Bekir Yalçınkaya Resmi Web Sitesi
  İstanbul Yazılarım
 
           İSTANBUL YAZILARIM
    Bu yazı dizisi, İstanbul'da bulunduğum 7 aylık bir sürede bizatihi şehrin bütün mahalleri yaz-kış, sıcak ve soğuk demeden  bizatihi gezilerek not alınan, daha sonra makale hâline getirilen bir meşakket yazısıdır. Dolayısıyla masabaşı yazılarından farklıdır. Dolayısıyla emeğine münhasıran ciddi bir okumayı gerektirir..

       Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/1
 
     MESELENİN BAŞI VEHMA FİTNESİ’YDİ
     Bir şeyi anlamak ve yaşamak sebeblere bağlı. Bu sebeb hâsıl oldu ve İstanbul’la tanıştık.
İstanbul.. Yani tarihi 300 bin yıl öncesine dayanan paleotik çağların yerleşim bölgesi.. Temelleri MÖ 7. yüzyılda atılan ve MS 4. yüzyılda İmparator Konstantin’in yeniden inşa edip başkent yaptığı, o günden bugüne 16 asır boyunca Roma, Bizan ve Osmanlı’yı Başkent olan şehir..
   Tarihine, manâlı mazisine ve geleceğinin tayininde bütün ahkâmına dört elle sarınılacak Mukaddes Şehir.. Kurulduğu Yedi Tepe üzerinden serkeşine, kapkaççısına, transseksüeline ve yozlaşmışlık arzeden bütün yalakalığına rağmen ulviyetinden ve mukaddesatından pek bir şey kaybetmiş değil.
   35 yıl boyunca ziyaret etmediğimiz bu şehri, Fatih mahallinde bir Ramazan-ı Şerif günü Hırka-i Şerif’e râm olmakla tanımaya başladık. Yemenli Velî Hazret-i Üveys El-Karani’nin, Peygamber Efendimiz’den hediye hırkasının, Sultan I. Ahmed’in fermanıyla, 1611’de İstanbul’a getirtilmesiyle bugünkü Emanetler ve İbadetler Odası 1870’den itibaren yapılmaya başlanmış ki, Mukaddes Şehir İslâm Âlemi’ne cazibe merkezi olsun.
Aylarca yerinde yaptığım araştırma ve imkânlarım neticesinde Haliç’in iki yakasındaki yerleşik İstanbul’u tanımaya çalıştım ve gördüm ki Sultanahmet ile Süleymaniye Fatih’le ulviyet birliğinde..
 Taksim’le Galata ise Karaköy’ün mazisine adapte. On sekizinden küçüklere –güya- yasaklanmış umumi evlerin, üç kâğıtçı güruhların ve Batı hayranı melezliğin, günün beş vaktinde çok az işittiği ezana yabancı olduğu, Manastırların yâdigarı Kiliseler mekânı Karaköy nere.. Tesettür adabının ve İslâmî hayatın ahenk ahenk çarşı-cami iç içe olduğu; terbiyenin, nezaketin, niyetin ve hoşgörünün dalga dalga muhtaç gönüllere çarpıp durduğu; ecdadın halis ahlâk ve hakkaniyeti, Âsar mührüyle Küfr’ün tam merkezine yerleştirdiği Fatih nere..
   Galata’dan Taksim’e doğru çıkarken, etrafımdakilerin konuştuğu dil şayet Türkçe ve benzerlikleri Türk’e olmasa, buraları Cenevizler Diyarı gibi görmem mümkün. Türk’ün, yani İman-ı İslâm’dan ehil olan bu milletin dinde zorlama yapmadığı, asla dinini kılıç dini olarak yaymadığı ve “İslâm Kılıç dinidir” diyen Macar Tarihçisi Ligetti’yi; “iddiasıyla mahçup ettim” dediği Karaköy, muhakkak ki Haliç’in öte yakasındaki –Eminönü’nden Haseki’ye, hattâ Fatih’ten Belgradkapı’ya denk Konstantinepol’e zevk-ü sefa beldeliği yapmışken, Resûl’ün müjdelediği Ni’me’l Ceyş (Güzel Asker)’lerle kazanılmış, muhafazası sadece surlar olan- Fatih’in başkentini gıptayla seyretmekte..
   Artık Kerkoporte denilen Bizans gizli kapısının asla bir daha kapanmamak üzere açıldığı Topkapı’dan başlayan Sur içi Feth-i Mübin yolunda, Konstantin’i Likis Vadisi’nde yere vurduğu günün sabahında Fatih’in ilk şükür namazını kıldığı yer Hafız Yusuf Camii tepesinden Aya İrini ve Ayasofya’ya varılan yerlerde, VEHMA FİTNESİ def’edilmiştir. Hemen bu noktada def’edilecek üç fitneye işaret eden Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (SAV)’e kulak verelim:
   “Fahr-i Âlem (SAV) Ashab-ı Güzin’e sohbet sırasında suallere cevab verirken Ebu Zer (R.A.) İrtihal-i Nebi’den sonra zuhuru beklenen fitnelerden sual etti. Peygamber Efendimiz buyurdular ki; Dehma Fitnesi, Vehma Fitnesi, Summün Bükmün Umyün Fitneleri zuhuriyle Ehl-i İslâm’a saldırılar. Birincisi kılıçla, ikincisi Ehl-i Kur’an’la, üçüncüsü ise Zikir ve Rabıta Ehli olanlarla def’edilecektir.”
   Dehma’dan murad nedir? Hazret-i Ali (RA) ve Muaviye arasında vâki fitne veya Haçlı kılıçlarıyla İslâm Alemi’ni yok etmek üzere yapılan taarruzlardır. Fitnenin üçüncüsü olanı Summün Bükmün Umyün fitnelerinin bir kısmı geçmiş, bir kısmı geçmekte ve bir kısmı da gelecek olan fitnelerdir ki bunlar Zikir ve Râbıta’nın nurlarıyla def’edilecektir. İkinci fitne Vehma Fitnesi’nden murad neydi peki? Bu fitne Hz. Fatih’in İstanbul’u fethidir. İstanbul’u almaya baş koyan 20 yaşında ve henüz bir yıllık padişah olan Sultan Mehmed, Edirne’de bir yıllık savaş hazırlığı sonrası çıktığı yolda kendisine bir Mübarek şöyle sorar; “Ya Mehmed! İstanbul’u alacak ordu Ehl-i Kur’an olacak.” Fatih’in bu, Nebi’den gelen Vehma Fitnesi’nin Ehl-i Kur’an’la def’edileceği Hadis-i Şerif’ine hazır olup olmadığı elbette ordusuna bağlıydı. Bir Mübarek der ki; “Ya Mehmed! ordunu şu bağlar arasında istirahate çek. Bakalım fethe hazırlar mıdır?”
   Günlerce bağların üzümlerine baka baka yaşayan orduya nihayet bir ferman buyrulur: “Yürüyün gidiyoruz.”
 Bir müddet gidilip bağlardan uzaklaşıldıktan sonra yeni bir ferman daha buyrulur: “Padişahımız hastalanmış, canı üzüm istemektedir. Yanında üzüm olan getire!”
   Hiçbir askerin üzerinden üzüm çıkmaz. Yani hiç birisi harama tevessül etmemiş bir Ni’me’l Ceyş’liğe liyakattedir. Fatih’in dediği gibi, onların hepsi Kur’an’ı bilen ve Kur’an’ı anlayan Ehl-i Kur’an’dırlar.
   İşte böylesine iman ehli, Kur’an ehli ve her birisi Kur’an’ı bilen güzel askerlerden oluşan Fatih’in ordusu, işte Haliç’in sularına indiği 5 Nisan 1453’te; 7. asırdan bu yana fethi özlenen Konstantinepolis’e, “54 gün sonra Sen Romen’de bir kapı açacağım. Cibali’de ikinci kapıyı. Edirnekapı’da üçüncüsünü.. Surlara fetih sancağını dikmek, 30 askerli Ulubatlı Hasan’ıma kısmet olacak. Şehid de benim, gazide benim. Ama mutlaka sen benim olacaksın” haberini göndermeye başlamıştır.
   İşte azimin, inancın ve imanın gidişatı ve halet-i ruhiyesi buydu..
 
 
     Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/2
 
      İSTANBUL’UN FETHİ EHL-Î KUR’AN’A NASİBTİ
    Bizans surlarına, İstanbul sularından gemilerle ulaşmayı engelleyecek şekilde ve her türlü taarruza imkân tanımayacak bir plânla Haliç’in iki tarafına geçit vermez zincirler yedinci, sekizinci ve dokuzuncu asırlarda yapılan kuşatmalardan ziyade, tamamiyle Hazret-i Fatih’in (*) kuşatmasına engel teşkil ediyordu. Teki 20 cm çapında ve yarım metre boyundaki bu kırılması mümkün görünmeyen zincirlerle Bizans teselli oladursun, gemileri karadan bir gecede yüzdürerek Haliç’e inen 21 yaşındaki bir kumandan; hem dahi, hem ne güzel Osmanlı ecdadı, 37 günlük bir kuşatma sonunda Sen Romen (Topkapısı) mevkiinden girdiği Konstantinepolis’te Rabbine hamd için iki rekat şükür namazını -daha sonra şatırı olan Hafız Yusuf’un yaptırdığı ve bugün Harbi Mescidi olarak ibadete açık caminin olduğu yerde- kılan ilk Osmanlı padişahı liyakatine erişmiştir.
   Bu ne güzel kumandanın Topkapı tepelerinde secdeye vardığı ve İslâm sancağının surlarda dalgalanmaya başladığı anlarda Likis Vadisi (Bayrampaşa Deresi)’nde biri yüzüne, biri de sırtına inen şiddetli iki kılıç darbesiyle can veren Kral Konstantin XI’in ordusu mahvolmuş, halkı Ayasofya Melekleri kurtaracak zannıyla oraya yığılmış ve sığınmışlardır.
   Körler Ülkesi Halkedon’u kurarak MÖ 680’de bugünkü Karaköy’e yerleşen Yunanistan’dan gelme Megaralı’larla başlayan ve I. Constantinus’la (MS 324-395) Doğu Roma İmparatorluğu’na yönetim merkezliği (başkentlik) yapan İstanbul, 476’da yıkılan Batı Roma’dan sonra Doğu Roma İmparatorluğu’nun Bizans İmparatorluğu’na dönüşmesiyle bu kez Bizans başkenti olmuştur. 395 yılından itibaren çağ kapatıp çağ açan 1453’e kadar on bir asırlık bir medeniyete duçar Konstantinepolis, 1453 yılının 29 Mayıs sabahından öğle üzerine, Ayasofya Kilisesi’nin manevi kurtarıcılığı menzilinde yığıldı kaldı.
   Şükür namazının hemen ardından atına atayan Hazret-i Fatih kendisini takibeden Ehl-i Kur’an ordusu ve başta sevgili Hocası Akşemsettin olmak üzere bütün Ni’me’l Ceyş’leriyle Ayasofya’ya vardı. İçinde ne kadar İslâm’a mugayir eşya varsa temizletti ve koluna girerek kendisini tazim ve taltif eden Hocası Akşemsettin’le birlikte minber tarafına yürüdü.
 ..Ve O’nunla İslâm Âlemi ilk kez Ayasofya’da namaz kılacaktı. Böylece 1127 sene Kilise olarak hizmet veren bu mabede 482 sene sürecek bir Cami’lik dönemi başlatılmış oldu.
   Bugünkü Sultanahmet Meydanı’ndaki Hipodrom, Sultanahmet Camisi alanındaki İmparatorluk Sarayı ve çevresini süsleyen heykellerin temaşası Aya İrini’yle Ayasofya kiliselerini Osmanlı hükümranlığıyla tanıştıran, Akropolis (Topkapı Sarayı) ile Tekfur sarayı’nı Haçlı zihniyetinden arındıran Fatih-i Konstantiniyye’den Bizans halkı ne bir haksızlık, ne de bir zulüm görmedi. İnançta hür, ticarette hür bırakıldılar. Ama sadakat göstermeleri, Osmanlı’ya tâbi yaşamaları kaydıyla. Tıpkı Cenevizler’in Galata Kolonisi, anahtarlarını Fatih’e teslim ederken feth gününü bir gün bile geçirmeme hassasiyetinde oldukları gibi, olmaları kaydıyla.. Asitane’de yaşayan bütün Gayrî Müslim’lere insanlığa yakışan; İslâmiyet’in emri kul hakkına yaraşan haklar tanındı.
   Sultan II. Murad Han’dan olma, Hüma Sultan’dan doğma akıllı, bilgili, âlim, Ehl-i Kur’an ve yedi dil bilen Ebu Feth Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethettikten sonraki 28 yılı, Osmanlı İmparatorluğu’nun 90 bin km2’den 2 milyon 214 bin km2 toprak elde etme dönemi olmuştur. Devletini, ordusu, teşkilatı ve sanatı ile dünyanın önde gelen güçleri arasına sokan Fatih Sultan Mehmed Han, Enez ve Kefe’yi topraklarına dahil ettikten sonra Limni, İmroz, Semendirek, Taşoz, Bozcaada ve Boğdan’ı almıştır, 1458’de Mora’yı kısmen, bir yıl sonra da Sırbistan’ı tamamen zaptetmiştir. 1463 senesinde Papa’nın büyük gayretleriyle toplanan ve savaşa katılan herkesin 6 aylık, hattâ bütün günahlarının affolunacağına dair verilen ilânla yirmi devletten oluşturulan Haçlı ittifakına karşı tam on altı yıl savaşmıştır. 1463’te ise Otlukbeli Savaşı’nı kazanmıştır. Bütün bu zaferler O’nun mülkiyet üzerine elde ettikleriyle ilgilidir. Asıl en önemlisi “Fethedilemez, alınamaz!” denilen Konstantinepolis’i dahiyane bir feth plânıyla ve mükemmel seviyede techiz ettiği ordusuyla almasının ötesinde, Âli Osmaniye’nin lehçesindeki İSTANBUL’un feth beldesini, ta o günden bugüne Ehl-i Kur’an’a emanet etmiştir.
   Mü’min’lerin birbirleriyle selâmlaşmalarını ve selâmı yaymalarını bize Hadis-i Şerif’iyle bildiren Nebi’ler Nebi’si Hz. Muhammed (SAV)’in iman erleriyle mücehhez Fatih’in bu beldesinde, 1453’ün 29 Mayıs’ından bu yana selâm alıp verme, tıpkı o günkü gibi hassasiyetini koruyor. Hattâ bu anlamı fevkalâde yüksek hamiyet, yetiştirilmeleri an be an kontrol atında gerçekleşen nizamî ve ahlâklı bir genç kesimin isimlerinde haddinden fazla okunmakta; “Babalarda: Fatih, oğullarda Bayezid.” “Analarda: Gülbahar, kerimelerde Gevherhan.” “Taallûkatta: Yasin, Ahmed, Muhammed, Eyyub, Veysel, Mehmed, Süleyman, Mahmud ve daha nice güzel isimlerde.”
    Ki hepsinde dünkü fethin bugünkü şükrü, şükranı okunmakta..
 
(*) Fatih’in dört ismi: Fatih, Fatih Sultan Mehmed, Ebu Feth Sultan Mehmed Han, Fatih-i Konstantiniyye. O’ büyük insan bu dört isimle tanınır.
 
    
Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/3
 
İSTANBUL ECNEBİLERİN ŞÜKRAN ŞEHRİDİR
  Golden Horn denilen Haliç, Bosphorus diye adlandırılan İstanbul Boğazı ile Marmara Denizi’nin Sarayburnu’ndan Belgradkapı’ya kadar uzanan kısmı arasında adeta bir yarım ada özelliğinde olar Konstantinepolis, Bizans döneminde çeşitli kuşatma girişimlerine karşı mükemmel surlarla korunmuştur.İstanbul’un fethinden önce Cibali, Fener, Edirnekapı, Likis (Bayrampaşa) ve Toküpı’daki azametli surlar, fetih sırasında Fatih’in döktürdüğü büyük toplarla yer yer harabedilmiştir.
 Topkapı Sarayı çevresinde bugün kısmen varlığın koruyan Bizans surlarını, bu bölümden itibaren bütün Haliç boyunca Ayvansaray Caddesi’nin Haliç Köprüsü viyadüğüne kadar görmek mümkün değil. Sadece bu ardada yer yer kısa ve yüksekliğini kaybetmiş harabeler kalmış geçmişten. Sahabe-i Kiram’dan Kab bin Malik ile Ebu Şeybetel Hudri, Hz. Ahmed El-Ensari, Hamidullah El-Ensari ve Hz. Muhammed El-Ensari’nin türbelerinin bulunduğu Ayvansaray’ın Haliç’e bakan köşesinden itibaren yükselen ve ihtişamını halâ koruyan surlar, aynı ednan ve ihtişamla Edernekapı Şehitliği önünden Topkapı’ya, oradan da Mevlânakapı, Silivrikapı ve nihayet Belgradkapı’ya kadar uzanmaktadır. Konstantinepolis’ten kalan bu surların bir çok yerinde gözleme kuleleri olduğu gibi Tekfur Sarayı ve Kerkoporte (Gizli Kapı)’dan eserler mevcut.Belgradkapı’dan itibaren Marmara Denizi boyunca devam eden Yedikule, Cerrahpaşa sahili, Yenikapı, Kumkapı ve Çatladıkapı taraflarında ise arasıra sur kalıntıları görense de bunlar Topkapı’dan bahsettiğimiz yönlere açılan surların yanında pek bir önemi haiz telâkki edilemez durumdalar. Konstantin şehrini o dönemin ihtişamlı surlarıyla değerlendirmek, İstanbul’u tanımaya ve anlamaya asla kâfi gelmez. Saraçhane’de en canlı örnekleri bulunan su kanalları için yapılmış çift katlı ve geniş pencereli sosyal hizmet surları, Doğu Roma İmparatoluğu’nun en parlak dönemi olan 6. yy’da İmparator Justinianus’un yaptırdığı 140 metre uzunluğunda ve 70 metre genişliğindeki Yerebatan Sarnıcı –ki 9800 m2’lik bir alana sahib. Çevre duvar kalınlığı 4 m olan sarnıcın suyu, ta o devirerde 19 km ötedeki Belgrad ormanlarından getirtilmiş- diğer örnekler. Bugünkü Sultanahmed’in yerinde, çevresinde oturan Bizans sülâlesinin buralarda 4. ve 6. yy’dan kalma Dikilitaş, Örmedikilitaş ile Yılanlı Sütunu’nu, 10 yy.’a doğru uzanan zaman içinde tarihen okumak mümkün. Laleli’de tranvay yolu boyunca teşhir edilen Theoosius’un cüsseli, dış yüzeyleri çeşitli hayvan ve benzeri kabartma resimlerle bezenmiş mermerlerden Bizans’ın meşguliyetini anlamak mümkün. Petkabii bunlar ile bizans’ın sanat ve kültürüne vakıf olmak da imkânsız. Zira üç-beş kalıntı, Hipodram duvarlarını süsleyen heykellerin, en önemlisi olan At heykelerinin kentin Latin’ler tarafından istilâ edilmesiyle, Venedik’teki San Makro Meydanı’na taşınmasından sonra arta kalanlardan gibi sanki. Byük çaplı anıtanıtvari ibadethanelerin inşa edildiğ Akropoli (Topkapı Sarayı) içinde –Neo Roma denilen kenti, kendi adı Constantinus ile özdeşleştiren bu şahısın eseri- Aya İrini ve Ayasofya, bugün Batı dünyasından olduğu kadar, Asya kıtasından özellikle Japon milletinin, Sultaahmt Camii harikasının akabinde mutlaka uğrayıp gezdiği tarihi ibadethanelerin ilkini teşkil ediyor.
   İstanbul; tarihinin yoğunlaştığı, maziden bilgilerin sayfa sayfa okunduğutarihi ibadethanelerden Asar-ı Hayriye (Hayır eserleri)’ne kadar muazzam yapıların yükseldiği ve dinler-fikirlerarası hoşgörünün halâ süregeldiği mukaddes şehir. Öyle sanıyorum ki sıfır (0) şiddetinden bir tevessül olarak kabul edilecek tarihî hınca da kucak açmakta. Nasıl ki Drama’nın Fethiye Camii, zamanında Pammakoristos Kilisesi iken 1597’de Gürcistan ve Azerbaycan’ın Fethi hatırası olarak Fethiye Camii olmuşsa, dolayısıyla çevresine Türk dolmuş, böylece Patrikhane buradan taşınmışsa.. Fethin 549. yılı olan ve bu dizi yazının kaleme alındığı 2002’de Balat ve Fener çevresinde tarihini yaşatıyor diye –yıkılmaya yüz tutmuş Rum evleri, adeta Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin sınırlarını; mülkiyet sahasını genişletmekte ve yenilenmemekte ısrar ediyor- yıkılamıyor. Balat halkından tarihine meyyal ve akl-ı selim olanlara soruyorum;
-Bu evlerin hâline bakın! Neredeyse tepenize yıkıldı yıkılacak. Niçin yenilemiyor veya yıkmıyorsunuz da.. diyorum.
-Bunlar Rum evleri! Cevabını alıyorum.
Bu böyle kalsa ne alâ. Halâ Rumlar fahiş fiyatla Türk evlerini satın alıyorlarmış. Belki de bu halet-i ruhiyenin emel defterindesıfır (0) şiddetli tarihî hıncı okumak mümkün. Ya da yanılgıya düşmek..
   Ne olursa olsun, manâsı ve mevhumu hangi çizgiden okunur ve anlaşılırsa, okunsun ve anlaşılsın ki, mukaddes şehir İstanbul’un bir zerresinin dahi Konstantinepolis olamayacağı apaçık bilinmelidir.
   Dinlerarası hoşgörü dedim ya, Fener’den Çarşamba’ya doğru yükselen yokuşların alt kıskmında Rum Ortodoks Patrikhanesi, üst kısmında zirvede Yavuz Selim Camii.. Açıkcası Çan ve Ezan sesi. İslâm’ın mabedi camileri yıkan Batı’nın, yani şu Haçlı taassubun bu hoşgörü mekânlarını görmesi veya anlaması gerekmez mi?
 Acaba onlar Bosna’da ve Kosova gibi nice yerlerden olan Rodos, Girit Adası, Sırbistan, Macaristan, Bulgaristan, Makedonya, Yunanistan, Yugoslavya’da camileri ve tarihî eserleri, Osmanlı’dan kalma diyerek yıktılar veya yıkılmaya bıraktılar da biz kendi hâkimiyetimizdeki topraklarda onlardan ne kalmışsa himaye ettik, ıslah ettik.
   Bunlar ki, ecdadımız Fatih’in Georgios Skolarios’u, Cihan Ortodoks Patriği seçtirip “Gennadios” adıyla tasdik etmesini ve Ayasofya’da önünde diz çöküp ağlaşan mağrur Bizans’ın mazlum halkına ve yüksek rütbeli rahiblerine¸ “Kalkınız! Hayatınız ve hürriyetiniz için gazab-ı şahanemdem korkmayınız!” diyerek korumasını nasıl unuturlar?
 Şimdi İstanbul Rumları böylesi bir asalete şükran duymalılar. Entrikaya da sırt çevirmeliler.
 
 
Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/4
 
FETH MÜJDESİ VE KONSTANTİNİYYE MAHZUNİYETİ
 Fatih’in, İstanbul’un Yedi Tepe’sinden birinin üzerinde kurduğu mahalle kendi adını taşıyor. Dört tarafı da tepeden düze iniş biçiminde. Kıble yönünden ilerlediğinizde Şehzadebaşı’na varıyor, Kanuni’nin pek sevdiği, öldüğünde, Edirne’den yollara düşüp O’nun için İstanbul’a geldiği ve burada defnedildiği mezarını 40 gün boyunca aralıksız ziyaret ettiği en zeki oğlu Şehzade Mehmet’in camiinde, yine Osmanlı’nın harika mimar ustalığını görüyorsunuz. Sonra ilerlediğiniz bu yol (Şehzade-Vezneciler Caddesi) sizi Bayezid, Sultanahmet, Çemberlitaş ve Cağaloğlu’na götürüyor. Buraları Bizans döneminde dini nitelikli eserlerle donatılan ve adeta sur içinde inzivaya çekilen Kozmidyon namlı en önemli semtleriymiş.
 Doğuda boydan boya Haliç uzanıyor; Cibali, Küçükpazar, Balat ve Fener bu yönde yer alıyor. Batıda Aksaray, Fındıkzade, Cerrahpaşa, Yusufpaşa ve Kocamustafapaşa ile dört kapı (Belgradkapı, Silivrikapı, Mevlânakapı, Topkapı), kuzeyde ise Bayrampaşa, Karagümrük, Edirnekapı ve Eyüp bulunuyor. Bayrampaşa, Edirnekapı ve Eyüp’ün sur dışından sur içine bağlantılarını ise Ayvansaray (Edirnekapı), Fevzipaşa, Millet caddeleriyle, Adnan Menderes (Vatan) Bulvarı sağlıyor. Topkapı Mezarlığı, Anıtmezar, Edirnekapı Şehitliği; Sakızağacı, Hava, Kara ve Deniz Şehitlikleri arasındaki mahal farklılığı yok gibi koskoca alanlar, şehitlerin mezarlarıyla ve ekseriyeti Osmanlı’ca yazılı mezar taşlarıyla doldurulmuş, tarihin nüksettiği yerler.
    Edirnekapı Şehitliği’nde Milli Şair Mehmet Akif Ersoy’un medfun olduğunu öğreniyorum. O’nun ziyaretine haslet gönlüm, ayaklarımı bir saygı çarkıyla adımlatıp orada bana O’nu aratıyor. Sonra Peyami Sefa’ya rastlıyorum. Âkif buralarda bir yerlerde olmalı derken, O’nu  ters istikâmette buluyorum. İşte, Mehmet Akif’e yakışan mütevazi bir mezar, mütevazi bir ünvan teşhiri..
   Solunda Süleyman Nazif, sağında Ahmet Naim Baban ve Muallim M. Cevdet. Burası öyle bir yer ki binlercesi, binlercesiyle haşır neşir.Sanki –yok orada öyle bir nizam ve intizam ama- bir mahallenin bitişik komşularıymışçasına şu numarada şair-edib, şu numaralı yerde falanca tüccar, orada filânca siyasî, şurada amiral, general- burada muallim, hafız, fabrikatör, şu yukarıda evliya, eren, şu aşağıda udî, neyzen; yaş, sınıf, rütbe, liyakat, şatafat ne varsa hepsinde tek tek adres yazılı-çizili..
   Acaba gıpta mı etsem, yoksa yanlışa mı düşülmüş desem.. Bu debdebe, bu şaşaa bu adrese yakışmıyor vesvesesiyle yol aldığım mekân öylesine daralmış, yol denilen ayak sürüyücüsü öylesine kısalmış ki, biliyorum, Eyüp’teyim..
   Eyüp’te Eyüp Sultan’da etraf insan kaynıyor. Halid bin Zeyd Ebu Eyyub El-Ensari’nin avlusuna akın akın girenler, sanki tane tane çıkıyorlar. Bir kısmı, avludan ötede kayboluyor gibi. Merak ediyorum; bu Eyüp Sultan’ı ben ne kadar tanıyormuşum diye. Burası tarih kitaplarının anlattığına hiç uymuyor. Yaşanması icabediyormuş. Tam bu sıra bir ikindi ezanı yükseliyor Eyüp Sultan’dan..
    Şimdi de bir saftayım ve BİR taraftayım..
   Eyüp Sultan ki görülesi, sarılası, manâ ve mefhumuna varılası yer. Avluda muazzam bir türbe var. O ki Eyüp Sultan, Peygamber Efendimizin; “devemi kendi hâline bırakınız. Zira kendine düşen görevi yapmaya memur edilmiştir. O’ da gitti, Ebu Eyyub’un kapısı önüne çöktü!” deyip misafiri olduğu, daha sonra kendisine Sancaktarlık hizmeti verilen mübarek insan, Peygamber’inin mermerdeki ayak izi önünde, bütün uhrevi güzelliğiyle öylece uzanmış, sessizce yatmakta. O’nun önünde de insan yığını. Sakin, saygılı, dakikalarca süren dualarla sanki bu dünyada değillermiş gibi kendilerinde kaybolup gidiyorlar.
   VII. yüzyılda Arab ordusuyla İstanbul’a feth için gelen, kuşatma esnasında sur önlerinde şehid düşen Ebu Eyyub El-Ensari’nin buralarda bir yerlerde olduğu söylenegelirken, 1458’li yıllarda Fatih’in Hocası Akşemsettin’in keşfi ve kehanetiyle bugünkü yerinde bulunan bu mübarek zatın adına türbesi ile cami arasına Fatih’in, avluya da Akşemsettin’in diktiği çınarlar halâ dipdiri bir hâldeler ve bugünün Ehl-i Kur’an’ına 1458’i hatırlatıyorlar.
 Eyüp Sultan düzlükte. Hemen yanıbaşından itibaren başlayan Eyüp Mezarlığı ise gitgide yükselen bir tepeye; yamaçtan zirveye doğru yerleşmiş. Altlarda Dünya Şampiyonu Kara Ahmet Pehlivan ve Dr. M. Esad Coşan Hoca’nın mezarlarına rastlıyorum. Varıp beş on basamak üstlerde Kur’an’dan ayet (dua) okuyan nice insanların arasında duaya duruyorum. İçten içe; “Rahat ol Esad Efendi. Türkiye dünyası halâ bildiğin gibi!” diyorum.
   Daha yukarılarda kimler var acaba.. Bu insan seli, böylesine coşkuyla niçin üstlere akıyor düşüncesini çözmeye çalışırken birkaç kişi Piyer (Pierre) Loti ismini telâffuz ediyorlar. Piyer Loti haa.. Yolun yarısından dönüyorum. İnşallah başka zamanda O’na da varırız diyorum.
   Eyüp, Edirnekapı Şehitliği ve Topkapı Müslüman mezarlıkları, sanki şu önlerindeki surlardan Konstantinepolis’e girebilmek uğruna şehit düşenlerin yattıkları yerlermiş gibi geldi bana. Lâkin bunca İstanbul şehidi nerede diyorum. Fatih’in haziresindeki yüz-yüzelli mübarek Ni’me’l Ceyş değildir elbette. İşte onlar bunlar, buradakiler.
   Sulukule.. Surların hemen içinde, o bir kısım sur pespayeliğinin uzantısıymış gibicesine, insanı ürküten bir görüntü arzediyor. Kadın Esmer-erkek esmer ve ecdad alışkanlığı bir burmabıyık ananesi. Kızlı-erkekli çocuklar da esmer ve sur tepelerinde, arkalarında, önlerinde yine pespaye itler.. Hep de birbirlerine dalaşıp durmaktalar..
   Bir de Sulukule’de: “Adamı keserler!” lâfı yok mu ya, insanı ürkütüyor. Berilerden şu çocuklara dalaşmaktansa, ötelerden dolaşayım plânı uyguluyorum. Gerilerde, Tekfur Sarayı’nın önündeki etrafı yüksek duvarla çevrili alan meğerse Hıristiyan mezarlığıymış.Yıkılıp yarıya inmiş surdan aşağılara doğru bakayım derken görüş alanıma bu mezarlık takılıyor. Sanırım, elli-yüz kişilik. Kapısı da demirden ve kilitli olduğuna göre öyle, karşısındaki Edirnekapı Şehitliği gibi pek ziyaretçi de kabul etmiyor galiba. Onlar, işte böylece oradalar. Dıştan ne kimse görebiliyor onları, ne içten onlar bir kimseye görünebiliyorlar.
     Konstantiniyye mahzuniyeti bu olsa gerek.!
 
 
Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/5
 
EYYYUB’DA GARİH(P) BİR PİYER LOTİ
 Fethinden (2002 yılı itibariyle) 549 yıl sonra, bugün bile İstanbul’da iki İstanbul var. Birisi Konstantinepol denilen ‘Sur içi İstanbul’, diğeri Eyüp ile Üsküdar’ın başını çektiği 12 milyonluk nüfusuyla ‘Metropol İstanbul’. Bunlardan Konstantinepol’ün fethinde, hemen hemen 31 kuşatmada da üs olarak kullanılan Eyüp, bu itibarla –bir bakıma- Akşemseddin’in keşif ve kehanetini bu bakımdan doğruluyor. Fetihle birlikte Eyüp Sultan’ın inşa edilmesi Eyüb’e cazibeyi ve ilgiyi artırmış. Dolayısıyla o günden bu yana 58 cami ve mescid, 22 tekke, 11 medrese, 30 mektep, 13 namazgâh, 10 kütüphane, 2 imaret, 30 Sahil Sarayı, 10 Hamam,11 Sebil ve 114 adet de Türbe ile namdarı Eyyub El-Ensari’yi çok muhterem kılmıştır.
    Merak ettiğim Bayrampaşa’nın Eyüb’e nazır yakasında, yedi adet cami geziyorum. Ulubatlı Hasan, Yeşil Cami ve Mescidi Nur dahil, yedisi de yirminci asrın modern yapılarından ibaret. Lâkin Eyüb’e ayak basar basmaz camiler, türbeler, tekkeler ve mezarlıklarıyla 15. asrın Fatih’ini, 17. asrın Sultanahmet’ini buluyorsunuz.
   Eyüp Mezarlığı’na gelince, hünerli hattatların, (Sami Efendi ve Vahdetî gibi) hünerli ellerin yaptığı Sarı Lale motifi, Mahmudiye Fesli Mevlevî Sikkeli, 12 Dilimli Bektaşî Taçlı, Kallavi Kavuklu, Mihraplı, Seyfiye Sınıfından Silindir, Mum, Tarikat Sikkeli, Süslü Tepelikli Mum ve Aziziye Fesli taşlarla işaretlenmiş kabirlerin arasına bugünün sade mezarları yerleştirilmiş. Eyüp Belediyesi’nden bir görevliye soruyorum; -Şu yukarıda ne var?
-Meşhur Piyer Loti, duymadın mı? Diyor. Meşhur Piyer Loti haa.. O’na doğru adımlıyorum. Derken, çıkışımın solunda, ortalarda bir yerde gözüme Necip Fazıl ilişiyor. Yanında Esseyyid M. Mustafa ve Eşi Neslihan.. Mezarlıklara arasında yerde bir tabela; Fevzi Çakmak yazılı şu tarafı işaret eden oka bakılırsa az yukarıda olmalı.
   Yürüyorum.. Sonra, bir anda aklıma şu Üzeyir Garih vak’ası geliyor. İrkiliyorum.. Halbuki Piyer Loti’ye akın akın tırmanan insan kalabalığının takibettiği yol olduğum yere 15 metre bile yok. Acaba nasıl olmuş bu iş? Neyse Mareşal Mustafa Fevzi Çakmak Paşa ve eşi Fatma Fitnat’ın mezarının çevresinde, Garih’in sayesinde adını duyduğumuz Şeyh Küçük Hüseyin’i arıyorum. İşte orada, mezar taşındaki not şöyle; Mevlâna Küçük Hüseyin (1825-1930). Lâkin Şeyh adı geçmiyor taşında.
    Bayrampaşa’dan Eyüb’e yaptığım gezi, tarihimi öğrenmek adına üç saat sürüyor ve ikindiyi Piyer Loti’ye varmadan beride, Mekke-i Mükerreme’de Ahmed Yekdes Hazretleri’nden feyz almış olan Murteza Efendi Mescidi’nde eda ediyorum. Namazın ardından cami imamından kısa bir sohbet dinliyoruz. Diyor ki; “Birgün Peygamber Efendimiz’e bir zat gelip ‘Ya Resûlüllah ben kıldığım namazlarımdan haz almıyorum. Ne tavsiye edersiniz’ buyurdu. Resûlülah; ‘yaşlıları, hastaları ziyaret et. Sıkça cenaze namazı kıl’ tavsiyesinde bulundu. O şahıs bunları yaptı, fakat Resûlüllah’a bir değişiklik olmadığını söyledi. Resûlüllah; ‘Sen ki kendeni kendin, onları da onların yerinde gördün, elbette olmaz. Halbuki yaşlı bir hastanın kendin olduğunu, dünya ile irtibatının her an kesilebileceğini düşünseydin ve anlasaydın, namazlarından öyle bir haz alırdın ki.. Git, onlarla böyle birlikte ol!’ dedi.
   Adam böyle yaptı ve namazlarından fevkalâde haz almaya başladı, Peki,siz bu mescidi ve bu mescidin içindeki türbeleri hangi gözle, hangi ruh ve anlayışla ziyaret ettiniz. Kimi ne kadar anladınız, ne kadar öğrenip de ibret aldınız. Onları anlamak sadece bir dua okumaktan ibaret değil. Dünyada uhrevî âlem’e işaret eden ne varsa, hepsini lâyıkıyla öğrenmek ve anlamak mecburiyetindeyiz. El-Fatihaaa..!”
   Çok doğru, namaz öncesi bizim Murteza Efendi Dergâhı’ndan notlar aldığımızı mı gördü İmam Efendi diye düşünüyorum. Öyle veya değil, ne fark eder. O ibadetin ilmini de sahib olun mesajını vermektedir. Ne güzel. Namaz sonrası birlikte İmam Efendi ile Dergâhtaki Şeyh Kaşgarî Abdullah, Şeyh İsa Geylanî ve 12 tarikat şeyhinin toplandığı feyz yuvasının, Kaşgarlı Murteza Efendi’nin Çin’in Kaşgari kentinden görmüş oldukları bir rüya üzerine gelip burada irşad yaptıklarına, hattâ Necip Fazıl’ın bağlandığı Abdülhakim Arvasi Efendi’nin (1919’dan 1943 yılına kadar burada en son irşad hizmetinde bulunan Velî olduğundan bahisle) nasıl bir dergâh-ı feyz taşıdığını istişare ettik. ‘Şu Paşa’yı da nakledeyim’ diyerek buranın suyunun, buradan Bican Paşa tarafından Kaşgari Murteza Efendi’den alınan mezar yeri karşılığı temin edildiği mescidin imamınca anlatıldı, nakledildi.
   Galiba dergâhın ilim tabiatından olsa gerek, bizimle lâyıkıyla ilgilenen İmam Efendi’den ayrıldıktan sonra birine, sonra yine birine, daha snra yine birilerine Piyer Loti’yi soruyorum. Birinden; “Fransız mı neymiş. Atatürk’e Fransız’ların hakkında bilgi veren ajanmış!’, diğerinden; “İtalyan’mış, kahvesi varmış burada” gibi lüzumsuzları işitiyorum. İmam Efendi’yi arıyorum keşke ona sormak varmış diye. Zira ilim ehline yakışıyor ve onda bulunuyor. O’na sormak ve O’ndan almak varmışları tekrarlaya tekrarlaya Piyer Loti’ye ulaşıyorum.
   Piyer Loti; aslında bir Fransız edebiyatçısı. Hem de ünlü ir edebiyatçı. Her ne kadar biraz berisindeki medfun Ahmet Kabaklı kadar milli ve Ehl-i Kur’an değilse de, Eyyub El-Ensari’nin manevi havasının insanı, İstanbul! İstanbul! Sardığı bu muhitten oldukça etkilenmiş ve kendi adına kahvehane tesis edilen bu yere yerleşip, buralarda yaşamış. Bulunduğu yer Haliç’in son noktasından itibaren bütün Haliç sathını seyrettirecek bir yükseklikte. Koskoca Eyüp Mezarlığı’nın uhreviyetine rağmen, özellikle Aşk-ı Memnu kesimini tercih ettiği kahvehanesinde yasaklısıyla bir bardak çay içmeye can attığı mola merkezi olabilmiş. Lâkin Nuranî’ler pek itibar etmiyor Piyer Loti’ye. Hattâ gençliğin buralarda aşk avcılığı yapmasını rezaletlik olarak telâkki edip, belediye görevlisinin meşhurlaştırdığı Piyer Loti’ye; “Ahlâksızların mekânı işte, ne olacak!’ gibi bir tepki gösteriyorlar.
 Gerçekten kısa ama, zamanı ve zamanın tasvirini geniş tutan bir izlemede bulunmak, bunu teyid etmemizi sağlıyor.
Demek ki buraya yığın yığın akın eden gençliğin damarında, hizmet ehli veya dünya garibi binlerce mezar sahibine dua okumak gibi bin asil kan dolaşmıyormuş. Onların gayeleri Aşk-ı Memnu’yu bütün maharetleriyle ve bir diğer çift güruhlarıyla yarışa yarışa yaşamak ve yaşatmak mı.
   Üzeyir Garih’i sırtından bıçaklayan eli harekete geçiren fikir ve de ihtiyaç duyduğu parayı temin edip sevgiliye peşkeş çekme alışkanlığını sürdürten mekân, demek ki Piyer Loti’ymiş..
  Nedense günlerce konuşulan Üzeyir Garih’in hep Eyüp Mezarlığı’nda katledildiğinden bahsedildi. Kimse Piyer Loti’den gelme musibetin farkını göremedi. Suçlu olarak Yener Yermez’le, Pınar Konuşkan konuşuluyordu ya..
   Halbuki Yener’le Pınar’ın, Aşk-ı Memnu’larıydı en büyük suç ve suçlu..
   Hep boşa konuşuldu.. Bence böyle konuşuldu hep..
 
 
Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/6
 
O’ KUMANDAN Kİ Nİ’ME’L CEYŞLERİYLE NE GÜZEL
 İstanbul’u fethettikten hemen sonra Fatih, Konstantinepolis’in yüksek tepelerinden birinde Havariyun Kilisesi’nin yerinde bir cami yaptırmış. 1463-1470 yılları arasında 7 yılda tamamlanan ilk caminin mimarı Sinanüddin Yusuf bin Abdullah. 17 Ağustos depreminde hasar gören Fatih Camii en büyük hasarı 1509’daki deprem ve ardından 45 gün süren artçı sallantılardan almış. Bugünkü cami 1766 depreminde tamamen tahrib olunca III. Mustafa (1757-1774) tarafından yeniden yaptırılarak 1771’de 5 yıl sonra ibadete açılmış. Cami çevresindeki külliye (bugün Fatih İlköğretim Okulu, Fatih Camii Erkek Kur’an Kursu, Çırçır Kız Kur’an Kursu ve Özel Fatih Yüksek Öğrenci Öğrenim Yurdu hizmetini veriyorlar) ki bunlar da pek zarar görmemişler. Fatih Camii’nin ikinci mimarı Mehmet Tahir Ağa’ya da bu alanda hakkını vermek lâzım ki Fatih-i Konstantiniyye’ye pek yakışan bir eser ortaya koymuş. Dört büyük mermer sütun üzerindeki mükemmel ana kubbe ve tali mermer sütunlar üzerinde tali kubbeler, tavan süslemeleri Osmanlı mimarisinin şahane sanatkârlığına insanlığı hayran bırakıyor. Revaklar arası çeşmeler her camide aynı intizam içinde ve işaret ettiği saltanat devrinde, Konstantin’i mağlûp edip 30 adet kuşatmaya tek galebe çalan, kuşatmacılığı fethe çeviren insanlığın gerçekten bütünüyle Ehl-i Kur’an olduğuna şahidlik ediyor halâ..
    Ülkemin, bu sur dışı diyar-ı ibadethanelerinde sıkça gördüğüm saydam tükürüklerini, buranın cami çevrelerinde çok nadir gördüm ki bu ibretin belgesi de şanı büyük Fatih’e ait. Bakınız, sokak tükürücülüğünü ne derece tehlikeli bulmuş ve nasıl önlem almış: “Ben ki İstanbul Fatihi abd-i aciz Fatih Sultan Mehmed, bizatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde kain ve malûmu’l hudut 136 bap dükkânımı aşağıdaki şartlar muacenesinde vakfı sahih eylerim.
    Şöyle ki; bu gayrimenkulümden elde olunacak nemalarla İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerindeki bir kab içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu hâlde, günün belli saatlerinde bu sokakları gezerler. Bu sokaklara tükürenlerin tükrükleri üzerine bu tozu dökerler ki yevmuye 20’şer akçe asınlar. Ayrıca 10 cerrah, 10 tabib ve 3 yara sarıcı tayin ve nasp eyledim.”
   İşte sokak tükürücülüğü için bile mal varlığını hibe-i vakıf eyleyen münezzeh,salih ve bemberrak bir vücudiyetin Fatih’lik makamına gelip oturması, İstanbul’un geleceği açısından isabetli bir takdiri ilâhiydi.. Zira İstanbul, bu görünen kirliliğinden daha bir kat kat kirliliği manâ âleminde yaşamakta olan şehirler arasında başta geliyordu.
    Fatih Camii bünyesindeki mimarlık ve hattatlık harikaları yanında bir de düşünce ve fikir potansiyeli olan, her minberin yanındaki mumluklar var ki, o devrin insanlarının ibadet ruhunu aydınlatıyor. Balık yağı, tutuşturduğu armut özü odun ve muhafazası ince uzun bakır kabın birlikte 2 mumluk ağırlığı, bazısında yarım ton, bazısında bir ton üçyüz kilo kadar gelebiliyor. Özetle balık yağı mum ile armut özü çıranın yakılmasıyla sağlanan aydınlıkta balık yağına karıştırılan sitearik asidin de rolü çok. Bu konuya II. Bayezid kısmında detaylıca değineceğiz. Zira çerağ-mumlar gerçekten birer fikir harikaları. Osmanlı’da adeta Edison öncesi elektrik projesi gibi bir şey..
   Bunca sanat harikasının cem olduğu caminin kıble yönünde geniş bir hazire bulunuyor. Hazire kapısının girişinin üstünde Peygamber Efendimiz’in İstanbul’un Fethi’yle ilgili olan Hadis-i Şeref’leri şöyle yazılmış; “Ne mutlu O’ kumandana ki Konstantin şehrini fethedecektir ve ne mutlu O’nun erlerine.” Hemen hazire kapısından on-on beş metre ileride Fatih Camisi’nin tam kıblesindeki türbesinde ise bu Hadis-i Şerif; “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerdir” cümlesiyle not edilmiş. Bu iki farklı Hadis-i Şerif’i cami görevlileriyle türbe vazifelilerine soruyorum. El cevab; “manâya bakın. Nihayet cümleler farklı da olsa varılan yol, alınan netice aynı değil mi?” deniyor.
   Bir süre bu cevablara rağmen, mutlu kumandan-mutlu askerlerle, güzel hükümdar-güzel askerler arasında gidip geliyorum. Mutluluğu ihtiras gibi kabulleniyor, güzelliği yeğliyorum. Zira İstanbul’da yüzlerce yerde bulunan türbelerin ve mezar taşlarının üstündeki isimlerde Ni’me’l Ceyş’ten, yani anlamı itibariyle Güzel Asker’den taltifleri okuduğuma göre, fethin mazharları bunlar olmalı. Yıllar öncesi yazdığım makalelerimde de Nebiler Nebisi Paygamber Efendimiz’in Hadis-i Şerif’lerini; “Güzel hükümdar (kumandan), Güzel Asker” olarak nakletmiştim. Nihayet ifadelerin şekli ne olursa olsun, Hadis-i Şerif’in özünde Konstantinepolis’in mutlaka Ehl-i Kur’an tarafından fethedileceği, bu fetihte ise gene Güzel Asker (Ni’me’l Ceyş)’lerin yer alacağı ifadesi var. Ve böylece 7. asrın Peygamber Müjdesi’ninin 15. asırda gerçekleşmesine, hem Fatih Sultan Mehmed Han’ın şansında, hem de İslâmiyet’in on asırlık mazisi çerçevesinde, oturup bir zihin yorduğumuzda şu Şehr-i Stanbul denilen şehrin mukaddesatını daha iyi anlıyorsunuz.
   Fatih’in hazire kapısından girdiniz.. Kendi türbesine vardınız.. Orada, bütün iç duvarları Geç Devir’e ait kalem işlemeli süslerle, 9 alt ve 9 üst pencere oturmuş kubbenin gölgesine sığınmışcasına zeminde Hazret-i Fatih’in yattığı sandukayla yüz yüze geldiğinizde okuduğunuz Fatih tarihinin pek önemi kalmıyor. O koskoca İstanbul’un bir zerre noktasında, dünyanın tanıdığı yüce Fatih bir sandukadan ibaret. İşte, dünyayı benim zanneden, mülk şaşkınlığıyla ahirî âlemi unutanların benzemek isteseler bile asla benzeyemeyecekleri mukaddes hâlin üzerinde , Sultan II. Mahmud’un eseri gümüş simlerle işlenmiş puşi, etrafında ise Sultan Abdülaziz’in koydurttuğu gümüş şebeke örtülü.
   Sandukanın sağında; “Lâ ilâhe illâllhü meliku’l hakkı’l Mübin (Allah’tan başka ilâh yoktur. Beyan olunan mülk Allah(CC)’ındır, solunda da; “Muhamedin Rasûlullâhi Sadık’u’l Va’di’l Emin” (Rasûlullah Muhammed sadık ve emindir) hatırlatması cümle ziyaret edene böyle sunuluyor. Fatih, o fethe mazhar insan değil miydi ki Ehl-i Kur’an ve değil miydi kimülkten bühtan. Tıpkı Yunus gibi; mal sahibi mülk sahibi. Hani bunun ilk sahibi düzenini sağlığında rehber edinip yaşayan..
   Şu hâlde bu yazılanlar O’nun dünya hâlinin tasavvur edilmemesi için yazılmışlardı.
 Hazirenin mezarlıklar bölümünün giriş yolunda sevgili eşleri Gülbahar Hatun’un türbesi, kızı Gevherihan Sultan’la beraber isimleri not edilmemiş iki mezarı daha barındırıyor. Bu türbenin hemen ilerisinde ise Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’ya ait türbe var. Tanıtım yazısı şöyle; “Gazi Osman Paşa (1832 Tokat doğumlu). 1900’de İstanbul’da vefat etti. 1877 yılı Plevne Savaşı’nın kahraman gazi ve şehidleri türbesi burada..” O’nun ön kısmında Tokatlı Hacı Mustafa Haki Hazretleri (Ölümü: 1336) , az ilerisinde Fatin Rüştü Zorlu’lardan bir mezar ve “Nakşi Bendiye Meşayi Kiramı’ndan Sandıklı Şeyhi denmekle maruf Şeyh Hasan Hamdi Bini Mehmet Efendi 1322 Zilkade, 1320 Kanunuevveli” notlarıyla Sandıklı Şeyhi’nin mezarı yer alıyor. Kim bilir daha kimler ve daha nice Kur’an ehili Fatih’in yolunda yürüyenler var. Pek sıkı bir araştırma icap ettiriyorlar ki lâyıkıyla anlaşılabilsinler.
   Fatih camii ile Fatih türbesi arasındaki Abdurrahman Nurettin Paşa’nın türbesinde ise Kastamonulu İmam Hatipliler’in hazırlayıp buraya diktiği levhada şunlar not edilmiş; “Merhum Mişaru İleyh Şumnu, Varna, Niş mutacarrufluklarında, Piruzirin, Tuna, Ankara, Bağdat, Diyarbakır, Kastamonu, Aydın, Edirne valiliklerinde ve Başvekil ünvanı ile Makam-ı Sadret’te Adliye nezaretine ifayı hüsnü hizmet eylemiştir.”
   İstanbul’un fethinde ve fethinden sonraki mühim savaşlarda ve memleketin idaresinde önemli görevler alan, dolayısıyla Fatih’in haziresinde mekân sahibi olanların yattıkları toprakların üstüne günde beş vakit yayılan ezan seslerine vesile, Fatih Camii’nin altında bulunan su ki (15-20 metrede) bir tehdit unsuru. Süleymaniye Camii’nin 132 metre altında olan suyun bu camide 15-20 metrede olması (İstanbul kurumları kadar ülkemiz insanlarını da endişelendirecek şekilde zararlı) telâkki ediliyordu. Dolayısıyla buradaki suyun üstündeki fosilli kireç taşlarının ve altındaki kum, çakıl, Gürpınar kili ve yine en alttaki kum taşlarının temel oluşturduğu katmana güvenmeyen Fatih’in bölge idarecileri o günlerde bu şükran şehrinin fatihi olduğu kadar banisi de olan Sultan II. Mehmed’e ait caminin depremde gördüğü zararın bir benzerini de bu ıslaklığı söz konusu durumdan görmemesi için kolları sıvamışlardı.
 Ki İstanbul’da her eser için yüksek bir ihtimam alışkanlığı var ve geçmişin hatıralarını himaye yolu da bunu gerektiriyor.
 
 
           Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/7
 
         İSTANBUL; HER KÜLTÜRE HER İNANCA HÜR ŞEHİR
 İstanbul’u fethettikten sonra şehrin yedi tepesinden biri olan yerdeki Havariyun Kilisesi’ni muhafaza kaydıyla, Fatih Camii’ni yaptıran Fatih’in; -bir cümlede 70 kere Fatih desek yeridir diyebileceğim Hazret-i Fatih’in- torunu Yavuz Sultan Selim’in Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin üst tarafındaki ibadetgâhıyla mekânına varmadan önce, Fahr-i Kâinat Efendimiz (SAV)’in bir Hadis-i Şerif’lerini nakledelim; “Gelecekte size önderlik edenler mallarınızı gasbedecekler. Sizinle konuştukları zaman yalan konuşacaklar. Yaptıklarını fena yapacaklar. Kötü işlerini görüp yalanlarını tasdik etmedikçe sizden asla hoşnut olmazlar. Hakk’a razi oldukları müddet onlara hakkı veriniz. (Doğru olanı söylemekten çekinmeyiniz.) Haddi aştıkları zaman (yaptıklarını tasvib etmeyip) bu yolda öldürülen de şehiddir.”
   Nereden nereye.. Kefereden cümle cemaat sayılıp, Fatih’in önünde kendiliğinden secdeye varanları; “Kalkınız!” diyerek haysiyete davet eden ceddin ihtişamını, hovardaca harcayan ve saltanatını hakir görenlerin, Cumhuriyet’in bütün feyz ve faziletine rağmen IMF önünde secdeye varışlarını bir Constantinus hesaplaşması gibi görüyorum. Bu, taşından toprağından bereket fışkıran münbit Anadolu’ya, bu zekâsından ilim ve irfan mekanikleri donatılan Anadolu’ya ne oldu da diz çöken acziyeti taklide yeltenir oldu.
 Cevab işte burada, yukarıda.. Gelecekte bize önderlik edecekler ne yapacaklardı? Mallarımızı gasbedecekler, bizimle konuştukları zaman yalan konuşup, yaptıklarını fena yapacaklardı. Bugün böyle olmuyor mu? Bu yazıyı kaleme aldığım anlarda depremzede Afyon Sultandağlı halkının ızdırabının paylaşılacağı yerde yardım yapıldı, yapılmadı yalanlamasını dinliyorum. Depremin dehşetini dahi anlayamıyorum. Gelecekte denilen ekabirin geldiğini doğrularcasına yalandır-değildirlerle uğraşanlar, yalanları tasdik edilmediği için ne tez, hemen hoşnutsuzluğa düşüveriyorlar, bakınız!
   Taberani (rh)’nin Ebû Sülâle (RA)’den rivayet ettiği bir Hadis-i Şerif’in nazariyesinde Peygamber Efendimiz âhir zaman önderlerini tarif ederken, Defterdar Sarı Mehmed Paşa (1655-1717) da durumu kurtarmayı, fakir halkın sırtına yüklemeye çalışanları mükemmel bir tesbitle şöyle açıklıyor; “İşleri yürüten akıllıların giderleri karşılamak için, reâyâ fukarasının (fakir halkın) tahammüllerini aşan vergi toplaması, bir evin temelinden toprak alıp üstüne sarf etmeye benzer. Temelden alınan toprak ile (binanın) temel(in)e zayıflık gelir; yükü çekmeye kudret kalmaz. Üst’ün (yukarıdakilerin) büsbütün yıkılmasına ve harab olmasına sebeb olur.”
   Şimdi Peygamber Efendimiz’in tarif ettiği âhirzaman önderliğinin alışageldiği, Sarı Mehmed Paşa’nın reâyâ fukarasından alınırken tahammülleri aşarsa bir evin temelinden alınan toprak üstüne sarf etmeye benzettiği vergiyi IMF’ye yedirmek üzere halktan almakta ısrarlı dalkavukluğu Allah(CC)’a havale edip Fatih torunu Yavuz’a dönelim.
   Ayşe Hatun’dan (1470) doğma, hem dede, hem baba, hem de evlâd bakımından Osmanlı İmparatorluğunda çok önemli roller oynayıp yükselme devrini gerçekleştiren akrabalığa sahib Yavuz Sultan Selim Han, Fatih Çarşamba’dan Haliç’e doğru inişte, adını Tabbağ Yunus’tan alan Tabak Yunus Sokağı başında, kendisine ait caminin avlusunda medfun. İstanbul camilerinin ekseriyetinde onu yaptıranların adı banisi ifadesiyle geçiyor. İstanbul’un 5. Tepesi’ndeki Yavuz’a ait, Yavuz Sultan Selim Camii’nin banisi ise kendisi değil, oğlu Kanuni. Mükemmel bir revak gurubuna sahib Yavuz Sultan Selim camiini Kanuni padişahlığının 2. yılı 1522’de yaptırmış. Tabyaneler, İmaret ve Sıbyan Mektebi Külliyesi, bugün park özelliği taşıyan caminin bahçesinde tesis edilmiş. Etrafı; batısındaki Eğitim Parkı hariç yüksek duvarlarla örülü ve bahçe bu duvarlar seviyesinde. Cami de öyle.
   Yavuz Selim’in bu yerden on on beş metre yükseklikteki bahçesinden Haliç’i seyrediyorum. Bursa Subaşısı Cebe Ali Bey’in sur kapısını kırdırıp, 29 Mayıs sabahı Konstantinepolis’e girdiği, dolayısıyla O’nun adının verildiği Cibâli semtinin yakınlarındayım. Ün versem ünüm gider ve döner gelir kendimde yankılanır. İşte Yavuz Selim böyle bir yerde. Zamanında Haliç’ten doğru camiye gelenlerin kullandığı Kırk Basamak Kapısı bu adette basamağı olduğundan böyle isimlendirilmiş. Tepeden tabana özellikle ine ine saydım. 67 Basamak geldi. Demek ki zamanla ya ilâveler oldu, ya da tadilatlar bunu gerektirdi ve basamak sayısı arttı. Yavuz Sultan Selim Camii’nin karakteristik yapısına ve bünyesinde barındırdığı şahsiyetlere değinmeden önce aşağılarda merakımı mucip olan bir yapıyı nakledeyim size..
   Yavuz Selim’den Haliç sularına doğru baktığınızda gözünüze iki farklı şekil ilişiyor. Bunlardan birisi kıpkızıl tuğlalarla Bizanslılığı özendirici bir yapı istisnalığıyla ve çatı üstü şekilleriyle hemen Rum eseri intibaını veren Özel Fener Rum Lisesi. Bitişik nizamında bir de Yuvakimyon Rum Kız Lisesi bulunuyor. Binanı iç dizaynına hâkim olmak uğruna girip gezmedim, ama dış görünüşüne bakılırsa Osmanlı mimarisi karşısında eser ortaya koymak adına bu özel lisenin yapımında epey ter dökülmüşe benziyor. Hoş bir bina, fakat maddeten öyle. Yavuz Selim’den sonra Haliç’ten yukarı göze çarpan binalardan biri de bu özel lise. Bir diğeri semtin düzlüğe karıştığı aşağılarda ve Türk evleri arasında, 1452’nin Bizans’ına başkentlik yapan Fener’in Meşhur Rum Ortodoks Patrikhanesi. Girişinde bir kulübe ve emniyeti berkemal eyleme görevinde. Fakat Hançerli Panayia ve Ayios Yeorgios Rum Kilise Vakıfları aksine kapalılar.
   Madem ki buraya kadar geldik, diyorum ki devam edeyim. Zira az ileride, bir de 1898’de yapılmış Bulgar Kilisesi taraflarında Haliç’e ramak kala Orahaim Rum Hastanesi, o köhne Balat evleri arasında Panayia Vleharna Ayazması Meryem Anavar. Ceddimin neyi varsa eser ve esami olarak öğrenirim düşüncesiyle sokak sokak dolaştığım yerler içinde Topkapı (sur içinde) Levon Vartunyan adına eğitim veren bir Ermeni ilkokuluna rastladım. Sonra adını sanını öğrenemediğim bir kiliseye de Belgradkapı’da rastladım. Bu kilise yakın tarihe, 1895’e ait. Bunların dışında Edirnekapı surlarına çok yakın yerde, Draman denilen muhitte kilise iken camiye çevrilmiş, daha sonra da Kariye namıyla müze yapılmış bir bina (yoğun yabancı turist topluyor. Bizimkiler de onları sömürmenin yollarını turistik eşya ticareti adı altında gerçekleştirir olmuşlar) Ki bu binanın içindeki çeşitli resim ve semboller tamamen Hıristiyanlığın temsilinde. Bizimkilerin ürettiği seramik, cam, tablo ve resimlerde de aynı temsili aynilik ve benzerlikler mevcut. Daha önce de III. Bölümde bahsettiğim Fethiye Camii ve müzesi ile Molla Zeyrek ve Molla Fenari İsa Çelebi camileri de zamanında birer Bizans manastırlarının kiliseleriymiş.
   Şimdi denilecek ki, 324’ten 1453’e kadar 1099 yıllık Bizans mülkiyetinde olan Konstantinepolis’in sadece üç-beş kilisesi ve birkaç da okulu mu var. Hattâ bu birkaç okulun inşa ve faaliyet tarihi de 19. asra dayanıyor. Lâkin işin aslı bu değil. Bulunduğu sahibinden, daha doğrusu sahibleneninden mutlaka Kur’an Ehili bir hükümdarlığa devredileceği Hadis-i Şerif’le müjdelenen İstanbul, bu müjdeyi gerçekleştirmeye çalışanların 31. olan Hazret-i Fatih’in himayesine girdikten sonra elbette onun ahlâkı, karakteri ve Tevhid yolunda yürüme iştiyakiyle değişmeseydi ve yenilenip mukaddesatına kavuşmasaydı, hükümdarını komutanına tokat attıracak kadar hiddetlendiren bu fethin ne önemi kalırdı. İşte İstanbul’un Türk ve Müslüman bir milletin dedesi Osmanlı’ya gösterdiği medeni tahammülün tek ve istisnasız cevabı budur, izahı budur..
   Ve yeniden dönüyoruz Yavuz Selim’e. Orada birlikte ziyaret etmediğimiz iki türbe bulunuyor. Yavuz Sultan Selim ile (1520) bu caminin güney cephesinde 341 yıl sonra, 1861’de buluşan Sultan Abdülmecid’in türbeleri. Türbe kapısından girdiğinizde önce Yavuz Selim’i ardından Sultan Abdülmecid’i ziyaret edeceğiniz bir hürmet sıralaması düşünülmüş sanki. 9. Osmanlı padişahından 31. Sultan Abdülmecid’e uzanan tarihi hakikat, bu ceddin önünde duaya durduğunuzda, adeta hayâle dönüşüveriyor. Çaldıran’lar, Ridaniye’ler nerede, Macar İsyanı, Eflak-Boğdan itilafı nerede, diyor insan kendi kendine. Keşke Yavuz’un babası II. Bayezid’e baskısıyla taht yine, padişahına kucak açıp, Bayezid’inden küslük görseydi de, Sultan Abdülmecid Batıl’lılaşma sürecinin hızlılığı içinde, Macaristan ilticalarıyla, ihtilafları görmeseydi diyor insan kendi kendine..
   Ki II. Bayezid oğlu Yavuz Selim, bundandır bir adım önde..
 
 
Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/8
 
YAVUZ’UN ETRAFINDA DOLANMAK HAZZI
   Fetih sonrasında Osmanlı idaresiyle; tabii ki bununla birlikte Osmanlı adabı, ahlâkı, kültürü ve inançlarıyla tanışan eski İstanbul’u, hem sathî vaziyeti, hem de derunî yapılarıyla anlamak ve anlatmak, bir bakıma kişilerin karakterine bağlı bence..
   Dünkü İstanbul’u çok iyi bilen, onun bildirici bilgilerini zihnine yerleştiren ve bununla da yetinmeyip, birinci derecede alâkalı mercilere başvuranlar, ancak bugünkü İstanbul’a vâkıf olabilirler. Bugünkü İstanbul’a bakıp da ya sıhhatini bozuk, ya ahlâkını eksik, ya inancını zayıf veya tabiatını kusurlu bulan varsa onlar da dünkü İstanbul’dan kopuşun sebebleri için, bugünkü İstanbul’dan kopabilirler.
   Zira her şey yer üstü İstanbul’daki şaşaa değil. Niye? Çünkü şaheser Yavuz Selim, Yeni, Mihrimah ya da Haseki Sultan camilerini yarım asrı altı geçen ben dahi ilk kez –görmemle- duyarken, Haliç’in Sarayburnu’ndan Galata’ya dek kırılmaz zincirlerle zincirlendiğini defalarca okudum ve işittim ki, bu şuna benziyor; Evin içindeki içtimaya değil, kapıya müracaat eden misafirin faziletine bakmalı. Kapıdaki misafirin kalıcılığıyla, iç odadaki ev sahibinin gidiciliği şayet Resûlüllah tarafından Hadis-i Şerif ile bildirilmişse, sonraki eserlere imkân, güç ve fırsat verecek olan önceki eserlere bağlı ve yanık kalıyor insan..
    Özlemler, haslet duyguları, gönül titreşimleri, iç ürpertileri ve cedd-i muazzama’ya şükran hisleri, bu başlangıç itibariyle harekete geçtiğinden, gözlerinizdeki ferlerle varıp tanıdığınız her eser sizi çok az süren misafirlikten sonra geçmişe yolcu ediyor.
   Bugün gene bu tarifler içinde, böyleyim..
..Ve Şubat’ın 8’i bir Cum’a.. Uzun boylu, omuzlar arası geniş ve geniş omuzlu, kalın kemikli.. Yuvarlak başlı, kalın çatık kaşlı, kırmızı yüzlü ve uzun bıyıklı. Sert tabiatlı, cesur, yiğit bir padişah mekânına hasbihâle gidiyorum. Sekiz yıllık saltanat döneminde İran Seferi’nden tutun da, 10 vilâyeti alışına, 13 günde Sina Çölü’nü geçişinden tutun da Ridaniye zaferleriyle Kahire fethine kadar bir çok zafere damgasını vuran, Memlûk Sultanı’nın cenazesinde bulunup O’nu bizzat omzunda taşıyan Halife; namı Yavuz Selim’e gidiyorum. Yenilmez padişahı kimseler yere vuramıyor diye, biraz da baba II. Bayezid’in intizarıyla olacak, Aslan Pençesi denilen bir çıbanın O’nu yere serişine tevekkül yitikliğim içinde türbesinde ziyaret ediyorum.
   Sonra sandukasının, temele değen ahşap kısımlarındaki eskimişliği zamanla yoğuruyorum. Hocası İbn-i Kâmal’in atının ayağından sıçrayan çamurlu kaftanını, sandukası üstünde bir camekânda dikkatle izliyorum. Osmanlı tuğrası, mumluk (mum çerağ) ile caminin maketine vakıf olup diğer iki türbeye yöneliyorum.
   Sultan Abdülmecid türbesiyle Yavuz’un türbesi arasında Şehzadeler Türbesi bulunuyor. 5 medfunlu bir türbe. Üçü Kanuni’nin oğullarından; Şehzade Murad, Şehzade Mahmud ve Şehzade Abdullah’a ait. Diğer ikisi Yavuz’un kızları İstkender Paşa ile evlenmiş Hafsa Sultan ve Vezir Makbul İbrahim Paşa’nın hanımı Hatice Sultan. Silsile itibariyle baktığınızda dede, torun ve evlâdların bir arada olduğu görülüyor.
 Bugün Cum’a idi değil mi? Ben Yavuz’un türbesinden genel notları alırken, nur yüzlü, saygılı, ceddine sevdalı üç çocuk giriyor içeriye. Dua üstüne dua dökülüyor içlerinden. Sonra da benim not düşmeme bakıp; “Ne yapıyor bu adam” diyorlar. Ne yapayım çocuklar. Bakmayın boyuma, sizin yaşınızdayım ve tarihimi öğreniyorum.. 
    31. Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid Han.. 17 yaşında, padişahlık gibi ağır ve maharet isteyen bir Emir-İdare sanatını icraya başlayan hüküm insanı. Gülhane Hattı Hümayunu’nun okunduğu, Batılı’laşma sürecine hız verildiği bir dönemin insanı. Macar İsyanı dolayısıyla Macaristan’dan ilticalar, Eflak-Boğdan ihtilâfları, Rus Harbi O’nun döneminde olmuş. İyi ki Galata köprüsünü hizmete sokup, meslek okulları açabilmiş. Dolmabahçe Sarayı’yla Mecidiye Camii’ni de yaptırabilmiş. Bir de Ruslar’a karşı büyük menfaatler sağlanmış. İşte o kadar.. 22 yıllık saltanat işte bu kadar.. Yani, Yavuz’un Ridaniye’si, Memlûkleri ve İran’ıyla, Abdülmecid’in Galata etrafları.. Yani, genişlik-uzunluk ve darlık-kısalık gibi bir intiba.. Bende öyle..
   İstanbul camileri arasında erken devir Osmanlı mimari eseri olarak yer alan Yavuz Selim’in camisi revakından geçerken daha önce farkına varamadığım bir manzarayla karşılaşıyorum.. Abdest alınan çeşmenin tavanını muhafaza eden dairevi çatının örtülerinden tahta perdeler, aradan geçen uzun bir süreye rağmen çürümemiş, ama eskiliğini hemen fark ettiriyor. Onları da örten çinko perdeler, diğer kısımlarda varken buraların bir bölümünde yok. Bundandır ki eski hâl, mimarı plân hususiyle “işte böyleyim” diyebiliyor.
   Ne zaman Yavuz Sultan Camii’nin parkından içeriye adımımı atsam etrafta erken yaş gençliğinin orayı doldurduğunu görüyorum. Kitap okuyan, sohbet eden veya sigara içen; monotonluğa isyankâr bir erken yaş gençliği.. O güzelim oturaklara ve park merkezindeki albenili olanlara rağmen ekseriyeti, buradan Haliç’e tepeden bakmayı seviyorlar. Haliç çok aşağılarda ve çok yakınlarda ki aşağıya doğru, Yavuz Selim Camii’nin park duvarından itibaren başlayan müstakil, düzensiz ve köhne evlerin monoton yapısından dolayı cami boyu bir açıklık teşkil etmişler ki Haliç’in her hâli bu açıklıkta mükemmel izleniyor. Zira camii istinad duvarları (daha önce on beş-yirmi metre olarak belirtmiştim) yeniden nazari bir ölçüm yaptım, elli metre kadar yüksek. İşte bu yukarılık buraya mükemmel bir çevre izleme şansı sağlıyor.
   Kırk basamak kapısından inişe geçiyorum adeta. Bir, yedi, on dört, yirmi bir derken tam 67 basamak sonra, bu ilki 18, ikincisi 34 ve üçüncüsü 15 basamak gelen üç kıvrımlı merdiveni terk eder terk etmez, köhne evlerin arasında buluyorum kendimi. Ve o anda da aklıma Galata evleri ve bir de Arap Camii geliyor. Cenevizler Kolonisi Galata.. Bir bir mescidleri, çeşme, sebil ve hattâ cami ve türbeleri zayiata uğrayan, Osmanlı’nın hatıralarının yok edildiği Cenevizler’in eski yurtlarını bir defa daha dolaşmak istiyorum. Sokollu Mehmet Paşa’nın Asar-ı Hayriye’si iken tamamen harab olan, 1941 Cumhuriyeti’yle yeniden tamir ve ihya edilen Azapkapı Camisi’ne bu kez uğramayayım fikrindeyim. Ondaki mahzuniyet beni de yaralıyor. Tıpkı kaybolan Osmanlı yadigârlarından yaralandığım gibi, yaralıyor beni.
 İyi ki az ilerisinde, beni teselli eden Azap yerine bir Arap var. Çok hoş, Osmanlı Erken Devir mimarisinden çok farklı bir yapı özelliğiyle ve Azapkapı’nın kaderini bir süre, daha ağır hüzünlerle yaşamış bir Arap..
   Cum’ayı onda kılayım, imamından onu tanıyayım ve sizlere tanıtayım fikrindeyim.
   Nasib..
   Şayet yol darılmaz, can durulmaz, zincir kırılmazsa Hakk’a kölelik kulluk o kapıdan girer, Cum’a’sını eda eder ve kalemiyle kâğıdına yazar diyorum.
 
 
Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/9
 
   BİR İSTANBUL DOĞDU Nİ’ME’L CEYŞ’LERDEN
  Elimde, dün akşamdan geceye doğru uzayan zaman içinde yazdığım İstanbul şiiri.. Şiir yazmayı ne çok özlemişim. Okumayı da. Sultan Abdülmecid Han’ın eseri Galata Köprüsü üstündeyim. Aklıma bu şiir geldi. Yanımda taşıyorum, paltomun ağırlığını hafifletircesine yerleştirdiğim iç cebimde. Çıkarıyorum ve boğazın sularına doğru tutuyorum.
   İstavrit ve levrek avcılığı yapan oltacı adamlar arasından yürüdükçe bir kıtasını okumaya başlıyorum;
Elli dördüncü gün, İstanbul’da su
Elli dördüncü gün, İstanbul'da su
Tekbirlerle sanki yükselip yerden
Surlara yürüdü kırıldı pusu
Yer-Gök inledi Allahu Ekber'den
 
"Yol ol gemiye dağ, yol ol hüküm var!"
Aşılmaz Haliç'i aşsın Hükümdar
Eyyub'daki Otağ-ı Hümayun sar
Ehl-i Kur'an geldi çok ötelerden
 
Sultan Mehmet iki suru gösterdi
Bir senedir gönlü bunu isterdi
Feth-i Mübin'ine işaret verdi
Muzaffer çıkmaya kutlu seferden
 
Mehmed'im toplara surları dövdür
Dövdükçe Sultanın Mehmed'i övdür
Açılan her gedik çöken bir evdir
Vakit: sabah vakti, gün: Salı, erken
 
Ulubatlı -Otuz Erbaşı- Hasan
Kale burçlarına ilk ayak basan
Allah! deyip -orda oydu ilk susan-
Şehid düştü burçta sancak dikerken
 
Cibali, Topkapı, Tekfur Sarayı
Örse gedikleri sarsa yarayı
Kaç Hasan surlarda aldı sırayı
Bizans Eli boydan boya çökerken
 
Bu idi zulmetin Nur'a dönmesi
İçeri girerken Tekbir'in sesi
An be an kesildi için nefesi
Yığıldı bir yöne Bizans içerden
 
İnsan insan cesed, şehid ve gazi
-Bir çağ sayfasında okunan yazı-
Konstantinepol'de koskoca mazi
Silindi Konstantin denilen yerden
 
Halkı kaçtı doğru Ayasofya'ya
Taç ehli makamlar yürüdü yaya
Biraz sonra O' gelecek buraya
İz mi kalır bin yüz yıllık hünerden
 
Bin yüz yıl bu şehir İslâm'a gebe
Doğarken Hamza Bey, Karaca, Cebe
Haliç'te Tekfur'luk vururken dibe
Kandil yandı, alev söndü Fener'den
 
O soysuz ilklere, son verdi Rabbim
Güzel askerlere yön verdi Rabbim
Alem-i İslâm'a ün verdi Rabbim
Kaç Kâb Bin Mâlik'ten, kaç Ebu Zer'den
 
Şimdi.. Ayasofya; "Melekten medet!
O' Fatih geliyor, Melek yardım et!
Neredesin? Tacımı soyunan veled
Ahh! Nerden başkaldırdık, Fatih'e nerden?"
 
Bizans'ın son günü böyle karardı
Ağlaşan âlemi bir korku sardı
Fatih Sur içinde secdeye vardı
Şükretti Rabb'ine: "Abd-i Aciz ben
 
Nebi'min bu müjde ettiği an'a
Erdirdin Allahım şükürler sana
Masumken toplumla suçlu olana
Bir zulmüm olursa yüz çevir benden
 
Bu Feth-i Mübin'in şudur gayesi;
Karanlık çağların dize gelmesi
İslâm'a dönerken Küffar beldesi
Bir çağ açılacak eski senenden
 
O çağ ki Tevhid'e inanmışların
Zerresi bu hâle donanmışların
Ni'mel Ceyş olmaya çok yanmışların
Şehrim almaya Bizanslı denenden
 
..Ve kalksın önümde diz çöken teba
Ne dini zelildir, ne mülkü heba
Emrim bu.. emrimde yoktur aceba
Tebâmız oldunuz sarfsınız şerden.."
 
Kilidini kaldırdılar surların
Gelen müjdesiydi bu asırların
Ey Bizans! vebalin ve kusurların
Okunsun İslâm'a şimdi minberden
 
Hak geldi, bâtıl ve şer susturuldu
Haliç'e zincirli sular duruldu
Onun için genç Fatih'e vuruldu
Memnundular başa gelen işlerden
 
Konstantin İslâmbol olduğu günde
Haçlı-Mü'min düğündeydi düğünde
Sen Romen'de Hasan'ım öldüğünde
Bir İstanbul doğdu Ni'me'l Ceyş'lerden..
 
   Şiir bitiyor, yol tükeniyor Galata Köprüsü’nde. Gelişi muhteşem, kalışı muhteşem ceddimin ihya ettiği Konstantinepolis ile büyük benzerlikler taşıyan eski Cenevizler Galatası’nda Müslüman Arap’lardan kalma ve başından bir Bizanslı oyunu geçen Arap Camii’ne doğru giderken birçok sokakta Kourou kahved Jı, Bosfor ve Ceneviz Han gibi isimlere rastlıyorum.
..Ve onların misyonu halâ,yapı özellikleri itibariyle Cenevizler’den kalma galiba. Verilen misyonik mesaj bu. Sorsanız aslı söylenir, ama ne gerek..
   Dursunlar da varsın öyle dursunlar..
 
 
Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/10
 
NE ŞAM’IN ŞEKERİ NE ARAB’IN YÜZÜ!
  Hz. Fatih’le Konstantin arasında bütün şiddetiyle devam eden savaşı; -Topkapı (Sen Romen), az beride Tekfur Sarayı önleri, surlar dibine yapılan büyük hendeklerin içindeki surları aşmaya çalışanların cesetleriyle ve şehidlik mertebesine erişmişlerin zahirî ihtişamıyla- dolduğu anlarda- keyifle seyreden Cenevizler halkı için muzaffer kim olursa olsun fark etmeyecektir. Bizans’lılarla zaten komşu devletler mesabesinde yaşamışlıkları vardı. Ya Osmanlı’lar savaşa kazanır da Bizans’a hâkim olurlarsa ne olurdu? Hiçbir şey ve koskoca bir hiç.. Pek tabii, Fatih Sultan Mehmed; dolayısıyla devletçilik teşkilatı, her geçen gün hâkimiyet sınırlarını genişleterek Osmanlı İmparatorluğu namını dünyaya yaymakta olan, Ertuğrul Bey’in Kayı Boyu’ndan gelme, oğlu Osman Gazi ile hayata geçirilen kuruluşu tanımamak gibi bir yanlışa düşüp Konstantin ve ülkesi Konstantiniyye olmaya yeltenemezlerdi.
    Fatih bu savaştan muzaffer çıkarsa zeval olmaz elçileri vardı; gönderip sadakatlarını bildirirler ve Galata Kolonisi’nin anahtarlarını teslim eder, kurtulurlardı. Neden ve kimden kurtulurlardı? Osmanlı’nın kanunu olarak koyduğu; ‘direnmeyen ve teslim olan ülkelerde yağma olmaz’a muhalefetten başa gelen talân,öldürme ve zulümlerden.. Haliç’e geçilmez ve girilmez statüsü kazandıran zincirin diğer ucu yakınında gerili Galata kulesinden, çevresindeki binalardan ve yüksek tepeli mevkilerinden bütün şiddetiyle devam eden savaşı seyreden Galata Kolonisi toplumu, nihayet Sultan Mehmed II’nin zaferiyle adeta Konstantin’den önce mağlubiyeti tatmış oldu.
 Zira bir gün sonra; Fatih’in zaferini alkışlarcasına teslim olduklarını açıklayıp ikinci gün olan 1 Haziran’da da –o gün Fatih hutbede, Akşemsettin mihrabda- Cuma namazının eda edildiği ilk Cuma ile ihya ve iltifata mazhar olduğu günün aynısında, ülke anahtarlarını teslim etmişlerdi.
    Ben Profesör Semavi Eyice gibi Karaköy’de hiç oturmadım. O’nun 16. yüzyıldan bugüne tesbitleriyle bahsettiği gibi Karaköy’ü 60-70 yıl kadar, sineması, mescidi, sebil,çeşmesi ve türbesiyle tanımadım. O’nun mazisinde var olan sayısız türbe, mescid ve tarihi yapıların tahayyülleri de yok bende. Ama bir gerçek var ki Galata ve etrafındaki genel hava, bir kısım (Bosfor, Ceneviz Han gibi) sosyal konutlarla, Neve Şalom Sinagogu, Özel Zapyon Okulları, kiliseleri, Getronagon, Sen Bönüva,Süryani Kilisesi gibi dini ve milli kurumlarla Fatih’in öz beldesinden çok farklı bir hâli yansıtıyor. Sanki bir mazinin tasviri diye dış görünüşlere aldanış burada. Sık aralıklarla oldukları yerden Türk evlerine tezatlıklar içinde komşuluklar yapmakta olan bir çok bina neyse de, bir o kadar, hattâ daha fazla bina, tarihi diye yatırıldıkları sekâret yatağından ‘kurtarın beni!’ dercesine garib ve isyankâr bir titreme sûreti gösteriyorlar.
   İşte bu, şekilci mâzi görüntüsü içinde yakaladığım Galata’da bir Arap Camii, gizlice bir iman hevengiyle; ‘yeisini bende yen, manevi kozanı ör’ der gibi kendine çekti beni.. Ezangâhının farkında değilim. Her camide olduğu üzere bunun da bir minaresi; şöyle şerefesi, hilâli ve dairevi çıkışıyla, yani narinliğiyle meşhur bir ezangâh olmalı itiyadımla abdest alıp Arap’a varıyorum.
   Hani demiştim ya; “beni teselli eden Azap yerine bir Arap var.” Ve hani demiştim ya, “Cuma’yı onda kılayım, imamından onu tanıyayım ve sizlere tanıtayım” diye. Öyle yaptım. Sonra cami imamıyla bir müddet sohbetin ardından ayrılma vaktim içinde, bir kısmını zihnime yerleştirdiğim, bir kısmını da yazıya döktüğüm bilgilerle Arap Camii’nden çıkıyorum.
   İstanbul’un Kartal’ında kapkaççıların, oto hırsızlarının, Üsküdar’ında tinercilerin, bilmem neresinde yinelenmekte olduğu ahlâksızlık örneklerini TV’den izlediğim anlarda, dilimden ‘Ah Fatih!’ hararetli bir iki kelime dökülüyor. Şükür ki Fatih’in özünde bu tür saçmalıklar, asaleti veçhile barındırılmıyor. Beni bu hâlle oyalayan geleceği mutlak karanlık, getireceği mutlak ziyan olan gençliğe, ‘kahretsin!’ diyesim geliyor içimden. Yine diyemiyor ve Arap Camii’ne dönüyorum..
   İstanbul’un Fethi için, malûmunuz 30 kere kuşatmaya gelenler oldu. Bu kuşatmalardan biri de MS 15 Ağustos 715 yılında Arap kumandanlarından Müslime bin Abdülmelik’çe yapılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu her gittiği yere nasıl idealini ve inancını da götürüp yerleştirdiyse, böyle bir örnek de İslâm kumandanından görüyoruz.
   İslâm Arap ordusu bu feth mücadelesi günlerinde ibadet etmekten geri kalmadığından kumandanları Müslime (Mesleme) bin Abdülmelik ile İmparator Leon arasında varılan anlaşma neticesinde kuşatmanın 2. yılı olan 717’de Arap Camii inşaa ettirilir. İslâm Arap ordusu İstanbul’un fethi için; daha doğrusu Konstantiniyye’nin İslâmbol olabilmesi uğruna 7 yıl Galata’da kalır ve aynı zaman boyunca namazlarını camilerinde kılarlar. Mücahidlerin Şam’a dönüşlerinden uzun bir müddet sonra Dominiken rahibleri bu camiyi kilise hâline sokarlar. Lâtinlerin San Paola Kilisesi dedikleri bu mabet, ancak İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı döneminde aralıksız Müslüman mâbedi olarak kullanılmaya başlanır. En eski tamiratı III. Mehmed zamanında (1593-1603 yılları arasında) yapılandır. II. Mustafa’nın eşi ve 1. Mahmud’un annesi Saliha Sultan da büyük bir tadilat yaptırır.
   Arap Camii, Kilise olarak bir süre hizmet vermiş olsa da, Bizans kiliseleriyle hiçbir benzerlik taşımıyor. Kürsüsü Azapkapı camiinden getirilmiş. Sekiz mermer sütun üstüne oturan barok usûlünde bir mahfil var. Üç kat 70 penceresi olan caminin ahşap tavanı dört duvar ve 22 ağaç sütun üzerine oturtulmuş. Bir hayli geniş iç alanı var ki 21 metreyi buluyor. Bizans kiliseleriyle benzerlik taşımayan cami öte yandan Osmanlı mimarisine de yakın değil; ahşap ve sade güzellikte. Bu sade güzellikten hoşlanıyorum. Bir de devrin numunesi güzel kokulu, zikrin mekânı Zikirhâne’sinden..
    Derken imamın ‘minaresi Çan kulesinden ibaret’ sözüne şaşırmamak elde değil. Arap’ta minare arıyorum. Sanki şu uyduruk söz; ‘ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü’ lâfzı işte burada tezahür ediyor. Lâkin Arap’ın ne suçu var. Değiştirerek bu sözü tersinden okuyalım; ‘Ne Karaköy’ün şekeri, ne de Galata’nın yüzü.’
   ‘Şu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli’ değil miydi? Arap Camii üstündeki kiliseden kalma çan kulesinden siz, bir çanı alıyor ve üstüne şerefeye ne lüzum var fikriyatıyla bir hilâl yerleştiriyor ve Ezan-ı Muhammediye’yi okuyor ve de okutuyorsunuz.
   Şimdi oturup düşünün!
 Şu; ‘Ne Arab’ın yüzü’ diyenler, siz daha bir düşünün.. O Arap Mesleme burada, üstüne bir çan kulesi konmuş camisini görse, sanırım çok müteessir olurdu. Olmayan bir Diyanet; Hafızı, İmamı, Efendisi, ve Müridi’yle bu cemaat, işi kurtarmak, vaziyeti berkemâl eylemek adına şimdi tek bir şey yapacaktır. O ne midir?
 O, vebali, iman terazisinde gram gram tartıp bana yüklemek.
 
 
Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/11
 
KUTSAL EMANETLERE OSMANLI SAYGISI
   Yazımın bir yerinde dinler arası hoşgörüden, dinler-fikirler arası ihtiyaçtan söz etmiştim. İstanbul’un bir çok yerinde rastladığımız bu hâl, bir fetih lisaniyle İslâmbol’un Fatih mahallesinde oldukça belirgin görülüyor. Kiliselerle camiler, hattâ Orahaim Rum Hastanesi’yle Vakıf Gureba.. Dahası Tekfur Sarayı Hançerli Panayia Rum Kilisesi Vakfı’yla, bir merkezin malûm ve masum insanlığını cezbediyor; okutuyor, eğitiyor. Sakıncasız gayesini ateşliyor, bir yere topluyor ve ibadetini de, sağlığını da kontrol altında tutarak, saygın toplumlar hâlinde yaşamalarını temin ediyor.
    Öyleyse bidatlara ne gerek var ki Arap’ın önünde çan kulesine sessiz kalınsın.. Dinler arası hoşgörü, ama böyle değil. Şimdi diyeceksiniz ki Ayasofya ne, Aya İrini nasıl, ve neden öyleyse? Öyleyse değil, neden öyleyse hiç değil.. Zira Ayasofya Allah-ü Tealâ’nın Hakk dininde öze dönüştür. Müşerreftir.. Bidata ne gerek var gibi bir zehabım işte bundandır.
    “Bir Müslüman ki uğur cihetince Fal’dan medet beklerse cahiliye, Nal’dan medet beklerse İtalyan sapıklığına, Nazar boncuğundan himaye talib ederse Bizans’ın dâlâletine yönelmiş demektir.” Şu hâle bakınız ki Arap’ta bir imam bu meâli karşılayacak sözlerle Müslümanların dikkatini çekiyor da, bana da; “Arap Camii’mizin minaresi çan kulesidir ve bu kule eski kiliseden kalmadır” diyebiliyor.. Söz ile özün birlik sağladıkları hususunda tereddüdüm var.. O kadar..
    Konuyu; Diyanet’in bizden fevkalâde düzgün izan ve vicdanıyla, Karaköy’ün sinemalarını sayıp sayıp kaybedilen tarihin cami ve mescidlerine esef duygularıyla yaklaşan Profesör Eyice üstadların hassas kalemlerine tevdi edip, Hırka-i Şerif’in (tam dört asırlık) saadet huzuruna dönüyorum.
      “Şüphesiz tâbiinin en hayırlısı Üveys denilen bir zattır” diyerek Hz. Üveys El Karanı’yi tarifle, Resulûllah ne çok sevdiğini buyurmuştur. Peygamber Efendimiz zamanında Yemen’de yaşayan, ama kendisiyle hiç görüşmeyen bir Veli’dir Karani. Ve bugün İstanbul şehrine mukaddesat kazandıran, kutsal emanetlerden olan ve İslâm Âlemi’nin İstanbul’a akın akın gelmesine, gönüllerince bir bakışa can verecek derecede yüz sürme arzularını, bir anlık dar vakite sığdırıp mutmain olmalarına da vesile Hırka-i Şerif, her Ramazan ayının birinci günü Topkapı Sarayı’ndan adına yaptırılan camiye getiriliyor. Ramazan’ın her günü binlerce Müslüman bu camideki hem Saadet Dairesi’ne hem de Veysel Karani Hırka-i Şerif Vakfı’na uğrayıp, ruh ve bedenlerinin muhtaç olduğu Resulûllah huşusunu;  -Sakal-ı Şerif,  Hırka-i Şerif, Efendimiz’in giydiği çarığı, gömleği, bastığı taştaki ayak izi, kullandığı misvak ve Kur’an’ın ilk örnekleri gibi- Peygamber eşyalarından temin etmede, birbirleriyle yarışıyorlar.
   İşte böyle günlerden birinde gökten rahmet imbik imbik, şemsiye tanımaz dik başıma yağa dursun, Hırka-i Şerif camisinin tarihi evvelini kalemimle kâğıdıma not etmeye çalışmaktayım. Yavuz Sultan Selim’in 1517'de Mısır'ı fethederek halifeliğini devralışının akabinde Mukaddes Emanetler de Osmanlı Devlet’ne intikal ediyor. Mukaddes Emanetler’in büyük bir kısmı, hilafeti Yavuz Sultan Selim'e devreden 3. Mütevekkil ile Kahire'ye kadar gelerek Mekke ve Medine'nin anahtarını teslim eden Mekke Şerifi Ebû'l-Berekat'ın oğlu Emir Ebû Numey tarafından Yavuz’a teslim ediliyor. Lâkin, Mukaddes Emanetleri’n İstanbul'a getirilişi, yalnızca Yavuz Sultan Selim devriyle (1512–1520) sınırlı kalmamış, bu çok değerli koleksiyona daha sonraki asırlarda çeşitli vesile ve vasıtalarla birçok yeni eser kazandırılmıştır.
     Elbette her birinin İslâm âlemi için özel ve güzel bir yeri olana emanetlerden içinde Sakal-ı Şerif ile Hırka-i Şerif’in yeri bir başkadır. Hırka-i Şerif’le ilgili genel bilgiye şöyle bir göz attığımızda; Bu hırka, Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed’in Mirac’a çıkarken üzerinde bulunan ve kendi vasiyetleri üzerine Hz. Ömer Veysel Karani’ye verilen hırkadır. Karani evlenmediği ve evlâdı da olmadığı için bu hırka, ölümünden sonra kardeşi Şihâbeddîn el-Üveysî’ye geçer. Kutsal emanete sahip olan Üveys ailesi, Irak ve Güneydoğu Anadolu’da ikâmet ettikten sonra burada sık sık meydana gelen çarpışmalar nedeniyle Ziver el-Üveysî zamanında Kuşadası’na göç ederek Hacı Lolo mahalline yerleşir. Aile uzun müddet ziraatla meşgul olan ve aşiret halinde yaşayan bir ailedir. Sahib oldukları emanetten dolayı bu aileye hep saygı gösterilir ve kendilerine "Hırka-i Şerif Şeyhleri" adı verilir. Aile, 1611 yılında Sultan I. Ahmet’in fermanı üzerine İstanbul’a gelir ve reisleri olan Şükrullah el-Üveysî’nin Fatih civarında kiraladığı evde Hırka-i Şerif halkın ziyaretine açılır. Bu evin yetersiz kalması sebebiyle, I. Abdülhamid 1780 yılında, günümüzde Hırka-i Şerif Camii avlusunda kalan mekâna bir oda inşa ettirir ve Hırka-i Şerif, söz konusu odada 1780’den itibaren sergilenmeye başlar. Ziyaretlerin yoğunlaşması sebebiyle bu oda da yetersiz kalınca, 1811 yılında, zamanın padişahı Sultan Mahmudû Adli tarafından oda yeniden düzenlenir. Daha sonra bu oda da yetersiz kalınca, Sultan Abdülmecid, 1847 yılında Hırka-i Şerif Camii’ni yaptırır. Karani’den emanet hırka günümüzde halen Hırka-i Şerif Camii’nde sergilenmektedir ve 1500 yıllık bu kutsal emanetin sorumluluğu, Karani soyundan gelen şahıslara aittir.
    Resulûllah Efendimiz Veysel Karani’yle ilgili yine şöyle buyurmuşlar; “ Bu Ümmed’in içinde bir dostum vardır ki, O’ Üveys el-Karani’dir.” Peygamber Efendimizin, Hz. Ömer (RA) eliyle mübarek hırkasını hediye ettiği Karani bu derece Nebi dostluğunu kazanmış sevgili bir veli. Asr-ı Saadet nerde, 1611 nerde. Arada koskoca on asır var. Hırka-i Şerif’in muhafaza edilmesinde herhangi bir noksanlık bulunmadığına göre Resulûllah’ın emaneti ehline verdiğine şahid oluyoruz.
    Hırka-i Şerif camiine gelince, yapılış tarihi malûm. Yaptıran da malûm. Yapılış gayesi de malûm; Kutsal Emanetler’in muhafazası ve Müslüman camiasının ziyaretine imkân tanıma. Bu düşünceler nazariyesinde yaptırılan Hırka-i Şerif’’in tezyinatında kullanılan renkler koyu sarı, siyah ve beyaz olmak üzere oldukça sade. Bir yerde kırmızı renk var, o da hutbe perdesinde. Bir yerde de yeşil renk var, iki tâli odaya ait kapılarda. Osmanlı mimarisinin Avrupa etkisinde bulunduğu dönemin eseri olan cami, sekizgen plânlı ve tek kubbeli. Mihrabın güney istikâmetinde özel yapılan bölümde de Hırka-i Saadet Dairesi yer alıyor. Minare şerefesi de sekizgen plânlı olan Hırka-i Şerif’te Hattat Mustafa İzzet ve Sultan Abdülmecid imzalı hat eserleri bulunuyor.
   Bahçesindeki musalla taşının güney cephesinde iki mezar dikkati çekiyor. Trabzonlu bir genç, duası sonrası mezarların kabir taşlarını telâffuza yeltendi. Evirdi, çevirdi, Karani ve Üveys kelimelerinden başka Türkçe’ye yakın bir söz çıkmadı ağzından. Trabzon’luya; “kimler bu zatlar, lûtfet bakalım” dedim. O sıra Hırka-i Saadet katından bir görevli; “Hz. Üveys el-Karani’nin silsilesinden olurlar” diye seslendi ve bencileyin, genci sıkıntıdan kurtardı. Osmanlı dönemine ait hangi esere bakarsanız ya Arabca, ya da Osmanlı’ca yazı ile karşılaşıyorsunuz. Çok önemi haiz olanları da Türkçe’leştirmeye tâbi tutulmamış olsalardı, İstanbul’da, yani kendi memleketimizde tercüman kullanmamız icabedecekti.
    Zamana ne kadar muktedir olacağımı bilemeden gelip yerleştiğim oğul misafirhanemde, kapalı kalmak yerine ceddimi ve tarihimi yeniden ezberlemeye çalıştığım zamanların çoğunda, şemsiye tanımaz başıma gökten imbik imbik yağmur yağsa da, hemen yanı başımızdaki Mimar Sinan mescidinden başlayıp Hırka-i Şerif, İskender Paşa, Mesih Ali Paşa, Mihrimah, Canfeda Sultan, İsmail Ağa, Tercüman Yunus, Hafız Ahmet Paşa, Hadım Mehmet Ağa, Tabak Yunus, Emir Buhari, Kumrulu, Acemoğlu.. Nişancı Mehmet Paşa, Dülgerzade ve Üç Baş Nurettin Hamza camii derken Muhteşem Fatih’e varıyorum. Her gün, on, on beşinden bilgiler toplamak için sokakları tarıyor ve yenilerini arıyorum.
    İki aydır İstanbul’dayım.. Henüz Anadolu yakasına ayak basmış değilim. Üsküdar’da Şemsi Paşa’yı, Harem’de Selimiye’yi tanımış değilim, amma Constantinus’un surlara hapseylediği Konstantinepol’dan arınan hür İslâmbol’u, her kaynaktan, her ağızdan ve her selâmlaşma şerefini taşıyandan sora sora öğreniyorum. Öyle ki gün geliyo,r kar yağışı altında ellerim kalemi zor tutuyor, gün geliyor tipi ve boranlar yolumu kesiyor.
   Buna rağmen yine, yenilere diyorum.
 
 
Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/12
 
NİŞANTAŞI’NDA NİŞANGÂH TEŞVİKİYE’DE TEŞVİK
   Bu yazı dizisi, elbette tarihi bir araştırmaya dayalı değilse de tarihi bir heves ve hevanın, insan denilen; aklı, mantığı, duygusu, düşüncesi, arzusu ve sevdası farklı bir varlıklar cemiyetinden biri tarafından, önce rastgele beyaz kâğıtlara dökülüşüdür. İşte bu itibarla yolumuz, bölüm bölüm yazdıklarımızdan sonra nereye uğruyorsa, gördüklerimizi bir kısım suallerimize aldığımız cevablarla konu maeşgûliyetinde bulunuyoruz.
   Bugün 14 Şubat 2001.. Ve uğradığımız yer Teşvikiye.. Bir dostumuzun sağlık meselesi için teptiğimiz yolun nihai noktasında sağlıklı günler beklerken karşımıza sevdalı günler çıkıyor. Her tarafta, dükkânlarda ve cadde boylarında çiçek teşhirleri. Teşvikiye’nin mahalle oluşunun 149. yıl günü aklıma geliyor. Mahalleli acaba bu günü mü kutluyor derken 60’lık bir ihtiyarın bir TV muhabirine alaylı ifadeler sunduğunu görüyorum.
-Sevgiliniz var mı?
-Var, diyor ihtiyar. Ve çağın en ayıbı bir üslûbla; ‘25 yaşında, taptaze’yi ilâve ediyor. ‘Gepegenç, çok güzel’ gibi yakışıksızlığın ardından ‘bugün ona 300-500 milyon harcarım’ hovardalığını dile getiriyor. İstanbul’un bir bölümündeki yoksulluk kepazeliklerini anlayamaz bu kafaya ‘tuh!’ deyip az yukarılardaki Osman Bey’de İtalyan mezarlığına uğruyorum.
   Sonra Rumeli Caddesi’ne. Belki bu caddede toplum yalakalığı yok ama bu kez karşılaştığımız manzarada Loes, Faros, Pepita, Necesstiy, İnfinity, Rasyo ve L’etoile’lerin; Evrim, devrim, Tiffany ve Milenyum’larla buluştuğu Şanthi Restaurant’lar, Merit Cafe’ler var..
   Neyse, yabancı azınlıkları bu millet yeni yeni tanımaya başlamadı ki. Tarihin en mühim dönemlerinede dahi azınlık hükümranlığını yaşamışız.. da onun için halâ insani ve İslâmi güzellik yerine toplum yalakalığını tercih etmişiz.
   Teşvikiye.. tarihen adıyla Haseki Tarlası. Padişahlarımızın spor, atıcılık ve gezinti yapmak için ara sıra geldikleri bu bomboş araziler, öyle bir zaman geliyor ki Sultan Abdülmecid’e ‘burasını ihya et’ fikrini aşılıyor. Nihayetinde şimdiki Teşvikiye’ye gelen yolu açan ferman buyruluyor. İşte hikâyesi: “Osmanlı padişahlarının gezinti ve spor gösterileri yapmak için gittikleri hali bir yer olan Haseki Tarlası denilen şimdiki Teşvikiye semtinin bir yerleşme yeri olmasını isteyen Abdülmecid burada geniş yollar açtırmış, bu vesile ile biri Nişantaşı’nın dört yol ağzında, diğeri Harbiye Polis Karakol Amirliği’nin yanında olmak üzere iki mermer sütun üzerinde Eser-i Avatıf-ı Mecdi-e Mahalle-i Cedide-i Teşvikiye kitabelerini yazdırıp kendi tesis ettiği bu yeni mahalleye Teşvikiye adını vererek halkın da bu semte rağbet etmesini, binalar yaparak yerleşmesini teşvik etmek istemiş, 1853 senesinde buraya yerleşip oturacak Müslüman topluluğu için Teşvikiye camii adı ile bilinen cami ile birlikte okul (sıbyan mektebi, ilkokul) inşa ettirmiştir. Teşvikiye camiinin Hünkâr mahfeli kapısının üzerindeki aşağıya aldığımız manzum kitabesinde;
   ŞEH-İ ÂLİ BU SEMTİ İHYA EYLEYİP KILDI
   AHALİSİ İÇÜN BU CAMİ-İ ZİBAYI –NEV- BÜNYAD
   DEVAMI ŞEVKET İÇÜN EYLEYİP HAYIR DA ETTİ
   İKİ TARİH-İ CEVHER MAYEYİ ZİVER MULU İNŞAD
   GÜZEL CAMİ-Kİ TEŞVİKİYE NAMİLE ŞEREF VERİR
  ESER-İ ZİB-İ CİHAN ABDÜLMECİT HAN EYLEDİ CİHAT (1853)
 
     Bu eseri ihya edenin ve Teşvikiye camisini yaptıranın Abdülmecid Han olduğu anlatılmaktadır. Caminin avlusunda iki tane Nişantaşı vardır. Üzerlerindeki kitabede Selim III’ün tüfekle 1260 gezden (gez bir ok boyu veya bir arşın uzunluğundadır) su testisi hedefini; diğeri de Mahmud II’nin yine testi hedefini vurdukları anlatılmaktadır.
   Bibliyofrafi: Kolağası Mehmet Rauf Mirat-ı İstanbul. Sh. 301-303 Alem Matbaası 1314. Milli Eğitim Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü Anıları Koruma Kurulu İstanbul Rölöve Bürosu arşivinden derlenen bilgiler.”
    Osmanbey, Nişantaşı ve Ihlamur üçgenindeki Teşvikiye’nin kuruluşuyla ilgili tarihi notlar, zayıf cümleler dizisi hâlindeTeşvikiye camisinin Hünkar mahfeline çerçeveletilmiş ve halkın dikkatine sunulmuş. Bu sunuşu, yineliyorum, acaba kaç fantezi düşkünü TV gördü, bilemem. Lâkin sanırım Teşvikiye, adına yakışan bir kuruluş günü yaşamıyordur.
Teşvikiye Camii’ne gelince; Bânisi Sultan Abdülmecid olan 1853 tarihinde yapılmış bu eserin günlük güneşlik bahçe bankları envai insanları ağırlıyor. Buralarda güneşe yüz verip uyuyandan, dudaklarındaki ruj lekeleriyle allayıp pulladıkları sigaralarını pofurdatan aylak hanımlara, sebilde abdest alıp namaza hazırlık yapanlardan, cenazelerini sanki kaçıp gidiverecekmiş gibi dikkatle bekleyen bahaneci beynamazlara kadar, nice sınıflılar insanlığının sanki mesireliği, ya da ibadetgâhı burası..
   Vakit öğle vakti, bir kısım insanı gaflet anından uyandırırcasına, Hz. Bilâl’in sesi yanıklığındaki Ezan sesi Teşvikiye’de yankılanıyor. Bazıları halâ sigara müptelalığına, bazıları da halâ cenazeyi kaçırmamaya gayret ederken, kadın-erkek cemaat oluşturmaya avludan ibadethaneye giriş yapıyor. ‘Kılana Allah’ın rızası, kılmayana telkin aşkı’ duyguları içinde sona eren dua vakti sonunda Sultan Abdülmecid’in Teşvik’e mazhar camisini inceliyorum. Osmanlı mimarisinin geç devir sanatından örneklerle harikulâde bir eser ortaya konmuş. Mükemmel teknik, mükemmel deha ile buluşmuş ve minber, mihrab, kürsü mahiyetinde ne varsa hepsi mermerlerle pekiştirilerek tavana doğru zahmet hidayetle buluşturulmuş. Mihrabın sağındaki (kereste) köşe direğinin kubbe alt kısmıyla birleştiği yerde bir tavan çöküntüsü meydana gelmiş. Her nedense yazının yazıldığı tarih itibariyle bu camide ne eskimişse yenilenmemiş. Ki bu da bir nevi buradaki orijinaliteyi ön plâna çıkarıyor.
   Zaten Teşvikiye’nin tarihine baktığınızda camiyle birlikte bölgenin evvelden bugüne 149 yıllık bir mazisini görüyorsunuz. İşte 149 yıllık bu camide Hünkâr mahfeli dahil bir çok yer de erimiş ve öze dönüş yapmakta olan devrin kallavi taşları, örüldükleri duvarları, dünün sanatının özelliği hakkında sizi bilgilendiriyorlar.
    Teşvikiye camiinin iç bölümünde mihrabla minberin yanı sıra hoşa giden bir diğer husus sade renklerin takviyesiyle insanı cezbedici, ahtapot kolunu andıran ve tek merkezden alt kısma dağılan kubbe deseni ki, henüz bir başka muhteşem camide bu tarzı yakalamış değilim. Hünkâr mahfeli ise dört mermer sütun üzerine kurulmuş ve cephesindeki Osmanlı tuğrasının iki tarafında da Sultan Abdülmecid’in kitabesi yer alıyor. Bu hâl içindeki caminin ana giriş kapısı kenarına yerleştirilmiş su küpünden geçmişine susamışların içebilmesini arzulayan bir gönül mutmainliğiyle Teşvikiye’ye veda ederken, biraz uzaklardan dönüp Nişantaşı’na mırıldandım.
   -1853’teki 1260 Gez acaba bugün kaç eder?
İşte cevabı: -Hiç etmez!
 Sebeb; -Çünkü Haseki Tarlası’nı ara ki bulasın. Teşvikiye insan kaynıyor. Her yönde yüzlerce hedef.. Ama tüfekler esarette. Tarih uykuda. Şanthi ve Merit Cafe’lerse inadına uyanık.
   Hattâ toplum yalakası –ezkaza- 60’lık adamı vurmanız bile mümkün. İradenizden bir tüfenk sesi gelse, toplum kabadayısı muamelesi başlayabilir. Aman haa.. Nişantaşı’nda nişancılık modern çağın azizliğine uğramıştır.
   Harbiye, Deniz Müzesi’nin olduğu muhit. Müzeyi dıştan gördüğüm kadarıyla çok mühim eserlerle donatmışlar. Detaylara sonra gireriz umudumla, küçük bir not sunayım. Teşvikiye’den Harbiye’ye gidişte 17 Türk Devleti’ni temsil eden Hakan’lar, Han’lar, Şah’lar, Kaan’lar ve Bey’lerin yer aldığı kronolojik tabloya mekânlık eden bir park var. M.Ö. 204’ün Mete Han’ından 1923’ün Mustafa Kemal’ine değin bütün devletler, başkanlarının heykelleriyle tanıtılıyor. Netice; Teşvikiye’ye veda, onlarda kalış..
 
 
 
Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/13
 
EMİNÖNÜ’DE EZAN DİNLEMEZ İŞPORTACILIK
   İslâmbol’un Eminönü’süne gelmeden önce, Fetihtepe’den başlayıp Karaköy Yeraltı Camii’nde sona eren günlük, tarihi gezimi anlatmaya niyetlenmişken, Yeni Camii ile Bayezid’deki adab-ı muaşeretin aykırılıklarına takıldım. Kulaksız, Kasımpaşa ve Beyoğlu yakasından mühlet taleb ettim ve Eminönü’ne yöneldim.
   Soldaki Atatürk köprüsünden çıkıp, sağdaki yeni Galata Köprüsü ile giriş yapılan Eminönü, meşhur Unkapanı ve Tahtakale’siyle adeta bir bağırtı beldesi. Sanki İstanbul’un bütün işportacı esnafı burada ticari hayatlarını sürdürüyorlar. Buna bir diyeceğimiz yok. Yalnız Yeni Camii ile hemen batısındaki avlusunda yer alan Hatice Turhan Sultan türbesinde 44 medfun (defnedilen) kişi, özellikle -rahatsız edilmeye müstehaklarmışcasına- her gün çorapçının, çakmakçının, etekçinin, kuşçunun, yelekçinin veya kestaneciden ayvacıya bilmem kaç satıcı müsveddelerinin terbiye edilmemiş teraneleriyle rahatsız edilmeseler, yemlenen kumruların keyiflerine ve bu yaşama tarzlarına bir diyeceğimiz yok. Maalesef bu camide, bir de Bayezid’de aynı hâl şiddetle devam etmekte.
    Halbuki Yeni Cami İstanbul’un sayılı eserlerinden irisi. Onu anlamak ve idrak etmek gereği var. Yapımına 1597 yılında III. Mehmed’in annesi Sultan Safiye tarafından karar verilen Yeni Cami’nin mimarı Davut Ağa inşaata Galata köprüsünden başlar ve bu eser, 1663 yılında IV. Mehmed’in annesi Valide Sultan Turhan Hatice döneminde tamamlanır. Caminin avlusuna geniş basamaklarla çıkılmaktadır ki burada İstanbul’un en güzel çeşmelerinden biri sayılan şadırvan yer almaktadır. Avluyu 24 kubbeli revak çevreliyor. Caminin zemin plânı ise Sultanahmet’teki aynı yapılanmaya benziyor ve merkezi bir yapılanma görülen camide ortadaki büyük kubbe dört sütun ile desteklenirken dört yarım kubbe ile çevrelenmektedir. Cami iç duvarları ve sütunlar çinilerle süslenmektedir. Hünkâr mahfelinden geçilen ayrı küçük bir Saltanat Odası renkli pencereler, olmalı kapılar ve etkileyici çinilerle bezelidir.
    Yukarıda da bahsettiğim üzere işportacı esnafının yığıldığı yerde kalan Valide Sultan türbesinde ise IV. Mehmed (Avcı)’in annesi ve Sultan İbrahim (Deli)’nin Hatice Turhan Sultan namıyla mahzuniyeti nakarat ediyor. Diğer bir husus da Rusya’dan esir düşerek getirtilen ve Sultan (Deli) İbrahim’e hanım olan Hatice Turhan Sultan’ın türbesinin işportacılar tarafından işgâl edilsin diye adeta Yeni Cami’den tecrid edilmiş gibi.. Çok türbede görülmez, şahid olunmaz bir lâkaydlık var. Acaba bu muamele üslûbunda; adı Deli İbrahim’e çıkan bir padişaha hanımlık yapmanın avantajını kullanarak Köprülü Mehmed Paşa’ya vezirlik bahşeden Hatice Turhan’ın, Köprülü’nün devlet idareciliği sayesinde de otorite kurarak validesi Kösem Sultan’la birlikte devleti yönetmesi –Osmanlı devletçilik geleneğine aykırılığın- hazımsızlığı mı yatıyor dersiniz?
   Nerdeee.. Tahtakale’de borsacılığı karaborsadan paraborsacılığa terfi ettiren maddeci cemiyetin çıraklar teşkilatındaki aradığınız izan daha berbad da olabilirdi. Neyse yıkılmaya bahane bir tahrib sistemi uygulanmadığına göre Hatice Sultan’a: “rahat ol!” demekten başka elden ne gelir ki..
   Böyle bir tarife sığan mekânda –sanırım- hür olmanın tadını ve gailesiz karın doyurmanın zevkini doyasıya yaşayan ey kumrular milleti (!) .. siz ebediyen, bir kablık buğdaylarla, yabancınız milletlerin vicdan ölçülerini, 24 ayarlık tartı kefelerinde değer testlerine tâbi tutun.. Lâkin az gerinizdeki işportacı milletinin ceddine saygıyı yağmaladığı manâ mekânı türbeleri sakın ha görmeyin. Fazla yükseklere uçmanın kanat yorgunluğuna kalkışmayın, gerek yok. Zira şu İstanbul’un en yüksek tepesindeki Süleymaniye’den beklediğiniz vakitte, beklediğiniz ilâhi sesler gelecektir ki, sizin bu seslerden daha yükseğe çıkacak gücünüz olabilir mi? Öyleyse vazgeçin yükseklerden, bu sesler kâfi size..
   Hepsi bir yana, antik eşyalarda sahte modeller üretmiş bir Mısır Çarşısı’nı diğer KapalıTarihi Çarşı ile karıştırmamaya ne kadar gayret ettimse Mısır’ı Kapalı, Kapalı’yı Mısır olarak birbirine benzettim. Arada tek fark, cüsseye ve boya bakmazsanız, Kapalı denmesine rağmen, çenesi açık bu çarşıda turist dilinin fazla uzamış olmasıdır. Eşya türünden ne arasanız var olan her iki çarşıdan da tarihi ibret dışında alacağımız hiçbir şey olamaz, olmamıştır.
   Hatice Turhan Sultan türbesinde, sadece türbenin sahibesi değil 44 medfun daha var demiştik ya kimdi onlar Padişahlardan Sultan IV. Mehmed, Sultan II. Ahmed, Sultan Mustafa, Sultan I. Mahmud, Sultan III. Osman ve Sultan V. Murad. Padşahlar sülâlesinden II. Mustafa’nın oğulları Şehzade Süleyman ile Şehzade Ali, kızları Ememtullah ve Fatma Sultan’lar, II. Ahmed’in oğlu Şehzade Mehmed, III. Ahmed’in hanımları Hanife Kadın ve Zeynep Kadın, oğulları Şehzade Murad, Şehzade Mustafa ve Şehzade Abdülmelik ile kızları Sabiha ve Rukiye Sultan’lar. Görüş hedefimde bir de Ayşe Sultan’ı okuyabiliyorum. Lâkin hangi padişah ile bağlantılı bu bilgiye sahib olamıyorum. Sebebi; 19 Ağustos depreminde hasar gören türbenin kabaran ve çatlayan kısımlarıyla ilgili bir tadilat dolayısıyla türbe zemini gezmek yasaklı. Sebeb bu. Erzincanlı olduğunu beyan eden bir türbe görevlisine göre türbenin açılış tarihi 1995. Türbe girişindeki İstanbul haritasında belirtilen şekli tanıtıma göre de şehrin Fatih bölgesinde (Eminönü ve Sultanahmet boyu sur içinde) 53, Eyüp’te 25, Bayrampaşa’da 1, Kabataş’ta 5, Ortaköy’de 3 ve Harem-Üsküdar mevkiinde 6 türbenin bulunduğunu öğreniyoruz. Pektabii bunların pek çoğunu gezmek ve görmek nasib oldu bize.
   İşporta kıyametinden sıyrılıp kuşatma altındaki abdesthaneye vardığım anda İkindi Ezanı başlıyor. Ezan’la birlikte onunla yarışırcasına biri üç milyon, üç milyon! Diye ortalığı çınlatıyor. Abdest sonrası dönüp edebsizi teşhise yelteniyorum. Asr-ı Saadet’ten bu yana dinli-dinsiz bütün canlıların dinleyip, Tilki denen kurnaz mahlûkun saygı duruşunda manâsına vardığı Ezan-ı Muhammediye’ye üç kuruşluk kâr adına saygısızlık eden, karakteri yüzüne vurmuş bur erkek. Suratında bıyık, belden aşağı giydiği, etek.. Ahlâkını satıyor..
   Kalite aynı, ebad, hacim, santim aynı.. Hattâ gramaj ve ustalık aynı.. Buna rağmen kırk adımlık mesafelerle dizilip ticaret denilen ‘kazancın onda dokuzu’nu icraya memur, resmi ve gayri resmi kurumlarda bir fiyat keşmekeşliği almış başını gidiyor. Bir örnekle; 150 inlik simidin; birinde 200 bin, birinde 250 bin,bir diğerinde 300 in Türk Lirası’na satıcı ve alıcı bulması karşısında şu Amerikan patentli sosyal yarayı, Ürdünlü Yazar Munis Rezzaz’ın Rey Gazetesi Ağustos 2000 sayısında nasıl tahlil ettiğini aktarmayı bir görev telâkki ettim;
   “Bir Rus Araştırmacı, 1998 yılında yazdığı ibretli bir hikâyesinde şöyle diyordu: ‘Rus Polisi’nde görevli bir komiser, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, uygulama ağırlıkla bir eğitim kursu sebebiyle Amerika Birleşik Devletleri’ne giden ekibin arasındaydı. Kurs bittikten sonra ülkelerine dönerken, bir Amerikalı komiser, onlara şunları söylüyordu; Kapitalist bir devlet olmak istiyorsunuz. Bunun için ilk merhalede hırsızlığa göz yummalı, enerjinizi diğer suçlulara yönlendirmelisiniz. Zira, bütün ekonomik faaliyet ve müesseselere devlet sahib olduğu müddetçe, sermayedâr bir zümre yeşeremez, çalıp çırpamaz. Bu zümrenin ekonomik hâkimiyeti gerçekleşirse, sizlerin uygulamakla mükellef olduğunuz kanunları, onlar (zaten kendiliklerinden) icraata sokacaktır.”
     Bu hadise, tarihi bir hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Yani kendi devletinde kendi insanını soyarak kalkınmak.
   Bu ülkede yıllarca telâffuz edilen ağır sanayi, istihdamın önünü açacak ekonomik gelişme yerine meselenin tamamen zıddına yönelmiş bir Türkiye’de, talimatla sanat icra edicilerin; çoğalıp sokakları dolduran ve kendileri zabıta tazıcılığıyla teşbih edilen meşakkat ehilleri karşısında yok denecek kadar azalması, demektir ki, kendi devletinde, insanlığın kendi insanını kandırarak ve aldatarak soyuşudur. Hâl böyle olunca da Eminönü misâli ceddini unutmuş ve sadece ekmek kaygusuna düşmüş kişilikler, topluma dönüşecektir.
    
Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/14
BAYEZİD’DE NAFİ ÇERAĞ İSTANBUL’DA ÇİRKİN GÜZEL
 Türkiye’nin ağır hava sanayi (!) işportacılık Bayezid’de daha faal.. Yalnız vardiye usûlü yapılan çalışmadan üretim malı almak istiyorsanız öğle sonlarını bekleyeceksiniz. Fatih’in oğlu Yavuz’un babası II. Bayezid adına 1505’te yaptırılan caminin oldukça geniş bir meydanı var ki; “işportacılık öyle bir zaman gelecek ki mirasımız Türkiye ülkesine yerleşecek” kehanetiyle olsa gerek, içinde bağdan bahçeden eser yok. Bir yanı tranvay yolu, bir yanı da Kapalı Çarşı (Grand Bazaar) ile çevrili Bayezid camisinin diğer yanlarında İstanbul Üniversitesi (MCDLIII) 1663, Bayezid Kulesi ve Kütüphanesi ile cami külliyesi yer alıyor ki onlar da Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi Müdürlüğü’ne ayrılmış.
   İşportacılık sanayinde ne ararsanız var. Giyim kuşamdan antika paralara, atardan kunduraya, telefon ve beyaz eşyadan CD’lere kadar, bin bir çeşit eşyayı burada bulmanız mümkün. Fakat bu camiye yakışmayan bir ahlâksızlık tevessülü de var ki, “hangi Müslüman’ın meselesi ticaret de olsa imanına uyar” diye kızıyorum; Ezan-ı Muhammediye okunurken erotik CD’lerin bu camilerin önlerindeki avluda pazarlanması, ‘üç olur, beş olur’ gibi inadlaşmalarla bu yüce çağrının ehemmiyetsizleştirilmesi insanın kanına dokunuyor. Suratlarına tüküresim geliyor. Ya Sabır! ile çekip gidiyorum oradan..
   Fatih’te, Yavuz Selim’de veya Sultanahmet’te olduğu üzere revak plânı Bayezid Camii’nde de çok güzel uygulanmış. Avludaki şadırvanı da Bayezid’e yakışır güzellikte. Tadilat işleri sürekli devam eden camiler bu şekilde sağlıklarını muhafaza ediyorlar. Bayezid’de de böyle bir hâl vardı. Avluya İstanbul Üniversitesi, Divanyolu Cadesi ve Sahaflar olmak üzere üç yöndeki kapılardan giriliyor. Mimar Hayreddin tarafından yapıldığı ve yapım tarihi 1501-1506 olan cami tam beş yılda tamamlanmış. Büyük kubbe, dört adet Fil ayağı tarafından destekleniyor. Büyük kubbenin güneyi ve kuzeyinde olmak üzere iki yarım kubbe ve doğu-batı yönünde de dörderden sekiz adet küçük kubbe yer alıyor.
   II. Bayezid’in türbesine geçiş yapmadan önce yine işportacı sanayine uğramak mecburiyetinde kalıyorum. Aklımda durmadan yoğrulan ahlâksızlığın öfkesi mekanikleşiyor ve sağ el işaret parmağımı hareket ettirip o CD’ci güruha, sahafları gösteriyor; “İbret alın! Buradaki düzen de karın doyurma, aş-ekmek kayırma telâşında, lâkin edebiyle.. İnancına saygıyla, mabedine zelillik kazandıracak çirkinliklerden sakınmayla kazançlarının peşinde olmayı yeğlemişler. Siz de, sizler de edebsizler, böyle olunuz!” demeye çalışıyorum. Öfke meşguliyetim, ne zaman geldiğimin farkına varamadığım türbede sona eriyor. Sessizlik içindeki hazirede yüzlerce mezar arasındaki türbede..
    Kendi adına yaptırılan caminin bitişiğindeki Sahaflar Çarşısı’ndan girilen II. Bayezid’in türbesinde yazıyor ki; “Sultan II. Bayezid 8. Osmanlı padişahıdır. Babası Fatih Sultan Mehmed, annesi Gülbahar Hatun’dur. (Sitti Mikrime Hatun) 3 Aralık 1447’de doğup 27 Mayıs 1512’de vefat eden II. Bayezid’in 1481-1512 arası 31 yılllık bir saltanatı vardır. II. Bayezid oğlu Yavuz Sultan Selim’in ısrarı üzerine tahtı ona bırakmıştır.” Dolayısıyla oğlu Yavuz’a ilendiği (intizar) ettiği malûmdur.
    Yine bir ikindi namazını eda ettiğim Bayezid camiinde ön saflardan dikkatimi çeken duvardaki antika halımsı örtüye doğru ilerleyip ona ait teferruat notu arıyorum. Çerçeve ve camekan ile muhafazalı halının altındaki bir yerde bir sayfalık bir yazı var. Ama yaklaşıp okuduğumda Nafi’yle ilgili olduğunu görüyorum. Peygamber Efendimiz’e yazdığı naatla , O’nun mazhariyetine eren Nafi, Sultan’ından izin alıp ber arkadaşıyla Mekke’ye gider. Gittiği günün akabinde ilk sabah namazı öncesi Mekke camilerinde müezzinlerin kendi natını okuduklarına şahid olur ve bir müezzine sorar; “bu naatı niçin okudunuz?” İşte müezzinden Nafi’ye, hüngür hüngür ağlatan cevab; “Bu gece Resulûlah Mekke’nin bütün müezzinlerine –şu müjdeyi- rüyalarında vererek demiştir ki; “Nafi diye benim çok sevdiğim bir zat gelecek Mekke’ye. Sabah ezanından önce O’nun benim için yazdığı naatı okuyun.!” Meâlinden Nafi’ye çok manidar ve şerefli bir taltifin sunulması ve sevgili Peygamber’inin mazharı olması O’nu oldukça duygulandırır. İşte ağlaması bundandır ve bu gözyaşının aktığı tarih de 1678’dir.
   İstanbul’da dinî-millî mukaddes değerlerine alâkadar sadece biz değiliz. Yerli yabancı nice insan yumağının bu şehre kördüğümleşen merakı; buralarda bilgi ve belgeler neticesinde çözülüp hakikat hedefinde hayâlleri tüketiyor. Yine böyle bir anda birisi yanaşıyor solumdan. Nafi belgesini işaret ederek;”ne yazıyor, neyi yazıyor, yazı kime aitmiş” diyor ve merakını yenmeye çalışıyor. Sonra üstteki camekan çerçevede muhafaza edilmiş halıyı gösterip; “bununla ilgili sanmıştım” cihetinden bir söz sarfediyor ve ilâve ediyor; Ben de yeni öğrendim. Bu halı Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde üstüne örtülen örtüymüş. Bana bunu anlatan cami yetkilileri de böyle olduğunu arşivlerden yeni bulup çıkarmışlar..”
   Bu adamın dediklerine de, bizimkine de niyet denir. Şayet o mübarek örtü Resülûllah (SAV)’in üstünü örtme vazifesi görmüşse buna da hakikat denir. Bunun yetkili ağızlardan öğrenmeyi ve rivayetçinin doğruluğunu görmeyi arzulasam da imkân olmuyor. İnşallah başka zamanda vuslata varırız.
   Altıncı (VI.) bölümde mihrab kenarı çerağ muma yeniden değineceğimi, bunun zemininin de Bayezid Camii olduğunu yazmıştım. Şimdi sırasıdır; bu aklın, fikrin ve ilmin harikası çerağ-mumlarını tanımanın şimdi tam sırasıdır.
   Biz de yeni öğrendik.. Mumların asıl maddesi İspermeçet veya stearik asitmiş. “Uzmanlarınca malûm olduğu üzere setarik asit, iç yağından yapılmakta. İspermeçet ise bu isimle anılan Balina yağından elde edilmektedir. Cami ve mescidler kandil ile aydınlatılmakta ise de büyük ve selâtin camilerinin mihrabları ‘çerağ-mumlar’ ile aydınlatılır ki bunların en eskisi ve orijinal şekliyle muhafaza olunanları Bayezid Camii mumlarıdır. Özellikleri; boyları takriben 3.5 metre. Aşağıdan yukarıya doğru mahruti bir şekilde yükselmektedir. Çapı 65-45 cm arasında değişmektedir. ‘Sarma’ usûlle yapılmıştır. Ortasında Armut ağacının öz kısmı fitil olarak kullanılmıştır. Fitil ateş tuğlası kıvamında pişirilmiş bir toprak boru içine alınmıştır. Ahşap fitil ve toprak bu pestil şekline getirilen mumla aşağıdan yukarıya doğru mahrutî bir tarzda kat kat sarılmıştır. Her kat arasına parafin konmuştur. Tıpkı peynirli veya kıymalı börek yapar gibi.. 1505’ten itibaren çerağ mumlar 495 yaşındadır.(2000 yılına göre.) Onarımdan evvel iki mum ağırlığı 1237 kg olup sonra 10721 kg’a düşmüştür. Buna göre her mum ağırlığı 510 kg’dır. Mumun son onarımı 1995’te Emekli Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Recep Akkuş’un nezaretinde Cami Derneği’ne yaptırılmıştır. İstanbul Bayezid Camii Mihrab kenarı çerağ mumları hakkındaki teferruat böyle..
   İstanbul güzel.. İstanbul’da tarih manidar.. Toprak güzel, su güzel.. Yüzlerce oltanın bir anda inip durduğu rafine Haliç’ten yukarıya yağmur gibi istavrit çıkıyor. Bu berekettir veya bilenlere bir ibarettir. Taşıyla toprağıyla altın zannedilen İstanbul; sokak bağırtıcıları, işportacıları, hamalları, üç kâğıtçıları, sadakacıları ve hattâ esrarcıları-tinercileriyle böyle altın şehir..
   İstanbul çirkin; ki kapkaççılarından ürküten ve korkutan bir hâli var. Sanatçılık, mankencilik ve starcılık adına büyülenip, adeta tüylerine kadar yolunan.. Horlanmışlık cenderesine sıkıştırılarak şerefsizlik yatağına yatırılan zavallıları teşhir edici vitrinliği var. Hattâ çetesi var, mafyası var, amigosu, kabadayısı var da, II. Bayezid’lerin türbesini sahiblenmiş kedi ve köpeği de var. Bu demektir ki İstanbul denen mukaddes şehir halâ adına yakışır sakin, temiz ve güzel manzarayı resmetmiş değil..
    Pare pare kaldırım taşlarında sıkça gördüğümüz tükürüklerin balgamiyeti güzel İstanbul içinde çirkin İstanbul’a şahidlik ediyor.
 
 
Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/15
ŞİŞHANE’DE RAHİME (LOHUSA) KADIN
   Okmeydanı’nda bir cami.. Gürsel Mahallesi Camii. SSK önlerine çok güzel bir görünüm yansıtıyor. Varıp tarihini araştırıyorum. 1980 yılında inşası başlamış. 20 yıldır süren yapım işlerine rağmen halâ tamamlanmış değil. Eh.. Türkiye denen İslâm ülkesinde camilere ödenek mi var ki.. Soyguncuya, vurguncuya, hayâli bankacıya, ya da bu manâlarla iç içe büyüyüp maraz olarak doğan madde veletlerine pay ayıran devlet, Müslüman’lar adına yeri gelince Diyanet’in gücünü kullanır, ama kendi gücünün kullanılmasına imkân tanımaz. Hâl böyle olunca da; “kendi camiini kendin yap!” sloganından öteye geçmeyen bir hiyerarşi dışında kalınmışlığın neticesi olarak da; Osmanlı mimarisine haslet duyan bir zihniyet Fatih’e, Süleymaniye’ye benzer ibadethane yapmaya kalkarsa 20 yıl Allah rızasına talim eder.
    İşte bu camiyi, en şaşaalısını üç beş yılda yapmış olan Osmanlı eseri zannettim. Lâkin karşıma 20 yıllık bir rıza talimi çıktı ve halâ bu camide eksiklikler mevcut.
 Böylesine milli gönül kırgınlığı içinde veda etiğimi Kâğıthane’den Fetihtepe’ye varıyorum. Bir Osmanlı mimarisi ararken arada da 20 yılda tamamlandığı anlatılan bu devrin camisiyle karşılaşıyor ve soruyorum; “bu civarda Osmanlı’ya ait cami nerede var?” Fetihtepe İmamı; “Piyalepaşa, orada.. Piyalepaşa!” diyor. İstanbul’u gayet iyi tanıyan bir doktor dostumun dediği gibi bu bin yılda gezsem, bin yılda yazamam. Ama hiç tanımamak ve yazamamak da var. Bu niyetle Fikirtepe’den de umutsuz ayrılıp Halıcıoğlu semtinden Kulaksız’a geçiyorum. Genişçe yamaçta yer alan Tarihî Kulaksız Mezarlığı’nda belki bir şeyler bulurum umudum doğuyor. Mezar taşlarını bir bir yokluyorum. Yokladıkça da Tarihî kelimesini yok edici, yeni devire ait isimler okuyorum. Hülâsa Tarihî Kulaksız Mezarlığı’nda sembolik bir mazi ibaresi buluyorum.
.. Ve Piyale! Diyorum, nerde Piyalepaşa!
    Lâkin yorgunum, saatlerdir yürüyorum. Piyalepaşa, Kulaksız’dan içte arkalarda bir yerdeymiş. Yine bir başka zamana deyip Kulaksız Mezarlığı’nın düzlüğünde Zindan Arkası Mezarlığı’na yol veren Seferikoz Camii’ni, karşı parkından seyrediyorum. Caminin zemin katı odalarını tam ortadan ikiye ayırıp burayı, birkaç metrelik, Zindan Kapı’ya caddelerden varan yol yapmışlar. Bu; birinci özellik Seferikoz’da. İkinciye gelince, o da minare Hilâl kısmında Sarık modelin oturtulması.. Sarık, malûm ki ecdadın kendisine fani dünyada her an başucunda hissettiği çok yakın ölüm hazırlığıydı. O sarık ki şu kefendi. Hâl bu. Aradığınız manâyı her eserde bulduracak nice ecdad yadigârı var da, ona bakacak göz ve onu tanıyacak izan var mı, bu meçhul.
   Kulaksız’ın bir iki beden büyüğü Kasımpaşa’da Eğriboz ve Seyit Ali Çelebi camilerini gezdikten sonra Beyoğlu’na iniyorum. Burada da Kasımpaşa Camii ile tanışıyorum. Her hâliyle güzel ve Osmanlı’nın Geç Devir eserlerinden. Avlusundaki inşaat malzemelerine bakılırsa tadilatta. Güzelce Kasımpaşa (Büyük Camii) Muvakithanesi de bu avluda yer alıyor.
   ..Ve biraz ilerisinde Haliç’e nazır parkta Cezayirli Gazi Hasan Paşa’mız Haliç tersanesine mütenasib ehliyetiyle solundaki kükremiş Aslan’ın pozuna gülümsüyor. Sanki; “ben senden geri kalır Aslan mıyım da, benim nezaretimde bana bu poz!” dercesine ceddin veledine ibret gönderiyor. Bunda bir ibret var da, acaba elleri parmaklara kördüğümleşen, gözleri bakışlara esirleşen neslin alışkanlığı, tefekküre dokunma ve anlama zahmetiyle ne kadar tanışık, onu bilemiyorum.
   “Birkaç ciddi eser için, bu kadar yol mu gidilir” hissiyatını aklıma düşüren fikrime; “dur olduğun yerde, 30 kuşatma ve onca şehit veya ölü. Onca iman ve insan gücünden feyzle, Resulûllah’ın müjdesini kazanma mücadelesi veya Hadis-i Şerif’i tanımaz, bilmezlerin İhtiras-ı Vataniyye’den gelen imparatorluk düşleri.. tarafınca ancak gittiğin yollar boyu anlaşılacaktır. Durma yürü!” emrini veriyor. Hic tanıyamadığım bu şehri, hiç olmazsa nefsimin azdırıcısı mutfağım kadar tanımam gerek. Yine ayak emri, yine yoldayım.
   Profesör Doktor Semavi Eyice’nin kaleme alıp İstanbul Bülteni’nde neşrettirdiği makalede yüzlerce eserin tahrib mekânı olarak gösterilen Galata’ya ha vardım, ha varıyorum derken, bilhassa içinde birçok denizce kabri varken yok olan Şişhane yokuşlarında tek bir türbe çarpıyor gözümü. Aklıma ilk takılan, acaba Subaşı mı, Kürkçübaşı mı ya da Muharebebaşı mı gibi er kişilerden, varıp bir Evliya Kadın’la oğulcuğunu muhafaza eden bir türbe buluyorum. Rahime (Loğusa) Kadın türbesi. Ve işte hikâyesi; “Loğusa Kadın (rahime Sultan) İstanbul’un kadın evliyalarından olup hayatı hakkında kesin bir bilgi yoktur. 1647’de vefat eden Loğusa Kadın’ın kocası Yeniçeri imiş. Eğri Savaşı’na katılacakmış. Ancak hanımı Rahime Sultan hamile olduğu için, onu nereye ve kime bırakacağını bilmiyormuş. Günlerce süren müracaatlardan netice almayınca ellerin gökyüzüne kaldırarak; “Ey yüce Rabb’im! Savaşa gidiyorum. Karımın karnındaki evlâdımı sana emanet ediyorum” diye dua etmiş. Daha sonra da savaş hazırlıklarını tamamlayıp orduya katılmış.
   Dört ay sonra Rahime Sultan çocuğunu doğuramadan vefat etmiş. Semt halkı da naşını bu türbenin olduğu yere defnetmiş. Ancak Rahime Sultan’ın karnındaki çocuk sağmış. Annesini mezara verilişinden üç gün sonra (!) dünyaya gelmiş ve süt emmeye başlamış. Çocuk, ölü annesinin göğsünden süt buluyor, karnını doyuruyor. Nerede, nasıl yaşadığının farkına varmadan uyuyormuş.
 Rahime Kadın’ın kocası Eğri Savaşı’ndan hanımının ölümünden yedi gün sonra dönmüş. Hanımını sormuş, semt, komşu halkı üzüntüyle kendisine durumu anlatmışlar. Yeniçeri; “Karımı da, yavrumu da ben Allah’a emanet ettim” diye haykırıyormuş. Komşularını da alarak mezara gelmiş ve mezardan yükselen çocuk sesi üzerine onu açmışlar ve görmüşler ki annenin cesedi çürümüş ama sağ memesi dipdiri ve çocuk sağ memeden emiyor.
   Bu çocuk mezardan alınıyor, yetiştiriliyor. Dönemin önemli devlet adamlarından oluyor. Öldüğünde de annesinin yanına gömülüyor.”
   Lohusa Kadın’ın hikâyesi böyle. Türbede başta Yeniçeri kocanın adı, sonda da devlet adamı çocuğun adları geçmiyor. Farzedin ki isimleri veren tarih ve belgesi yok. Farzedin ki 1647’de, 1617’nin Sultan Ahmet I döneminden bahsedildi. Olabilir.. Ne dedik yazımızın başlarında; NİYET. Şu hâlde Loğusa Kadın (Rahime Sultan) Türbesi’ndeki bilgilerin bir kısım aklımıza yatmaz satırı veya kelimesini doğruydu, yanlıştı gibi yorumlayıp, Eğri’ye doğrultmaya çalışan bir Allah dostunun Loğusa Kadın’ına ezamızla yaklaşarak ukalâ âlimliği yapamayız.
   Şişhane yokuşundan Galata’ya geçecek bir Allah kuluna, oto denilen yol canavarları bir türlü yol vermeyince ona da kendine teselli mırltıları üretmek kaldı. Kulaksız’dan, Rahime Sultan’a dek ulvî âlemin içte kalan tarafını göremesek de duygularımız ve özlemlerimiz o yöne aktığından bizi Galata’ya geçirtmeyen yol canavarlarının kasdını rahatlıkla anlıyoruz. Galata’da tarihin seyri içinde hiç hoş olmayan eser tahribatı yaşanmış. Sayalım; Molla Gürani, Alaca, Bektaş Efendi, bereketzâde mescidleriyle, Karaköy Camii yıktırılıp yokedilenlerden. Bunların yanı sıra sebil ve çeşmeler de tarihi tahribatlardan nasibini almışlar. Kim bilir, bunun içindir ki yol canavarlarından yol müsaadesi alınamıyor..
    Galata demişken, Yeraltı Camii’nden de kısaca bir not düşelim. Adından da anlaşılacağı üzere Yeraltı Camii doksan-yüz kavisli kolon aralarındaki ibadet alanlarıyla ve sadece beyaz renk hâkimiyetiyle dikkati çekiyor. Çok geniş bir alanı var ve girişin solunda Ashab-ı Kiram’dan Süfyan ibn Ubeyne (R.A.) ile yine Ashab-ı Kiram’dan Vehb ibn Huşeyre (R.A.) ve Amr ibn-el’as (R.A.) Hazretleri’nin türbeleri bulunuyor ki, muhteşem bir ışıklandırmayla adeta bütün ziyaretçileri cazibelerine kaptırıyorlar.
    Namaza edaya gelenlerse bu caminin ulviyetinde dalıp dalıp gidiyorlar. Bu da Galata’nın 2. yüzü..
 
 
Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/16
PERTEVNİYAL’DEKİ İMAM ÖFKESİ SULTANAHMET’TE HAYR PEŞİNDE
 
    2002’nin 22 Şubat’ı. Bu yılın Kurban Bayramı.. İlk günü ve bir Cuma vakti. Pertevniyal Valide Sultan’dayım. Mevkii Aksaray’da Hüseyin Ağa. Hüseyin Ağa’da Pertevniyal. Görülecek, varılacak, secdeye durulacak yer. Sultan II. Mahmud’un Hanımı Pertevniyal’ıin 1873’te yaptırdığı bu cami, geniş alanlı birçoklarının aksine dar plânda, ama iç dizaynı mükemmelin üstünde seyrediyor. Mermer işlemeden kolon, mihrab, minber, kapı, pencere, çatı, tavan ve çerağ/mumlara kadar sade veya desen işlemelerin yer aldığı bütün bölümlerde Osmanlı sanatının nasıl bir ehliyetli elde olduğuna şahid oluyorsunuz. Hele pencere biçimlerinde yer etmiş tezyinat, Ayet ve Hadis-i Şerif’ler kuşağındaki renk seçimi, insanı hayranlık derecesinde kendisine bağlıyor.
   Sultan II. Mahmud’un hanımı ve Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan’ı kendi türbesinde de barındıran bu caminin minberinden yükselen öfkeli imamî ses, dünkü geceden beri beni de öfkeye sürükleyen sesle aynı tonda birleştiriyordu. Bugünlerde Kurban’ı sadakadan sayma ve ona göre ircaa etme fikrini, hissiyatı Asuman Türk-İslâm milletine aşılamaya çalışan kafaya istinaden, imam efendi bir Ayet-i Kerime okuyordu; “Ey Muhammed (SAV)! O hâlde Rabb’in için namaz kıl, Kurban kes.”
 Ey kafa! Şayet sen doğruysan işte Ayet-i Kerime. Şayet imam yanlıştaysa yine işte Ayet-i Kerime.. Ve elbette işte tefrik ve ifrat. Yazık! Allah yoluna Hoca olacakları yerde nefsinin emrine Hoca olan prof bozuntularına..
 ‘Önce tekdir, sonra kötektir’den ıslah olmayanı Allah yoluna havaleyle ayrıldığım düşüncelerim sonrası baktım ki Bayezid Meydanı’ndayım. Bayram buralardan gelip gitmiş, lâkin işportacı milleti hâlâ alıştıkları yerde dünkü ruh hâllerinin temsilciliğini elden bırakmamışlar.Ötelerden görünenlerle vardığım kanaat böyle. Yanlarına uğramadan Sultanahmet yönüne yöneliyorum; ortada tramvay yolu, solumda Hoca Piri’yle Çorlulu Ali Paşa Camii ve Medresesi.Atik Ali Paşa Camii, sonra Koca Sinan Paşa, Sultan II. Mahmud, II. Abdülhamid ve Abdülaziz’in türbeleriyle Çemberlitaş.. Sağımda Merzifonlu medresesi, Yahya Kemal Müzesi ve Fetih Cemiyeti derken, işte Sultanahmet Meydanı’ndayım. Burasına At Meydanı adı verilmiş. Sultanahmet’in şanına yakışır bir parkı var ki, sadece, park denince akla gelen dal, çiçek, çayır ve çimen değil. At Meydanı parkında harika Sultanahmet Çeşmesi, az ötelerinde 4. yüzyıllara ait Dikilitaş ve Yılanlı Sütun ile 10.yüzyıl eseri Örme Dikilitaş bulunuyor.
   Önce Sultanahmet Çeşmesi’ne bir göz atalım. Sekiz adet yuvarlak, parlak ve siyah renk mermer sütun üstüne oturtulmuş çeşme kubbesinde, altınsı renklerle hazine hâkimiyeti hissini veren tavan süsleri karşısında, zannetmem ki, hiçbir kimse büyülenmesin. Bir zamanlar duyduklarım itibariyle hırsızların apardığı som musluklar artık bu çeşmede yok. Sözün kısası hayranlık vesilesi bu çeşmenin depoluğunda demir levhaya işlenmiş koyu bir yazı Almanca lisanında; II. Alman Kralı Wilhelm VI.’nın Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid’e yaptığı müteşekkir ziyareti dile getiriyor. Yıl: 1898 ve Mevsim Sonbahar.
   Yazının orijinali şöyle: Wilhelm VI: II: Deutsche: Kaiser Stiftete: Diesen: Brune II in Denkbaren: Erinnerung: An: Seinen: Besuh: Bei: Seiner: Matiestet: Dem: Kaiser: Der Osmanen: Abdul: Hamid: II: İm: Herbst: Des: Jahres: 1898
    Böyle bir tarihî eserin tarihî ifadeleri arasında iki nokta üst üstenin ne işi var acaba?
 Dikilitaş üzerindeki hayvan ve benzeri kuş resimleriyle canlılığını muhafaza ederken Örmedikilitaş’ın yarı taşları unlanmaya başlayalı hayli yıllar olmuş ve bazı kovuklarında kuşlar ziyaretçilere sevinç çığlıkları atarak ve yuva tamir ederek vakit geçiriyorlar. Boğumları biraz Yılan’ı andırdığından olacak ki adı Yılanlı Sütun olan bu antik eserin baş kısmı yok. Yılana da benzer bir yanı kalmamış. Bunların kuzeyinde ise parantez adı (İbrahim Paşa Sarayı) olan Türk İslâm Eserleri Müzesi’nde şükür ki bu hâl yok. ‘Türk’lerin hatıralarına bağlılığını elinden alırsanız, imanını yok ederseniz yenersiniz!’ diyenlerin de Sultanahmet’lerde bir tarihî gezinti yapmaları ve ona göre yeniden bir yorum zaruretini yaşamaları gerekirdi.
   İş buraya kadar gelmişken bir de Yerebatan Sarnıcı’na uğrayalım. Sonra dosdoğru Sultanahmet harikası muhteşem camiye..
   Yerebatan Sarnıcı, Doğu Roma İmparatorluğu’nun en parlak dönemi olan 6. yüzyılda İmparator Justinianus tarafından yaptırılarak su sıkıntısına çare bulunmak amaçlanmış.
    Uzunluğu 140, genişliği 70 metre.. 9800 m2’lik bir alana sahib bu sarnıcın suyu 19 km uzaklıktaki Belgrad Ormanları’ndan getirtilmiş. Çevre duvar kalınlığı 4 metre ve pişirilmiş tuğlayla örülüp Horasan denilen harçla sıvanmış. Sarnıç, Ayasofya, Topkapı ve müzeler tarzındaki eserlerin hepsini gezmenin, görmenin ve incelemenin bir bedeli var. Ne yazık ki camiler, türbeler ve tekkelerde böyle bir uygulama zorunluluğu yok. Yine Allah rızası için hayr bekleme sanatkârlığı var.
   Onun içindir ki bu yazı dizisinde hâlâ bir Ayasofya’yı, bir Topkapı Sarayı’nı veya Askerî Müze’yi iç hâliyle tanıyıp, yazandan okumak nasibimiz olmamıştır. Ki niçin hep beleşe Fatih, Sultanahmet, Süleymaniye. Niçin beleşe Sümbül Efendi, Eyüp Sultan ve Aziz Mahmut Hüdai Efendi Hazretleri. Esasen hortumculara, soygunculara ve banka kaldırıcılarına el uzatıp; “yedin.. yedin. Yine ye, yine ye..” diyerek sırtını sıvazlayan zihniyetlerin ihsanına, bu milletin imanı bütün salih halkı yok olmadıkça ne camisi, ne de medresesiyle, türbesi ve tekkesi muhtaç değildir ve olmayacaktır da..
   Kuyucularım! Sakın yanlış anlaşılmasın.. Beni kendinizdeki kendinizcesine aldığınız müddetçe, anladığınız kadarca, diziye müstehaksa dizi yazılarımın arasına, ara sıra yazılması mecbur, hedefine gönderilmesi elzem cümleler ilâve edeceğim ki korkaklığı kendinden menkul, cesaretini âdilere satıcı bir takım yalaka kalemler utana..
   Nihayet.. Sultanahmet yolundayız. Bugün, önceki anlardan daha bir kalabalı, daha bir karmaşık lisan var. Caminin ne revaklarında, ne de avlularında küçük çaplı satıcılar işgaliyesi bulamıyorsunuz. Ama öte yandan bir sürü rehber ve İstanbul kitabı satıcısı, simitçi ve kestaneciyi aratmayacak derecede fırdönüyorlar. Tercümanlara gelince gerçekten ülke adına mutluluk verici bir misafirperverliklerine, düzgün konuşma kabiliyetlerine ve dürüst davranışlarına şahid oluyorsunuz. Her turist gurubu veya münferid gezicileri kendilerine yol-yordam gösterecek, hayran oldukları Sultanahmet’i tanıtacak ve bilgi dağarcıklarını dolduracak ehil kişilere başvuruyorlar.
   Dedim ya, gurur duyulan onlar ve de kazanç menbaı turistler Sultanahmet’ten çok şey alıyorlar. Ama ne yazık ki, Sultanahmet onlardan pek bir şey alamıyor. Hayr sandıklarının başındakiler her dilden konuşup yardım isteseler de, bu modeli ülkesinde görmemiş ecnebiler işin farkına dahi varamadan çekip gidiyorlar.
   “Camiye yardım!” cümlesini tercümeyle satmaya çalışan bizim görevliye de, kala kala yine kendi halkına müracaat kalıyor..
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
  Bugün 196 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol