Zaman Gazetesi'nin 6. sayfasında verilen bu haberin sahibi Bekir Yıldız'ın 'çok derin bir fotoğrafı var ki, adeta orada 'çok derin bir Zaman'a işaret’ edercesine eli çenesinde ve 'ben size inad gülümseyebiliyorum' dercesine başından geçenlerin tebessümcüsü olduğunu ifadelendiriyor. Yıldız'ı işte böylesine gülümseten ve tebessümleştiren sayfanın 'GÜNDEM'e aktardıkları, bir 'Vakit' sonrası O'na kaş çattırmış olmalı ki, Zaman'ı; 'Pişman oldu' diye yazdığı için yalanlıyor ve; 'KESİNLİKLE PİŞMAN DEĞİLİM!' diyor.
Ve işte bu noktası virgülüne yine 1 Mart 2005 tarihli Vakit Gazetesi'nde Yıldız'la ilgili neşredilen haber: "Sincan eski Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın dünkü Vakit'te ve bir başka gazetede yer alan iki ayrı haberde, iki ayrı Kudüs Gecesi değerlendirmesinde bulunması tartışmalara yol açtı. Bekir Yıldız ise gazetede yer aldığı şekilde Kudüs Gecesi düzenlemekten pişman olduğu şeklindeki sözlerin gerçeği yansıtmadığını belirterek, 'Vakit'e söylediğim sözleri, o gazeteye de söyledim. 'Ben Kudüs Gecesi düzenlemekten pişman değilim' dedim. Ama haber orada bambaşka bir şekilde çıktı' diye konuştu.
MAKSATLI BİR HABER HAZIRLAMIŞLAR
Gazetedeki haberi görünce şok olduğunu anlatan Bekir Yıldız: "hiç bir yerde hiç kimseyle o şekilde konuşmadığını' anlatarak 'özel sohbetlerimde bile pişman olduğuma dair bir lâfım olmamıştır bugüne kadar. Kesinlikle çarpıttılar, maksatlı bir haber hazırlamışlar. Hiç bir yerde böyle konuşmadım" dedi
ALLAH'IN GÖNLÜNÜ HOŞ
EDECEK BİR ÇALIŞMAYDI
Filistinliler'in dertleriyle dertlenmenin pişman olacak bir yanı bulunmadığını kaydeden Bekir Yıldız; "Bence o gece sonuçta Allah'ın gönlünü hoş edecek bir çalışmaydı. Benim böyle bir şeyden rahatsız olabileceğimi, pişmanlık duyabileceğimi nasıl düşünürler? Ama demek ki birileri bundan rahatsızlık duymuş" dedi. İnsanların yaptıkları işlere dair bir iç muhasebede bulunabileceklerini, o geceye dair de kendisinin konjonktürel açıdan kimi değerlendirmelerinin olabileceğini belirten Bekir Yıldız, 'Ama son tahlilde, o gecenin doğruluğuna her zaman inanmışımdır. Her zaman da arkasındayım böyle bir etkinliğin" dedi. Yıldız, söz konusu gazeteye bugün bir tekzip gönderip haberi düzeltmelerini isteyeceğini bildirdi."
BİZİ İKTİDAR HIRSI TASFİYE ETTİ
2005'in Şubat 28'inde, 28 Şubat'ın tahlil ve tahrik dosyasını ele aldığımızda, elbette bir hayli basın ve yayın organlarında, Refah'ın Postmodern Darbe 28 Şubat sürecine hız veren ön isimleri, çoğu zaman dönemin liderleri Erbakan'dan bile ileri gidebiliyorlardı. Bunların başında da öncelikle Şevki Yılmaz, Bekir Yıldız ve Hasan Hüseyin Ceylan geliyordu.
Zaman Gazetesi'nin 28 Şubat 2005 tarihli sayısına YORUM'da bulunan ve esasen tam metni not edildiğinde daha net bir 28 Şubat okunacağı görülen bir yazıya imza koyan Refah Partili Rize eski milletvekili Şevki Yılmaz'ın, "28 Şubat'ta kaybeden ülke, kazanansa mutlu azınlık oldu" şeklindeki görüşlerinin başlığı, 1 Mart 2005 tarihli Vakit'te, daha özet bir haber üstünde: "Bizi İktidar Hırsı Tasfiye Etti" olarak yer alıyor. Zaman'dan arşivlenen Vakit'teki özet haberde Şevki Yılmaz diyor ki;
"Geri dönüp baktığımızda, 28 Şubat Postmodern Darbesi'ni, üç boyutu olan bir süreç olarak görüyor ve değerlendirmek istiyorum. Birinci boyutu uluslararası boyutudur..(..)
Diğer boyutu ise ülkemizle ilgilidir. Maalesef dışarıdan empoze edilen bu senaryo.. (..) rantiye çevrelerinin eliyle gerçekleşmiştir. Maalesef ülke içindeki bazı güç odakları (sonradan kendilerinin de ifade ettikleri gibi) bu oyunda geçmişte olduğu gibi figüran olarak kullanılmışlardır. (..) 28 Şubat süreci içerisinde koparılan irtica yaygaraları ise tamamen suni ve plânlı bir durumdur. (..) Topyekûn bir savaş çığırtkanlığı ile medya patronları ve rantiyeciler el ele vererek ülkeyi krizlerin içine sokmuşlardır. (..)
28 Şubat'ın hedefi (bahanesi) olan bizlerin de, bu süreç içerisinde yaşadıklarımız, olayın üçüncü boyutudur. Yaşadığımız süreç bizi yoğun bir iç hesaplaşmaya götürmüş, muhasebe yapma ve yaşanılanları tahlil ederek hatalarımızı görebilme imkânı sağlamıştır. 'Dost acı günde belli olur' sözünün ne anlama geldiğini, yaşayarak öğrenme imkânı bulduk. Bu süreç içerisinde siyasi iktidardan tasfiye edilişimizin iç ve dış mihrakların gücünden değil, ideallerimizi bir kenara iterek 'illa iktidar' hırsına kapılıp zafiyete uğramamızdan kaynaklandığını anladık.' Hakk'ın rızasından kopup halktan uzaklaşan, istişareyi önemsemeyen, kolektif akıl yerine tek akla ve şahsa güvenen , ehliyetsiz, plânsız proğramsız, günübirlik politikaların çıkmaz sokak olduğunu bir kere daha yaşayarak gördük.
Bu tür süreçlerin tekrar yaşanmaması için herkese görev düşmektedir. Milletimiz iradesine sahib çıkıp doğruyu tavsiye ve uyarma görevini hiç çekinmeden yerine getirmelidir. Bu ülkeyi yönetenler ise halkın kendilerine verdiği yetkiyi gereği gibi kullanmalı, sözünün eri olmalı ve muhalefette cesur, iktidarda süt dökmüş kediye dönmemelidirler. Her ne pahasına olursa olsun halka hizmet ederek Hakk'ın rızasını kazanma dışında başka çıkarlar peşinde koşmamalıdırlar. Halkına bedel ödetirken kendileri bedel ödemekten kaçmamalıydılar. Bu senaryoda figüran olarak kullanılan çevreler de artık halkın iradesine saygı göstermeyi öğrenmeli, insan hak ve hürriyetlerinin cebri hareketlerle hiç bir zaman önlenemeyeceğini idrak etmelidirler. Ülkemize ve milletimize her zaman pahalıya malolmuş darbeler artık tarihin çöp sepetine atılmalıdır. Devletimiz milleti ile bütünleşmeli, milletimiz de; Alevi'si, Sünni'si, Türk'ü, Kürd'ü, Laz'ı, Arab'ı, Çerkez'i el ele vererek, yüzyıllardır bu coğrafyada yaşayan halklar olarak sevgiyi , kardeşliği ve dayanışmayı ön plâna çıkarmalıdır. Tüm dünyanın üzerinde plânlar yaptığı bu coğrafyada ayakta kalabilmemiz ancak sevgi ve kardeşlik duygularıyla birbirimize tahammül ve saygı göstererek mümkün olabilecektir."
Refah Partisi'nin Rize eski Milletvekili Şevki Yılmaz'ın görüş ve düşünceleri böyle.. Adeta bir ibret tablosu ve ilk tecrübesini kendilerinin yaşadığı nasihat vesikası. Peki sonuç ne? Şu; "Ülkeyi yönetenler, sözünün eri olmalı ve muhalefette cesur, iktidarda süt dökmüş kediye dönmemeli.."
SİNCAN BÜROKRATLARININ GÖRÜŞLERİ
Bundan sonra, yani 2007'yi takibeden yıllardan sonra da Sincan ve Kudüs Gecesi bizim çevremizde, 28 Şubat ise bütün çevrelerde yine konuşulacaktır. Esasen kendi başına, müstakil ve kıyafetli bir konudur Sincan Kudüs Gecesi. Yarısı amatör, 10-11 kişilik bir aktörler gurubunun rolüyle oyuna getirilen Kudüs Gecesi'nin seyirciye veya izleyiciye iştah mı, istiğfar mı verdiği belli olmayan eskimez, bıkılmaz, pörsümez ve durmaz-din(!)lenmez 'Tank-Tink-Tank' isimli bühtan filim ebediyen izlenecektir. Ama bundan sonra bizim bu mevzuuları yazmaya devam edip etmeyeceğimiz sıhhate, nefese ve meçhullerden gelecek o sese bağlı..
Bu itibarla mümkün mertebe Sincan Belediye eski Başkanı Bekir Yıldız'a torpil tanıyorum. Bu elimdeki muhteva içinde yer alan diğer kişi ve olaylardan misliyle Yıldız'a yorum, haber röportaj, makale, tesbit ve tahlil ne varsa imkân tanıyorum. Sanırım eserin en gıdıklayıcı ve gıcıklayıcı sayfaları da, okuyucu için O'na ait sayfalar olacaktır.
İşte o sayfalardan birini de Sincan'ın 13. Belediye Başkanı Hasan Altın ile açıyor ve Kaymakam Ertan Yüksel ile devam ettiriyoruz.
Sincan Belediye Başkanı Hasan Altın
Hasan Altın'ın 2 Mart 2005 tarihli ve Aslıhan Altay Karataş'ın imzasıyla Yeni Şafak'ın 16. sayfasına yansıyan Kudüs Gecesi düşünceleri şöyle:
'Tankların Sincan'da Yürümesi Talihsizlik. Hasan Altın'a 28 Şubat'ın yıldönümü olması sebebiyle Sincan'ın caddelerinde tankların yürütüldüğü günü hatırlatıp; 'sizce 28 Şubat sürecini hazırlayan olaylar neden Sincan'da yaşandı?' diye sorduk. Altın'a göre birileri, 'Türkiye'de vurgun yapmak için 28 Şubat sürecini zemin olarak kullandı. Bu olaylar için Sincan'ın seçilmesini talihsizlik olarak niteleyen Altın, sözlerini şöyle sürdürdü: '28 Şubat sürecinin yaşandığı zaman içerisinde Türkiye'de nerelerin, ne şekilde soyulduğu ortaya çıktı. Belki birileri 28 Şubat sürecini ülkenin bütünlüğü ve güvenliği kaygısıyla yaptılar. Ama onlara yaptırtanların bu kaygıyı çok taşıdıklarına inanmıyorum. Türkiye'de katrilyonlarca vurgun dönemi o süreçten sonra yaşanmıştır. Görüyoruz şimdi, kimi yargılanıyor, kimisi ortaya çıkıyor. Bir yer seçilmesi gerekiyordu belki, o da Sincan oldu. Onu da zamanın idarecileri çok öngörmedikleri için belki prim verdiler. Maalesef yaşandı. Tankların yürümesiyle sonuçlanan olaylar Sincanlılar için sıkıntılar doğurmuştur. Bir dönem askeri öğrenci alımında Sincan doğumlu olmak dezavantaj haline gelmiş, askeri birliklere ziyarete giden Sincanlılar'a endişeyle bakılmıştır. Ama bunlar zamanla aşılıyor.
Böyle olmadığını Sincan'da herkes biliyor. Tanklar zaten geldi geçti. Biz artık güzelliklerle, lâlelerle anılmak istiyoruz."
SİNCAN TANKLARLA DEĞİL THİNK THANKLARLA ANILACAK
2006'nın 28 Şubat'ında, her zaman Sincan'la ilgili en özeli yapan Sabah Gazetesi, yine Özel Sabah ile İlçe Kaymakamı Ertan Yüksel'i konuşturuyor. Sincan'ın tanklarla değil Think Thanklar'la anılacağı hususuna vurgu yapan Yüksel, '28 Şubat'la gündeme gelmek Sincan'ı çok üzüyor. Şimdi imaj yenileme zamanı' diyor ve Sincan'da anne-baba eğitimleri, meslek kursları, Kent Konseyi, Avrupa standartlarında (Harikalar Diyarı) Yunus Göleti ile çok şeyin değiştiğine işaret ediyor. Kaymakam Ertan Yüksel bir anlamda, bir türlü ulusal basının modern ve çağdaş Sincan'ı göremeyişine atıfta bulunurcasına, 'siz 9 yıl öncesini boşverin, bugünlerin Sincan'ına bakın' diyor.
Sincan Kaymakamı Ertan Yüksel'in açıklama yaptığı gazetemiz Yeni Güç ekibi: Gazete Sahibi Latif Karahan, Genel Yayın Yönetmeni Bekir Yalçınkaya, Köşe yazarı Sadettin Bayram
Kent Konseyi kurarak Sincan için yapılabileceklere, Sincan'ın görülmeyen yüzünü tanıtacaklarına ve kaymakamlık, belediye, sivil toplum kuruluşları ve Ankara milletvekilleriyle Sincan'ı tartışacak ve gerekeni ortaya koyacaklarına dikkat çekiyordu. O günden sonra birçok projeye imza atan Sincan Kaymakamı Ertan Yüksel'in şu sözüne Sabah'ların ve Akşam'ların insanlarının çok iyi kulak vermesi gerekmez mi?
'Sincan sanıldığı gibi gerici bir yer değil, anlayacağınız. Kızılay nasılsa Sincan merkezi de öyledir. Yazın burada da göbeği açık kızlar gezer. Çankaya'da ne kadar tarikat varsa, Sincan'da da o kadar vardır. Kimse bunu abartmamalı.'
Evet.. biz de yıllardır böyle demeye çalıştık ama, ne yazık ki 28 Şubat'tan yemlenenler bir türlü anlamaya çalışmadılar. Ne zaman 28 Şubat gelse Sincan gündeme gelir. 'Birileri Sincan'ı üs olarak kullandı. Sıkıntılar çektik. Sincan küçük İran olarak gösterildi ama, son yıllarda hızlı bir yükseliş var. Organize Sanayi Bölgesi'yle yatırımlar artmaya başladı. Arsa fiyatları düşmüştü. şimdi boş arazi, kiralık ev bulunamıyor' diyen Selahattin Sağlam ve başkanlığını yaptığı SİSİAD'ın hedeflerinden hareketle, Sincan'ı tanımaya çalışılmış olsa da, kiralık evin zor bulunduğu bir Sincan'dan şu mâna çıkarılamaz mı? 'Yerli halkı Kudüs Gecesi itibariyle bu şehirden kaçan veya onca propaganda neticesi Sincan'ı tercih etmeyen bir insanlık kitlesi, sadece bu şehire mahsus bir ruh halini taşıyor.'
Hiç de öyle değil. 28 Şubat pirimcileri Sincan'ın Kudüs namlı tek bir gecesinin ardına sığınmışlıkta ısrar ediyorlar ve temcid pilâvı gibi bir yorumlarını, bin bir yoruma dek sürdürme inadını taşıyorlar.
Ki, işte Sincan'la ilgili ruh, esasen de ruhsuzluk karmaşası diye buna denir..
28 Şubat Sürecinde Tankların Yürüdüğü
İlçede Şimdi 15 Kilise Var
SİNCAN MİSYONER ÜSSÜ (MÜ) OLDU?
İlçenin emniyet ve mülki idare amirliklerinden savcılarına kadar 'Hayır, değil' cevabı verilen bu soruyu cevaplayan Türk Diyanet Vakıf-Sen Genel Başkanı Bilal Eser, 28 Şubat 2006 tarihli Vakit'te kısa bir vakit ayırdığı Sincan için; 'irtica hortluyor' denilerek tankların yürütüldüğü Sincan'da bugün misyoner kaynıyor. 28 Şubat öncesinde böyle şeyler yok gibiydi. Bugün Sincan'da 15 tane kilise var' diyor.
Eser, Türkiye'nin dışarıdan ve içimizdeki Danimarkalılar tarafından adeta bir kıskaç altına alındığına da dikkat çekiyor. 'Son din İslâm'ı sulandırmak' amacıyla Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed'in karikatürünü çizen karikatürist ile 28 Şubat'ın ruh birliğini taşıdığını ima etmesinin ardından 5 ay sonra, bir 14 Temmuz günü Didim'in Akbük Koyu'ndaki yazlığımıza bir mesaj geliyor. Mesaj, genç gazeteci Ayhan Babayiğit'ten (Tabii ki O'na da başkalarından)
Diyor ki; 'Peygamber Efendimiz'e saygısızlık yapan Danimarkalı köpek, karikatürcü evinde çıkan bir yangında Domuz gibi öldü. Allah için bu mesajı 6 Müslüman'a gönder.' İmanın şartı sayısınca 6 mesaj..
Demek ki hayırla şerrin mücadelesinde kazanan taraf Yüce Peygamber'in râbıtalıları oluyor ve şer, bir daha hayıra galib gelemeyeceğini canı pahasına öğreniyor ve anlıyor.
Evet.. 'içimizdeki ve dışımızdaki Danimarkalılar' sözü nereye varıyorsa, orasına dikkat edilmeli. Şapkasını alıp gitmesini eleştirenlere; 'ne yani, bırakıp da mı gitseydim şapkayı' diyebilen darbe mağduru Demirel'in bile 28 Şubat 1997'dekine darbe gözüyle bakmaması tuhaf değil mi? 'İrtica, yolsuzluklar ve halkın sindirilmesi' ana başlığının, 28 Şubat 1997'den sonra Türk insanının kucağına bıraktığı hep boydan büyük çıkının içinde nelerin bulunduğunu bir bir sıraladığı mükemmel bir yazı bu. Ve ben buna şapka çıkartırım.
İşte o, Hukukçular Derneği Başkanı Avukat Hüsnü Tuna'nın ibret dolu makalesi:
"Türkiye'nin son üç çeyrek asırlık zaman süreci içerisinde, bir kısım 'tarihi kilometre taşları'ndan oluşan ve 'kara leke' olarak tanımlanabilecek olaylar yaşanmıştır.
Bir çok vatansever insanın 'vatana ihanet' suçlaması ile önce idamına karar verip, sonradan gerekçe yazan 'İstiklal Mahkemeleri(!)' ile başlayan 1960, 1971 ve 1980 darbeleri ile devam eden sürecin son halkası '28 Şubat'tır.
DERİN YARALAR AÇTI
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde kilometre taşı niteliği taşıyan bu olaylar, -özellikle 28 Şubat- Türk toplumunu inciten, aşağılayan ve tedavisi uzun yıllar alacak yaralara neden olan bir süreci yaşatmıştır.
28 Şubat Türk toplumunda bıraktığı etki alanı itibariyle en geniş, açtığı yaralar itibariyle de en derin olanıdır. Zira toplumun % 80'i belirli oranlarda bu olumsuzluktan etkilenmiştir.
28 Şubat yasa dışılığın adıdır. Bir kısım terör örgütü mensubunun ifadelerine ekleme-çıkarma yaparak yargısal soruşturmalara müdahale bu süreçte gerçekleşmiştir. Yıllarca Güneydoğu'da, PKK ile savaş rantını yiyenler, halkın % 20'sinin oyunu alarak iktidar olma şansını yakalayan siyasi partileri, yasadışı terör örgütlerinin amacına hizmet etme iddiaları ile kapatma sürecini, 28 Şubat'la başlatmışlardır.
HAYATIMIZI VE GÜLLERİMİZİ SOLDURDU
Yargı bağımsızlığını ve hakimlerin tarafsızlığını vurgulayan Anayasa'nın, 'mahkemeler hiçbir kişi veya kurumdan telkin ve tavsiye alamaz' kuralı, 28 Şubat brifingleri ile bu dönemde delinmiştir. Yüksek rütbeli(!) savcılar, birçok kişi hakkında düzenledikleri iddianameleri, 'masumiyet karinesi'ne rağmen mahkemeler yerine 'basın toplantılarında açıklama' geleneğini başlatmışlardır.
Kimi siyasiler, bürokratlar ve gazeteciler aleyhine yapılan İFTİRALAR, terör örgütü dosyaları kullanılarak yasal kılıflarla kamuoyuna sunma ve toplumsal zihni iğfal etme girişimleri, 28 Şubat'ın eseridir. 28 Şubat, devletle vatandaşın arasını açmayı hedefleyen bir komplonun adıdır. Tarihten gelen bir anlayışla devletini kutsal bilen Türk halkı, kutsal devletin(!) zulmüne 'sistematik olarak' 28 Şubat'la tanık olmuştur.
Binlerce öğrencinin, memurun idealleri, rüyaları, hayatları, hayata olan bağlılıkları 28 Şubat'la yok olmuştur. Baharda açılan bir çiçek gibi hayata yeni başlayan imam hatipli, meslek liseli, ilköğretimli gül çocuklar 28 Şubat'la soldurulmuştur.
'28 ŞUBAT DESPOTİZMİ' VE 'KİRALIK KALEMLER'
Mesleğe başlarken 'tarafsız ve objektif olacağına, hiçbir ayrım yapmayacağına' dair yemin eden YARGI MENSUPLARI 28 Şubat'la yeminlerini bozmuşlardır. Türk halkının % 80'inin itibar gösterdiği 'Adalet ve Yargı Mekanizması' 28 Şubat'la halkın gözünden düşmüş ve itibarını kaybetmiştir.
Vicdani kararları ile vicdanları rahatlatması gereken hakimler, vicdanları kanatan kararları 28 Şubat yönlendirmeleri ile oluşturmuşlardır. Adına demokrasi dedikleri ve demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak nitelenen siyasi partilere oy veren vatandaşları 'kan emici vampirler' olarak tavsif etme bayağılığını gösteren yargı mensupları, bu süreçte türemiştir. Dolayısıyla 28 Şubat, militan hukukun yaygınlaşma istidadı gösterdiği bir zaman dilimidir.
28 Şubat aynı zamanda 'satılık kalem' demektir. Birçok haberi paşaların talimatı ile yazan, gazetesinde atacağı başlığı belirlemek için 'paşam bugün ne yazalım?' yalakalığı ile birilerine soranlara, 'kafanıza göre bir şey çakın' sözünü talimat kabul edip 'yüksek rütbeli asker' hayaletine vicdanını ve kalemini satan gazeteciler bu sürecin eseridir.
28 ŞUBAT’ÇILAR İYİ BİLİNMEYECEKLER
Belki de onlarca meslektaşını, asılsız iftiralarla işinden eden satılık kalemlerin, bugün günah çıkarırcasına olayları deşifre edenlerin açıklamalarından 28 Şubat'ın vahameti, daha net anlaşılmaktadır. Ne yazık ki Filistin halkının oyları ile seçilen Filistinli Müslümanların temsilcisi Halid Meşal'in gelişini terör devletlerinin ağzıyla eleştirenlerin, Dışişleri Bakanı'nın "bir kısım basının yabancı servislerin yönlendirmesine açık olduklarına" dair açıklaması dolayısıyla gösterdikleri alınganlık (!) hayret vericidir. Tam da 28 Şubat despotizmi'ne yardakçılık yapanların anlayışını deşifre eden gazeteci (Cân Ataklı'nın) açıklamalarının yayımlandığı günlere denk gelen bu alınganlığın samimi olmadığını anlamak zor olmasa gerek.
Kendilerini, sözüm ona halkın, sivil insanların hak ve hukukunu koruma adına kurulmuş gibi gösteren; haksızlığa, zulme ve despotluğa verdiği destek ile kafa yapısı itibariyle resmilerden daha resmi, kraldan daha çok kralcı bir taşeronluğa soyunan STK'lar bu süreçte ortaya çıkmıştır.
İrtica ile mücadele görüntüsü arkasına sığınarak milyarlarca lirayı çerez parası olarak harcayanlar, milyonlarca vatandaşın yatırdığı paranın milyon dolarlarını hortumlayanlar, yerleşik yargı kurallarını hiçe sayarak mahkemeleri ve kanunları kendi siyasi, etnik ve mezhepçi anlayışı doğrultusunda kullanan yargıçlar ve bürokratlar bu sürecin eseridir. Susurluk (her ne kadar önce açığa çıksa da) Yüksekova, Şemdinli, Sauna (TEDAŞ'la ilgili çetede yazılacak) ve benzeri yasadışı çeteler, bir 28 Şubat klasiğidir. Batı Çalışma Grubu adıyla devlet içinde yasadışı grup oluşturanlar, bunun bir başka versiyonu değil miydi? Devletin ihalelerinin dağıtımına mafya, bu süreçte ortak olmamış mıdır?
Yasadışı işlerini temizleme görevini mahkemelere yükleyen yasadışı oluşumların "bir mahkeme hakimi ile telefonla rüşvet pazarlığı" yapabilecek cüreti bu süreçte göstermesi anlamlı gelmiyor mu? Yargıçların kendilerini, yasadışı talimat ve yönlendirmelere açmalarının sonucunun böyle olacağı şüphesizdir.
28 Şubat, silah gücü kullanılarak geçici bir süre halkın sindirilmesidir. Ne var ki, zulüm ile âbad olunamayacağı bilinen bir gerçektir. Bugün tarafsız ve hakem konumunda olması gereken bir kısım kurum ve kuruluşların zulmü tescilleme, genişletme ve devamlı kılma yönündeki çabaları da bu gerçeği değiştiremeyecektir, 28 Şubat'ı plânlayan ve icra edenler, hiç bir zaman "iyi bilinmeyecek"lerdir. Aksine zalim, despot, iki yüzlü, birilerinin taşeronu olarak bilinecek ve asla hayırla yâd edilmeyeceklerdir."
*Hüsnü Tuna: Avukat/Hukukçular Derneği Başkanı
ŞEVKİ YILMAZ'I
ANLAMAK KAFA İSTİYOR
28 Şubat sürecinin ardından Almanya'ya giden ve 7 yıl sonra da Türkiye'ye dönen RP Rize eski Milletvekili Şevki Yılmaz'ın yıllar sonraki düşüncelerini Hüsnü Tuna'nın makalesi ile mukayese ettiğinizde, sanki Tuna; Yılmaz'mış ve o dönemde ve o dönemin öncesinde hep konuştuğu için gelmişi geçmişi didik didik edilmiş gibi bir hâl ile konuları gündeme taşıdığı hâlde, Şevki Yılmaz'ı çok farklı bir kulvarda buluyorsunuz.
28 Şubat 2006'da Zaman Gazetesi'ndeki röportajında bakınız ne diyor Şevki Yılmaz; "Bugünlerde din adına gençlere cinayet işletebilirler. Hazret-i Ali'ye yapmışlar bunu. Hazret-i Hüseyin'e yapmışlar. Onları öldürenler de liderlerinin emrini yerine getirmiş oluyorlar. Liderlerinin dini temsil ettiğine inanıyorlar. Peygamber'e soru soruluyor, liderlere sorulamayacak. 'Sorma!' diyorlar" diyor ve sözü 28 Şubat'a getiriyor;
"28 Şubat'ı kendi içimizde yapmıştık zaten. Dünya kalbe girdi, din cebe girdi. Birini ezmek için, birini dışlamak için din kullanıldı. 'Benim partimden olmayan Kâfir'dir' dendi. Ona hasta dendi, buna hidayeti kararmış dendi. Çünkü din cepte, bozdur bozdur harca.! Koltuk kavgası ile birbirimize girmiştik. O günlerde, 'Allah tokadı bize indirecek' diyordum. İndirdi de.. Peygamber'e torpil yapmayan Allah bize mi yapacaktı? Lüks içinde yaşıyorduk. İsraf içinde. Biz dışarıdaki Karun'larla, Nemrud'larla uğraşırken, içerideki Yezid'leri unuttuk. Çöküş sebeblerimizden biri de hezimetleri Siyonizm'e maletmek. Hazret-i Hüseyin'i Siyonistler kesmedi. 'Dini temsil ediyoruz' diyenler kesti. 'Emir ne derse doğrudur' anlayışı Yezidi bir anlayıştır.”
Yılmaz'ın sözleri bu kadar değil. İslâm'ın kavgasını, anladığımız kadarıyla kendi içindeki sulta olarak görüyor. 1993'te benim Sincan’da dinlediğim Şevki Yılmaz, asla böyle düşünmüyor ve böyle söylemiyordu. Siyonist! dedikçe, Yahudi! dedikçe Amerika, Batı veya Haçlı dedikçe öyle hiddetleniyordu ki, 'bu tavrı O'nu bir sır gibi mezara dek götürür' demekten öte bir düşüncemiz olamazdı. Bence, böyle de olmalıydı. Hazret-i Hüseyin'i o günün şartlarında, doğru, Siyonistler kesmedi. Ama bugün Siyonistler Hazret-i Hüseyin'in kardeşleri Filistinliler'i kesmekteler. Peki, buna ne diyeceğiz? 'Fütursuzca konuşan Şevki Yılmaz için 28 Şubat, sadece konuşmama ve haddini bilme' dersi mi olmuştu.? Yani O', şu geçmişinin muhteşem manzarasından hava katılaşınca ve puslanınca pişmanlık mı duyuyordu.? Halbuki Bekir Yıldız, 'hiç pişman olmadığını' söyleyip durmakta..
Yoksa, Yıldız'a halâ liderlere sormayan ve bu tabiatını koruyan biri olarak kaldı' mı demeliyiz.?
ERCAN PALA İLE HAFTABAŞI SOHBETİ
6 Mart 2006 tarihli Sabah Gazetesi'nin 11. sayfasında ve Ercan Pala'nın HAFTABAŞI SOHBETİ'nde adeta bir diyete imza atılırcasına Yıldız'a tam sayfalık bir yer veriliyor. Röportajın metnine baktığınızda, Bekir Yıldız'a karşı, hassas ve Yıldız'ları kırıp dökmeyen bir üslûp var. Halbuki o günkü Sabah'ın, 1 Şubat'tan 28 Şubat'a kadar Sincan'a ve Bekir Yıldız'a karşı tavrına baktığınızda Hafta Başı Sohbeti, 'Dünya'nın yenilendiği ve yeni bir insanlığa doğru gidildiği'ni bile vermez katılıkta önünüze gelecektir.
Her neyse, birçok basın, sadece Sabah olsa amenna, Sincan'ın sayfasını hep tersten okumuştu. Tamamen haksız değillerdi, ama Yıldız için doğru olmayanlar da vardı ve pek Yıldız'ı tutmamışlardı. Geçti o günler, diyelim ve Ercan Pala'ya dönelim;
"Türk siyasi hayatında bir dönemi kapatan ve Refah Partisi'ni iktidardan eden 28 Şubat'ın 'baş aktörü' ya da bazı kesimlerin deyimiyle 'günah keçisi' olarak görülen dönemin Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız, o günleri, yaşadıklarını ve 9 yıl sonra geldiği noktayı anlattı. Yeniden siyasete soyunduğunu söyledi."
Gerçekten Tepe’nin Günah Keçisi olarak gördüğü bu adamı Sincan halkı da öyle görüyor muydu? Fikirlerden, daha ziyade insan fıtratına uygun düşünce ve hareketlerden ortaya fırlayan gayelerin ana dökümanı olan, o günün hindi satışını men ve yılbaşını kutlatmama gibi tasavvur suçlanması içindeki o radikal kararlara bağlı sorulan Pala'ca bir soruya Yıldız; "Şu anda bir bakalım. Bu günkü yılbaşı kutlamalarımız acaba Müslüman bir toplumun bize ait bir yılbaşı kutlaması mı? Müslüman bir yılbaşı kutlaması nasıl olur ve yahut bu yılbaşı kutlaması kime ait, Hıristiyan âlemine. Son zamanlarda çamları çok fazla görüyoruz. Çamı niye keserler getirirler, koyarlar. İsa Aleyhisselam ona benzetilirmiş, birçok insan bunu bilmiyor, yüzde doksanı bunu bilmez. O zaman ben bunu dile getirdim, İkincisi de Müslüman bir topluluğun yılbaşını niye kutladığını sorguladım. Artı, o zaman Bosna'da çok ciddi anlamda dram söz konusuydu. Oradaki Müslümanlar çok ciddi sıkıntılar yaşıyordu. Biz yasak koymadık. Üzerinde, "Dile gelse konuşsak, Bosna Dağı taşı, nice başlar biterken yılbaşı" yazılı bir pankart açtık. Orada bir dram varken bizim eğlenmemizin yanlış olacağını vurgulamak istedik. Bu da içten, yürekten, severek ve isteyerek yaptığım bir şeydir" cevabını veriyor.
"Peki, belediye başkanının yılbaşı kutlamasını yasaklayıp, yasaklamama gibi bir görevi var mı?" idi.
Yıldız'a göre; 'belediye başkanının gürültü ve çevreyi rahatsız etme gibi konularda yasaklama yetkisi var’dı. Yılbaşını yasaklama yoktu ve orası yanlıştı. Sıhhi gerekçelerle hindi satışını yasaklamıştı, bugün belediye başkanı olsa yine aynı çalışmaları yapardı. Zira bölgesinde birahane var, gazino vardı. Oradaki insanların hepsiyle konuşmuş, tartışmış, ama yasak diye bir kural koymamıştı. Sadece uyarı yapmıştı. "Kim söyler tersini, bizim bölgemizin dışından, tanımayan, bilmeyen insanlar. Ama gazeteciler ve medya 'bunu hangi şekilde dile getirirsek yer alır' diye düşünerek insanların kafasında haberi oluşturmaya çalışıyorlar. Bizim yaptığımız uygulamalar bire bir verilmiş olsa da haber değeri olurdu, yapmadılar" diyerek kendisini anlamayan ve yayınlarıyla yanlış mahfillere oturtan basın ve yayın kurumlarına sitem gönderiyordu.
Ercan Pala'nın en çok konuşulan konu olan hususa binaen; 'Şeriat'ı enjekte edeceğiz' sözleriniz?' şeklindeki sorusuna da Bekir Yıldız şöyle cevap veriyordu:
Bekir Yıldız'ın, Ercan Pala'yla röportaj'ı
"Buradaki Şeriat kelimesi yanlış. Benim Kudüs Gecesi'nde yaptığım konuşma DGM kayıtlarında var, polis kayıtlarında var. Kaset var. Ben ‘Şeriat’ kelimesini kullanmadım. Konuşmam, "Bu ülkede hoşunuza gider veya gitmez fakat Refah Partisi iktidara geldiyse, konuşma aynen böyle, bunu iktidara getiren sizlersiniz. Çünkü siz görevinizi yerine getirmediniz, sosyal ekonomik koşulları oluşturdunuz, halkla aranızdaki mesafeleri açtınız, rüşveti mübah kıldınız. Refah Partisi bunun tam anti yönde çalışmalarını yaptı ve iktidara geldi. Bunun anlamı şudur; gece üstünüzü açık bıraktınız, üşüttünüz, hasta oldunuz, ateşiniz yükselmeye başladı, unutmayın sizi bir müddet yatıracağız. Sizi yüzüstü yatıracağız ve tedavi etmek için enjeksiyon yapacağız" şeklindeydi. Bu bir espridir. Ben Şeriat demedim. Tamam, ben Müslüman'ım. Siz kendinize göre, ben kendime göre yaşıyorum bunu. Siz içkinizi içer, gazinoya pavyona gider, öyle yaşar. Ben bunlardan uzak dururum böyle yaşarım. Refah partililer olarak aynı noktaya vuran, yüzde 99'u Müslüman olan ülkede, konularına hassasiyet duyan insanlarız. Bu ülkede Şeriat diye nitelenen neler yapmışız, programda da söyledim Oktay Ekşi'ye, 'söylüyorsunuz söylüyorsunuz, bana örnek verin, deyin ki şu belediye böyle yapmıştır, şu belediye şöyle yapmıştır' örnek veremediler. Bir Erbakan'ın, 'Çankaya'ya cami yapacağız' demesi söylendi. Çankaya'da da cami olabilir, ne var. Her yer dolu. Rahmetli Turgut Özal Meclis'in içerisine bir tane mescid yaptı. Tereyağından kıl çeker gibi. Orda, namaz kılan adam gidiyor namazını kılıyor, namazla ilgisi olmayan adam namazını kılmıyor. Hoca'nın o konuşmayı yaptığı gün ben ordaydım. Kürsüden inecekken, bir genç, kristalden bir cami hediye etti, Hoca'da 'İnşallah bundan bir tane de Çankaya'ya yaparız' dedi. Olay bu ya.
O programdan sonra kendimi izlerken, kendimden korktum. Bu ben miyim? diye sordum. Öyle bir şey. Nasıl olduğu değil, nasıl yansıdığı.
Ve bir soru daha: ‘Kudüs Gecesi bardağı taşırdı. İran Büyükelçisi ve yasadışı örgütlerin varlığının sorun yaratacağını düşünmediniz mi?’
Ve cevabı: ‘Bu örgütler Türkiye dışında Filistin'de, Afganistan'da mücadele veriyor. Nasıl biz Ruslar'ın düşman saydığı Çeçenler'i öyle veya böyle destekliyorsak, bunlar da onlar gibi. Sorun olan Kudüs Gecesi, o yıl üçüncü defa yapılıyordu. İlk ikisinde sorun yoktu da o gece neden sorun oldu? Bunları iyi tahlil etmek gerekiyor.’
Bir soru daha: ‘Size göre tüm bunlar hazırlanmış bir plân, senaryo mu? Kim düğmeye bastı?’
Yıldız'a düşen cevabı: ‘Düğmeye Amerika, dış güçler bastı. Dünya'yı yöneten 9 adam bastı. Buradaki unsurlarını harekete geçirdiler. Çünkü Refah iktidarı her şeyi havuz sistemine geçirmişti ve onların kaynaklan kesilmişti. Bir şekilde Refah Partisi iktidardan gitmeliydi. Her şey büyütüldü, abartıldı ve indirildi.’
Sıra tanklarda; ‘Tanklarda mı, bu senaryonun parçasıydı?’ 'Kimsenin haberi yok, sabahın 6'sında tanklar ilçenin ana caddesinden geçiyor. Bir tanesi de bozuldu diye orada ibret için kalıyor. Camiden çıkan, işe gidenler hariç sokaklarda kimse yok. Ama tüm medya, televizyonlar, kameramanlar orada. Nereden haberleri oldu. Ben ilçe dışındaydım. Öğleden sonra Melih Gökçek'in telefonundan öğrendim tank olayını. Tanklar oradan hep geçer, fakat trenle, ne işi var tankın asfaltta. Cumhurbaşkanı Demirel bile olayı soranları "Asker darbe yapabilir. Bir daha sıkıntı yaşayamayalım" düşüncesiyle Milli Güvenlik Kurulu'na yönlendirdi. "Orayı izleyin" dedi. Bir süre sonra Erbakan istifa etti, görevi Çiller'e vermesi gerekirken, Yalım Erez'e verdi. Demokrasiyi çiğnedi' diye açıklıyordu bunu da Yıldız.
Sonra İran'a da gittiği muhayyilesine 'Kurban seçilen veya ilâhların kurban seçtiği' Bekir Yıldız:
'Hayır, İran'a hiç gitmedim. Bulgaristan'a geçtikten sonra sadece ben Bekir Yıldız ve Allah vardı. Meselâ kimse bilmez, ben orada da hapis yattım. Bulgaristan'dan Romanya'ya geçmek isterken yakalandım. Bir ay Rusçuk Cezaevi'nde yattım. Beni hiç tanımadığım Bulgarlar kurtardı. Haskova'da Gaziantepli bir Türk, evinde 4 ay misafir etti. Bir gün kafeterya da otururken biri geldi; "Seni Almanya'ya geçiririm'' dedi ve geçirdi. Orada iki yıl kaldım. Oturma iznini aldım. Af çıktı, kanunda; "bir ay içinde başvuranlar yararlanabilir" şartı konmuştu. Bir gece de karar verdim, başvurdum ve geldim' karşılığını veriyordu.
Peki aradan geçen 9 yıl sonunda geriye baktığında pişman olduğu, bugünkü aklı olsa 'yapmazdım" diyeceği bir şey yok muydu?
'Pişmanlığım yok, yanlış bir şey yapmadım. Burada şunu vurgulayalım. Ben kişi olarak değilim ama hakikaten Refah Partisi gerçekten kurban. Çünkü Refah Partisi hedef seçilmişti. Ben onun içindeki bir insan olarak bu süreçleri yaşadım. Bir belediye başkanı olarak. Bugün dış güçlerin kullandığı mekanizmalar o gün orduyu da kullandı. Bu gün orduyu başka bir şekilde yine kullanıyorlar. Ordunun hala tartışılırlığı var' dediğine bakıldığında pişman değildi ve zaten böyle olmadığını da yine bir başka basın vasıtasıyla dile getirmişti.
Yıldız, ordu ile ilgili ifadelerini, 'orduya güveniliyor' diyen Pala'ya karşı, iş ona güvene gelince 'o konuda ben de güvenirim. O ayrı bir şey. Tartışılır olanlar o gün yaşananlar, üzerinden 9 sene geçti halen tartışılıyor. İyi bir belediye başkanlığı yaptığıma inanıyorum. Temelde hatalar yapmadım. Belki, bugün bakılınca, 'beraber çalıştığım bazı insanlara biraz daha az güvenmem gerekirdi' diye düşünüyorum' cümleleriyle tamamlarken, O' da Türkiye insanının son zamanlarda icad ettiği ve 'diye düşünüyorum' düşünedurma kıt'asında yer almayı ihmal etmiyordu. ‘Diye düşünen bir Türkiye’de acaba bu ifadenin savsaklattığı bir toplum ne kadar kat'i karar sahibi olabilir ki..
Sonra.. Yıldız'ı hançerleyenler olmuş muydu?
İşte sözün burasında Yıldız, (Uzun süre susacak) 'O da bende kalsın' diyecekti.
Evet.. bu son cevap suskunluk nazarıyla bakıldığı zaman 'Yıldız'da kalan tarafı gerçekten bir hançerleme intibaını vermede gecikmiyor. Ama, o hançerin kabzasından tutucu kim? İşte o da Yıldız’da kalsın.
28 ŞUBAT'IN YILDIZ'I BİN YIL MI PARLAYACAK?
Bekir Yıldız'la ilgili, ne Ercan Pala'nın, ne de diğerlerinin yaptığı röportaj veya haber, böylece Kudüs Gecesi'yle gündeme oturan Sincan'ın veya onu bir başka deyimle taşraya servis yapan Bekir Yıldız'ın bir daha gündeme gelmeyeceği anlamını taşımaz. Bin yıl sürecek denilen 28 Şubat galiba etkisiyle değil, sansasyonelliğiyle bin yıl olmasa da bir hayli konuşulacak ve o konuşmanın garnitürünü de Sincan ayağı oluşturacak. Ama, bizim zaten haddinden fazla yer verip Yıldız döneminin Post-Modern Darbe 1. Fasıl'ını yerelde, içimizden en eski biri olan Öze Çağrı Gazetesi Sahibi Mustafa Boşdurmaz'ın, Nisan 2005'te gerçekleştirdiği röportajın yorumuyla kapatıyorum. Genelde ise görülen ve bu mevzuu hiç kapanmayacak kılan o sayfaların ilk 10 yıllık sürecine ait taraflar arasındaki bir nev'i mücadele ve konuyu kendi açılarından haklılık mevkiine çekme çabaları var ki, çeşitli kesim ve kısımların ortaya koyduğu görüşlerle bunları da netice bölümümüzde vereceğiz. Şimdi, Boşdurmaz'a dönecek olursak;
'28 Şubat, Bekir Yıldız'ın yüzünden mi oldu? 28 Şubat'ın birinci ya da ikinci sebebi O' muydu?
Hayır değildi.. O değildi..'
Yıldız; Boşdurmaz ve Keskin ile
Boşdurmaz'ın, ilk olarak partiden kimin veya dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın arayıp aramadığı sorusunu; 'Evet Kazan aradı. 'Böyle bir zamanda böyle bir programa ne gerek vardı' dedi. 'Ne güzel hizmetler yapıyorduk. Zaten bir sürü alıp vuruyorlardı. Bu aşamada gereği yoktu' dedi. 'Seni çok sevdiğimi sende çok iyi biliyorsun, aslında sana kızmak istemiyorum' dedi parselli cümlelerle karşılayan Yıldız; arama faslının da cezaevine girmezden önce gerçekleştiğini ve telefonla arandığını, kendisinin o esnada çok fazla bir şey izah edemediğini, çünkü daha gazeteyi eline almadığını dile getiriyordu.
Boşdurmaz'ın soruları esasen çoktu da, çok harbiden merak ettiği bir konu vardı. O konu itibariyle Yıldız'a: 'Bu 28 ŞUBAT sürecinin sebebi ben değilim diyorsunuz. Size çok yakın birisi yani bunu sormamış da sayabilirsin, sormuşta sayabilirsin. Siz tahmin edebilirsiniz ama şu anda isim vermeyim diye düşünüyorum. O kişi dedi ki: Belediye de çalışan birisi!" Aradan iki üç gün geçti gazetelerde yer almayınca Belediye Başkanı beni çağırdı. 'Hani bütün basın bizden bahsedecekti. Bütün kamuoyu bizden bahsedecekti. Hiç ne basın ne de kamuoyu bizimle ilgili haber vermiyor, bizden de bahsetmiyor. Şu işi bir daha kurcala' dedi. Ve biz ondan sonra kurcaladık. O olaydan üç dört gün sonra patlamasının sebebi de budur dedi' diye uzunca bir soru soruyordu.
Akabinde Yıldız, 'üç dört gün sonra değil' diyor, yine Boşdurmaz, süreyi uzatıp, 'ya da bir hafta sonra ne fark eder, böyle bir konuşma aranızda geçti mi?' çengelini atıyordu.
Devamla: Bekir Yıldız, 'haberin nasıl sunulacağı ile ilgili bilgi geldi bize. Biz nasıl ederiz de bu haberin çıkmasını engelleyebiliriz diye. Fakat buna engel olamadık, uğraştık. Gece ben mesela epey geç saatlere kadar çıkmaması için mücadele ettim' derken, usta gazeteci, 'o zaman size bu konuyu aktaran arkadaş yanlış bilgiler mi aktarıyordu?' türünden bir soru daha sorup adeta Yıldız'ı hatırlamama noktasına getiriyordu.
'Ben öyle bir şey hiç hatırlamıyorum. Öyle bir zamanda bu şekilde gündeme gelmeyi istemezdik zaten. Ki ben, yaklaşık o günden beş altı ay öncesine gidecek olursak beş altı aydır ben ilçe divan toplantılarında, il divan toplantılarında ihtiyatlı olunmasına yönelik, dikkatli olunmasına yönelik bütün konuşmaları yapan bendim. Ben sabırla, tahammülle beklenilmesi gerektiğini, belki şu an için 'bunun zamanı değil. Dikkatli olalım. Dikkatli olunması gerekir' diyen birisiydim' diyen Bekir Yıldız; 'burada herkesi uyarırken, hele 'tepemize çökerler' derken İran Büyükelçisi'ni bu toplantıya çağırmak nerden aklınıza geldi? Şırıngadan kastınız ne idi? Davetiyeyi İran Büyükelçisi'ne kim verdi? Belediye mi? Partiden mi verildi?' sorularına da davetiyenin Belediyenin davetiyesi ve götürenlerinde belediyenin elemanları olduğuna işaret ediyordu
İşte; 'şimdi bakın ki' Yıldız'a göre 'çok sıcak bir mevzu değil ama, İran Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri Türk'tür. Azeri Türk'üdür. Hassas bir insandır. Tarihçidir ve Filistin konusunda araştırmacıdır, iktisatlaşmıştır. Bu konular üzerinde de birikimi olan bir insandır. Bundan dolayı İran Büyükelçisi sıfatı ile davet edilmiştir. Filistin Büyükelçisi davet edilmiştir. Lübnan Büyükelçisi davet edilmiştir. Fakat Lübnan ve Filistin Büyükelçileri katılmadı, İran Büyükelçisi katıldı. Konuşmasında da birilerinin çok fazla rahatsız olacağı hakkında bir şey yoktur. Çıplak gözle çok güzel bir şekilde oradaki tarihi süreci anlatmıştır. Sadece içişlerimize karışma diye nitelendirdikleri bir kısım var ki o da benim konuşmama binaen söylemiş olduğu bir cümle var. Türkiye'deki insanları kutuplara ayırıyorlar. Refah Partililer, Radikaller, işte Fundamantalistler gibi bize ait olmayan sadece Refah tarafı bize aittir. Siyasi bir teşekkülden dolayı onun dışındaki Radikaller, işte Fundamantalistler gibi ayırım yapmaktalar. Bu Ülkenin % 99'u Müslüman'dır. Bizim inancımıza göre Mü'min vardır, Kâfir vardır, muttaki vardır. Bunlardır bize ait kavramlar.
Ve biz % 99'u Müslüman olan ülkenin evlâtlarıysak birbirimize bu kadar düşürülmenin yersiz olduğunu ifade ettim. Muhammed Rıza Bagheri de konuşmayı yaparken 'korkmayın size Fundamantalistler diyorlar' dedi. 'Fundamantalist demektir ki dinine köküne inancına bağlı insan demektir' dedi. Bu cümleyi de kullanmış oldular. Yani Filistin, Kudüs, İsrail çatışmalarının kronolojik anlatımını yaptıktan sonra böyle bir cümle de kullandı. Sadece bu cümleyi içişlerimize karışmak olarak algıladı ve vurguladılar. Daha sonra da gönderdiler' cümlelerinin yer aldığı uzun soluklu izahat bile o malûm sorunun yinelenmesini erteleyemiyor:
-Sonra 28 Şubat mı olur?
Evet.. Yıldız'a göre; '29 Şubat olur, 5 Aralık olur , 8 Nisan olur, önemli değil tarihleri.
Ve an gelir, tanklar sabah saat 6 -7 gibi Sincan'dan geçer. O'nun ikindiye yakın saat 16.00 gibi haberi olsa da geçer. Ardından Melih GÖKÇEK Bey arar ve; 'Anadolu ajanstan bir faks geldi. Sincan'dan tankların geçtiğine yönelik' der. Ve yıldız'da tankların geçtiğini ancak o zaman duyar. Telefon eder sağa, sola. Kimsenin haberi yoktur. Çünkü sabah saatlerinde kimseler de ortada yoktur'.
Gerçekten Sincan'dan Çevik Bir'in ifadesiyle, 'Balans Ayarı' niyetiyle geçtiği söylenen tankları o saatlerde kimselerin görmemesi gerçeği varken, kartel medyasının 'İmzası Hâlâ Aynı Yerde' olan, sözünün eri malûm zatın, Genelkurmay'ı arayarak 2. kez tank geçirtme ricaları ile uyanan bir Sincan da vardır o günlerde.. Evet, bütün organizasyonları onun da oralardan geldiği ilçe teşkilatı ile beraber olan, 'saygılı bir belediye başkanı, ilçe başkanı dünyanın en beceriksiz insanı da olsa teşkilat başkanıyla iyi olmak zorunda bulunan ve 'belediye başkanı seçildikten sonra ilçe başkanlığının fikirlerini de almıyorsa o insan vefalı değildir. Benim hiçbir zaman ilçe başkanları ile anlaşmazlığım olmadı. Belediye başkanları eleştirildikleri zaman sanki aleyhine konuşmuyormuş gibi algılıyorlar. Sorunda buradan kaynaklanıyor' diyecek kadar geçmişine sadakat ile bağlılığını gösteren bir Bekir Yıldız.. ne yazık ki Kudüs Çadırı'nın kuruluşunda bir takım kişilerin oyununa getirildiğini ima eden cümleler sarf ediyor ve Boşdurmaz'a şu beyanda bulunuyor: 'Ama işin boyutunun sizin gözlemlediğiniz veya baktığınız şeklin çok daha dışında olduğunu söyleyebilirim. Bir arkadaş bana dedi ki. "Sünnet organizasyonunda doktorluk yapan kişiler kimdi?' dedi. Bende 'bilmiyorum' dedim. 'Ya' dedi. 'Programdan sonra ben o doktorları Etimesgut'a evlerine bırakacağım zaman 'siz bizi burada indirin, evimiz yakın, biz yürürüz' dediler. İkide bir geriye bakıyorlardı, 'kuşkulandım' dedi. Sonra Etimesgut'ta yer altında cesetler bulunduğu haberi çıktığında 'o cesetler doktorları indirdiğim yer civarındaydı' dedi. Daha sonra bu doktorlardan iki tanesi Kudüs Gecesi'nde 'çadırı biz kuralım' dediler. Ve çadırı yaptılar. Bizde böyle bir kompleye geldik. Buradan benim çıkardığım şu. Beni kurban seçtiler. Bu insanlar görevlerini yerine getirdi ve sonra yok edildi.'
Ortaya dökülen cümlelerin parantez içi ve dışı bütünlüğünü sağlayıcı 'dedi' ve 'dedim' tekerlemelerine bakacak olursak, bu genel iki heceli söz; daha sonra bütün Türkiye'nin kalem yalamışlarından yayıncılarına, bakanlarına, bürokratlarına, sivil toplum örgütü(!) mensuplarına, askerlerine ve hâttâ Fadime Şahin'in Gündüz vakti düştüğü çukurun kenarına, hâttâ hâttâ şezlongta ten kızartan sahil budalası ve Sincan'ı Şeriat Diyarı telâffuzcusu sosyeteye kadar, kim varsa onun diline dolandı. Dediler babam dediler. Ne zamana kadar? 28 Şubat Post-Modern Darbesi'nin ta 10. yıl dönümüne kadar. Peki şu 10. yılda o ağızlarından 'dedi ve dedim'i hiç eksik etmeyen tabakanın dönem mezunları mı, yoksa mağdurlar listesi mi daha çok 'dedim' ve 'dedi'de bulundular. Şimdi, '10 YILDIR KAPANMAYAN DOSYALARIN OKUNUŞU'nda bunlara birlikte bakalım..