıyım, İst. 2003, s.14
21-Fayez Khalil, a.g.e, s. 15
22-Fayez Khalil, a.g.e, s. 101
23-Fayez Khalil, a.g.e, s. 89-90-91
 
 
 
 


 
 
  Bugün 24 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol