Bekir Yalçınkaya Resmi Web Sitesi
  KARA AĞAC TARİHİ-X ve XI. (son) BÖLÜM
 
X. BÖLÜM
Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele Dönemi
Şarkî Kara Ağaclı Şehidler

    Tarihi yansıtan meşgâlelerin hemen birçok yerinde görebildiğimiz eksik değerlendirmeler ne yazıkki şehidlerimizin Isparta merkezli listelerinde de tashihler biçiminde mevcud olup Eceabat, Isparta ve MSB’nin birbirini tutmayan bir liste karmaşası söz konusu. Burada Çanakkale ulviyetinde hassasiyet gösterilen şehid belgelerine elbette itibar etmeliyiz, ama komisyon çalışmalarında esası teşkil ve temsil edemeyen kayıdların da yapılabileceğinin mümkün olduğunu dikkate almalıyız.
Bu ifadeleri doğrulayan ve Çanakkale dâhil, diğer cephelerdeki savaşlarda isimleri ve kütükleri kayıb birçok şehidlerin varlığını biliyoruz ki, bir misâl olarak Çeltek Köyü nüfusuna kayıtlı Necibler sülâlesinden Necib'in oğulları Mustafa ile Mevlüd’ün şehadetlerine vasıta hiçbir bilgi ve belge bulunmamaktadır. Sülâlenin devamı olan Melâhat Şekar (Yalçınkaya)’nın ifadeleri doğrultusunda haklarında 2008 yılında not aldığımız bu iki şehid de Çeltek Köyü’ne ilk yerleşen alilelerden Necibler’in lâkab aldığı Necib ile Ayşe çiftinin oğullarıdır. Mustafa (Şekar) 1306 (Miladî 1890) Çeltek, Mevlüt de 1316 (Miladî 1900) Çeltek doğumludur. Bu iki şehide ait herhangi bir kaydı TC’nin uhdesindeki hiçbir listede göremiyoruz. Bu da normaldir.
   Zira bunun gibi birçok şehidin, hele ki bir nesli kaybettiğimiz Çanakkale’de 253 bin şehide rağmen eldeki kayıdlarda hem bu rakamı görmek mümkün değil, hem de bugün ilçemiz Kara Ağac’daki köylerde şayet bir araştırmaya yönelsek karşımıza nice ailenin; ‘şu Ahmet, yahud Mehmed de bizim şehidimizdi. Ama nerede şehid düştüğünü bilemiyoruz’ diyeceklerine şâhid oluruz. Bu itibarla eldeki mevcut bilgilerle ve titizlikle hazırlanan Milli Savunma Bakanlığı’nın sitesi ww.msb.gov.tr./arsiv/phpscr/Sehidler.php’ listesine göre ilçemiz Şarkî Kara Ağac’a ait 144 aded şehid kütüğüne rastlıyoruz. Sıra numaraları itibariyle ilçemiz ve köyleri karma listesindeki şehidlerin ilki, 8. sırada yer alan Hâcı Ömer oğlu Bekir’dir. Çavuş rütbesindeki Bekir Örenköy’lüdür ve Birinci Dünya Savaşı Irak Cephesi’nde muharebeye katılmıştır. Cephede yaralanan Bekir Çavuş Bağdat Askerî Merkez Hastahanesi’nde tedavide iken 10 Haziran 1916’da vefat ediyor. Birinci Dünya ve İstiklâl Savaşı’nda çeşitli cephelerde verdiğimiz şehidlerin tamamı 144’dür ve bunların 68’i Çanakkale, 8’i Şark (Kafkas), 5’i Romanya, 1’i Galiçya, 4’ü Irak, 6’sı Filistin, 3’ü İç İsyanlar ve 1’i de Osmanlı Rus Savaşı olmak üzere 96 vatandaşımız Birinci Dünya Savaşı’nda şehid olmuştur.
   Garb Cephesi İstiklâl Savaşı’nda 46 şehid verirken, Şark cephesinde ise sadece 2 şehidimiz vardır. Bunlardan Birinci Dünya Savaşı Şehidleri 42, İstiklâl Savaşı Şehidleri 33, İç İsyanlar Şehidleri 3 ve Osmanlı-Rus Savaşı Şehidleri de 1 olmak üzere 79’u Şarkî Kara Ağac Merkez’lidir. O tarihlerde köylere ait liste ise şöyledir; Yenişar Bademli 9, Çiçekpınar 8, Çarıksaraylar 7, Beyköy 7, Göksöğüt 6, Çeltek 4, Örenköy 4, Köprüköy 4, Salur 3, Belceğiz 2, Yukarı Dinek 1, Çaltı 1, Arslandoğmuş 1, Başdeğirmen 1, Çavundur 1, Yakaemir 1, Ördekçi 1, Fakılar 1 ve Karayaka 1.
   Bu liste gereği Şarkî Kara Ağac geneli şehidler listesini detaylandırdığımızda karşımıza çıkan genel tabloya göre hemen her köyümüzden en az bir şehidin ya Çanakkale, ya Balkanlar, ya da diğer birçok cephelerde vatan ve hilâl uğruna can verdiğini görüyoruz. Şehidler bizim en değerli mukaddesatımızdır. Onları saygıyla, minnet ve şükranla anmamızın tek mecrası şehidliklerinin detaylarına vukuf olmaktır. O hâlde bilinmeyen bir şehidin hatırasına hâkim olmamız mümkün değil ise, hâkimiyeti sağlayacak şu listeleri iyice incelemeye ihtiyacımız vardır.

Şarkî Kara Ağac İlçesi Geneli Şehid Listesi
17-Abdulkadir oğlu Piyade Feyzullah, Bakırköy Hst. 26/10/1331,
61-Toplu İbrahimoğulları’ndan Salih oğlu Er Cevdet, Meydan-ı Harb 01/10/1331,
96-Cebecioğulları’ndan Ali oğlu Er Ali, Kireçtepe Muharebesi 05/07/1331,
98-Çorakoğulları’ndan Ali oğlu Er Mevlüt, Garp, Ilgardere 14/04/1337,
102-Tahmalıoğulları’ndan Ali oğlu Er Durmuş, Seddülbahir 16/04/1331,
140-Sırıklar’dan Baki Osman oğlu Er Ömer, (Cephesi yazmıyor) 00/00/1331,
174-Abdiller’den Mahmut oğlu Er Hasan, Garp Güzelim Tepe 02/10/1337,
175-Nasuhlar’dan Osman oğlu Er Yusuf, Akkale 05/09/1337,
176-Ali oğlu Çavuş Mustafa Sakarya Muharebesi 17/09/1337,
178-Uzunlar’dan Mustafa oğlu Er Ramazan Garp, Hüseyin Köyü 28/03/1337,
179-Gerliler’den Ali oğlu Er Mevlüt, Garp Kaplan Kaya 30/08/1338,
183-Mehmet oğlu Er Ahmet, 3. Seyyar Hastahane 19/07/1337,
184-Sabriler’den Ali oğlu Er Abdullah, Kapı Deresi 29/08/1338,
185-Mehmet Efendi’lerden Hasan oğlu Er Osman, Eski Polatlı 08/09/1337,
186-Ahmetler’den Ahmet oğlu Onbaşı Ali, Adatepe 31/08/1338,
188-Arıklar’dan Mestan oğlu Er Mehmet, Kızıltaş Yayla 26/08/1338,
189-Musa oğlu Er Musa, Meydan Harbi, 20/07/1337,
191-Na’im Hocalar’dan Nuri oğlu Mehmet, Eskişehir Muh. 21/07/1337,
199-Ali oğlu Er Esat İshak, Mekteb-i Harbiye Hastahanesi 12/06/1331,
272-Ahmet oğlu Piyade Er Mustafa, Şark (kafkas) Cephesi 28/08/1333,
273-Ali oğlu Er Süleyman, Romanya Cephesi,
372-Mehmet oğlu Piyade Çavuş İsmail, Seddülbahir 21/02/1331,
382-Süleyman oğlu Onbaşı Yusuf, Meydan Harbi 19/05/1331,
397-Emrullah oğlu Piyade Onbaşı Ramazan, Gümüşsuyu Hst. 05/12/1331,
429-Hüseyin oğlu Er Hasan Hüseyin, Romanya, Hamzaç Köyü 05/03/1331,
476-İmamoğlulları’ndan İsmail oğlu Er Ethem, Azmak Dere 19/10/1330,
497-İsmail oğlu PİYADE ER Habip, Kanlıtepe Şark Sırtları 18/02/1331,
571-Kahramanlar’dan Abdullah oğlu Er Hüseyin, Garp, 1. İnönü 10/01/1337,
572-Mustafa oğlu Er Şükrü, Garp Cephesi Polatlı Hastahanesi 06/10/1337,
583-Ustalar’dan Ahmet oğlu Er Salih, Hilal-i Ahmer Taksim Hst. 28/08/1331,
656-Osman oğlu Er Osman Nuri, Filistin Cephesi Ölüm Yeri: Bilinmiyor,
682-Kara Ahmetoğulları’ndan Ramazan oğlu Piyade Er Osman, Şark 14/06/1332,
699-Bağcıoğulları’ndan Molla Mehmed oğlu Piyade Er Ahmet, Kerevizdere 23/03/1331,
752-Mehmet oğlu Er Arif, Filistin Cephesi Arişde 2 Nolu Harb Hast. 11/06/1332,
760-Çalıkoğulları’ndan Recep oğlu Piyade Er Mustafa, Filistin Biru Havza 28/07/1332,
762-Hanbaroğulları’ndan Ahmet oğlu Er Emin, Arıburnu Süngü Muharebesi /04/1331,
792-Salih oğlu Piyade Er Mevlüt, Anafartalar 06/08/1331,
801-Eyüpoğulları’ndan Eyüp oğlu Er Ramazan, Şark (Kafkas) Of, 20/04/1332,
802-Şabanoğulları’ndan Mehmet Ali oğlu Er Halil, Gökörenli Pınar 28/05/1331,
803-Yalamaoğulları’ndan İbraim oğlu Er Halil, Anafartalar 05/08/1331,
1021-Gözler’den Şems oğlu Er Hüseyin, 2.İnönü Harbi 28/05/1337,
1023-Mehmet oğlu Er Ahmet, Ölüm Yeri: Bilinmiyor 16/07/1337,
1026-Nebioğulları’ndan Ramazan oğlu Veli, İç İsyanlar Zafar 07/03/1310,
1029-Baba adı ve lâkabı yok, Süleyman Efendi Rus savaşı Yeri: Meçhul 11/07/1293,
1033-Recep oğlu Piyade Er Yusuf, Seddülbahir 22/03/1331,
1058-Baloğulları’ndan Hüseyin oğlu Er Mustafa, Garp, 2.İnönü Harbi 30/05/1337,
1074-Şabanoğulları’ndan Mehmet oğlu Piyade Er Halil, 28/05/1331,
1080-Amucaoğulları’ndan Hüseyin oğlu Er Muhsin, Kerevizdere 18/03/1331,
1114-Süleyman oğlu Piyade Er Hakkı, Biga 1 nolu hastahane 28/04/1331,
1128-İbrahim oğlu Piyade Onbaşı Salih, Mestantepe Muharebesi 28/05/1331,
1136-Mustafa oğlu Er Süleyman, Tavşan Tepesi 14/07/1337,
1137-Hasan oğlu Er İzzet, Sakarya Muharebesi 25/09/1337,
1138-Salih’lerden Mehmet oğlu Er Salih, Türbetepe 10/07/1337,
1139-Hasanlar’dan Hasan oğlu Er Ramazan, Kaplan Kaya 29/08/1338,
1141-Koca’lardan Mehmet oğlu Er Haydar, Elazığ Hastahanesi, Tarihi: Yok,
1143-Mustafa oğlu Er Ahmet, Tınaztepe Harbi 27/08/1338,
1144-Emin oğlu Er Süleyman, Garp Cephesi, Ankara Merkez Hst. 21/07/1337,
1145-Kalkıroğulları’ndan Mehmet oğlu Er Abdurrahman Garp, Çatallı 09/06/1338,
1147-Mustafa oğlu Er Osman, Garp Cephesi Müttalip'de 21/07/1337,
1148-Ahçazlar’dan Ömer oğu Er Osman, Garp Cephesi Mezar Tepe 01/09/1337,
1149-Yaşalar’dan Ahmet oğlu Er Mehmet, Garp Cephesi Karahisar 15/07/1337,
1150-Bıyıklar’dan Hacı Mehmet oğlu Er Mehmet Ali Bostanlı Harbi 07/10/1337,
1151-Mevlüt oğlu Er Mahmut, Garp Cephesi Eskişehir Hilal-i Ahmer Hst. 03/08/1337,
1153-Çolaklar’dan Ali oğlu Er Mehmet Ahmet, Garp, Sandıklı Menzil Hst. 31/08/1338,
1155-Molla Veliler’den Abdurrahman oğlu Er Mustafa, Garp Cephesi 29/08/1338,
1214-Ali oğlu Er Mehmet, Şark (Kafkas) Cephesi Malatya Hastahanesi 22/09/1332,
1224-Ali oğlu Piyade Onbaşı Mustafa, Yeri: 2 numaralı Menzil Hst. 25/03/1331,
1250-Ali oğlu Piyade Er Ali, Kireç Tepe 05/07/1331,
1281-Süleyman oğlu Piyade Er Mehmet, Akbaş Nakliyat Hastahanesi 14/08/1331,
1313-Ekeşoğulları’ndan Er Mehmet oğlu Ramazan, Romanya Amuzaca 21/07/1332,
1320-Süleyman oğlu Er Ramazan, Filistin Cephesi Şam 1. Cerrahi Hst. 23/01/1334,
1344-Şakiroğulları’ndan Osman oğlu Er Veli, Yemen Cephesi Cebel Sıhare 18/09/1321, 1345-Karaoğulları’ndan İbrahim oğlu Er Osman, Yemen Cephesi Asir 29/05/1321,
1353-Battaloğulları’ndan Mehmet oğlu İtfaiye Er Mehmet, Topçu Mektebi Hst.15/12/1331, 1360-Kilisoğulları’ndan Nebi oğlu Piyade Er Mustafa, Beyoğlu Hilal-i Ahmer 20/04/1331, 1368-Recep oğlu Er Mustafa, Irak Cephesi Ra'sul Rahe Müsademesi 21/09/1334,
1370-Hüseyin oğlu Er Asım, Şark (Kafkas) Cephesi Bakü Civarı 13/08/1334,
1385-Osman oğlu Er Veli, Akbaş Nakliyat Hastahanesi 24/09/1331,
1397-Abdurahmanoğlu Piyade Er Kudus, Filistin, Dumanlı Tepe 06/06/1332.


        
Cumhuriyet Dönemi Şarkî Kara Ağaclı Şehidler
   Cumhuriyet’in yaklaşık son elli yılı içinde verdiğimiz şehidler, ne bir Çanakkale fedakârlığı, ne bir İstiklâl mücadelesine göğüs germe, ne de İç İsyanlar’ın mecbur bıraktığı dış cephelerde siperden sipere koşuştandır. Bu dönem ülkemizde bir türlü dinmek bilmeyen fitne ve fesadın bir eseridir ki hemen ülkenin her yerinde olduğu gibi Şarkî Kara Ağac’da da birçok şehid vermişiz. İşte o sinsi plânlara verdiğimiz şehidlerimiz: Kenan Çaylı 05.11.1960 J. Tğm. Van Gürpınar 07.06.1994, Sedat Sarı J. Uzm. Çvş. Mardin-Dargeçit 28.10.1993, Hasan Hüseyin Uslu P.Er Bitlis-Kavakbaşı 07.10.1994 Göksöğüt Yeni Mahalle, Hüseyin Şeker J. Er Bingöl-Genç 07.06.1990 Çiçekpınar Orta Mahalle, Durmuş Ali Durmaz 01.09.1974 J. Komd. Er Şırnak-Çakırsöğüt 01.09.1994 Salur, Duran Karaaslan J. Er Van Başkale 10.07.1979 Başdeğirmen Köyü, Selçuk Doğan J. Komd. Er Hakkâri Çukurca 07.05.1994 Yukarı Dinek, Erhan Özkan J. Er Tunceli Nazımiye 01.10.1980, Mustafa Gözütok J. Onb. Tunceli Hozat 24.06.1995 Yenişarbademli, Cengiz Gülcü 18.10.1983 İs. Üçvş. Şırnak ili Bestler Dereler Bölgesi 31.03.2008 Nudra, Erkan Ünal P. Atğm. Kuzey Irak Metina 06.04.1995 Davraz Mah. Isparta, Ali Şahin J. Komd. Er Mardin-Ömerli 01.10.1992 Deniztepe/Serik, Bekir Aksöz P. Onb. Kıbrıs 18.08.1974 Çarıksaraylar Çukur Mh., Uğur Tatlı 28.01.1954 Dz. Er Kıbrıs 21.07.1974 60 Evler Mah. 8. Blk. No: 4 Ankara, Ömer Uçar P. Çvş. Kıbrıs 27.07.1974 Arak, Cemal Özmen J. Uzm. Çvş. Nusaybin İlçesi Dibek Tepe Bölgesi 27.05.2007 Yenişarbademli. Kâmil Cingöz, Beyköy 08.02.1946, Mardin Derik’te 11.03.1979’da terörist saldırısında şehid, mezarı Beyköy’de, Kadir Dişçi, Çarıksaraylar 01.12.1952 doğumlu, Tarsus’ta 13.03.1980’da terörist saldırısında şehid, mezarı Çarıksaraylar’da. Hasan Hüseyin Oral, Çeltek 01.10.1955 doğumlu, Gâzi Antep’te 22.04.1980’de terörist saldırısında şehid, mezarı Çeltek’te, Ayhan Çelik, Şarkî Kara Ağac 24.09.1960 doğumlu, Silopi’de 16.11.1992’de Trafik kazası, mezarı Örenköy’de. Âdem Kabakçı, Jandarma Onbaşı, Aşağı Kale Mh. Şarkî Kara Ağac 15.06.1971 doğumlu, Erzincan Kemaliye Başbağlar’da 20.07.1996’da terörist saldırısında şehid, mezarı Aşağı Dinek’te. Mevlüt Yılmaz, Şarkî Kara Ağac 15.01.1974 doğumlu, Uşak’ta 10.05.1998’de trafik kazası, mezarı Belceğiz’de.

Kara Ağac Kökenli Milletvekilleri
   1930’lu yıllarda nüfus ve sosyal hayat bakımından küçük bir yer olmasına rağmen bağrından Mükerrem Bey’i, Kara Ağac namıyla TBMM II. Dönem (11 Ağustos 1923/2 Ağustos 1927)’de vekil çıkaran Şarkî Kara Ağac, ardından yine adeta Kara Ağac namını sürdürürcesine III. Dönem (2 Ağustos 1927/26 Mart 1931), IV. Dönem (4 Mayıs 1931/23 Aralık 1934), V. Dönem (1 Mart 1935/27 Aralık 1938), VI. Dönem (3 Nisan 1939/15 Aralık 1943) ve VII. Dönem’lerde de (8 Mart 1944/14 Haziran 1946) Ahmed Mükerrem Karaağac’ı vekil seçmek suretiyle TBMM’ye gönderiyor. VIII. Dönem’e gelindiğinde bu defa Said Köksal da ardı ardına VIII. Dönem’de 1 defa (5 Ağustos 1946/24 Mart 1950) Meclis’te yer alıyor. O’nun ardından yine Bilgiç’ler sırayı alıyorlar ki Sait Bilgiç IX. Dönem (22 Mayıs 1950), X. Dönem (14 Mayıs 1954/12 Eylül 1957) ve XI. Dönem’de (27 Ekim 1957/27 Mayıs 1960) olmak üzere TBMM’de Şarkî Kara Ağac’ı 4 defa temsil ediyorlar.
 

 

   Daha sonraki yıllarda Sadettin Bilgiç XII. Dönem’de (25 Ekim 1961/10 Ekim 1965), Ramazan Tekeli (TBMM listesinde görünmüyor) ve M.Kemal Togay da XVII. Dönem (24 Kasım 1983/29 Kasım 1987) Meclis’te yer alırken sonrasında yine üst üste Bilgiç’ler Milletvekili seçiliyorlar.
   XXII. Dönem’de (14 Kasım 2002/22 Temmuz 2007) Mehmet Emin Murat Bilgiç ve XXIII. Dönem (2007/2011) ve ve XXIV. Dönem’e 2011’de yeniden seçilmek suretiyle de Süreyya Sadi Bilgiç, Bilgiçler’li olarak vekil büyüklerini takib ediyorlar. (147)
Böylece, her ne kadar Isparta adına seçilseler de, kendi menşeinden Kara Ağaclı ekâbirlerle bu güzide ilçe, II. Dönemin başı 1928’lerden başlayıp içinde bulunduğumuz 2013 yılına denk gelen XXIV. Dönem’e kadar tam 8 milletvekiliyle TBMM’de temsil edilmiş oluyor.
   Mükerrem Karaağaç, ilk defa seçildiği 11 Ağustos 1923’ten 14 Haziran 1946 tarihine kadar Mustafa Kemal Atatürk’e çok yakın bir isim olarak milletvekilliği yapan ve bir hayli Kara Ağac’lının mesken seçtiği gibi İstanbul’da yaşamayı tercih eden bir zattır. Şayet rivayeti doğruysa 1946’daki seçimlerde; “Mirasımı Şarkî Kara Ağaç’a hibe edeceğim” demiş, fakat bu miras, eşi Sıddıka Karaağaç tarafından 7 Mart 1949’da şartlı olarak Darüşşafaka Lisesi’ne bırakılmıştır. Avukat Kemal Baydur Küpçü’nün; ‘Mükerrem Karaağaç’ın mirası ilçeyi 10 kere ihya edecek kadar büyüktür’ (148) şeklinde görüşüne bakılırsa bu mirasın ne kadar büyük ve Kara Ağaçlılar için ne çok ehemmiyetli olduğu anlaşılacaktır.
______________________________________________________________
147-Vikipedi Özgür Ansiklopedi; TBMM’de İlk Dönem’den 1.-XXIV. Dönem’e Isparta Milletvekilleri
148- Ramazan Tunç, Şarkikaraağaç Tarihi 1, İstanbul 2005, s. 133
149-Böcüzâde Süleyman Sami, a.g.e, s 43


Demirci Mehmet Efe’nin Isparta Rüyası
   Bütün memlekette Milli Mücadele’nin nefsî boşluğu hissedildiği ve çetelerin köylerde, nâhiyelerde, hattâ kendilerine hoş gelen ve gelmeyen bütün mecralarda birtakım yolsuz hareketler yaptıkları bir zamanda; Isparta muhitindeki şikâyetleri dinlemek ve incelemek üzre Demirci Mehmet Efe'nin geleceğini Hey'eti Temsiliye’nin Isparta Şubesi'ne ve mutasarrıfa yazmasıyla ilde karşılama hazırlıkları başlamıştır. Nihayet 5 Aralık 1919 Cuma günü özel bir trenle ve emrindeki 130 kadar silâhlı kızan ve erlerle Kuleönü İstasyonu’na ayak basan Demirci Efe, görkemli bir törenle karşılanmıştır. (149)
_____________________________________
149-Böcüzâde Süleyman Sami, a.g.e, s 43


 

   Bu, Demirci Mehmet Efe’nin ilk gelişidir. Isparta’daki müşaverelerinin ardından döndüğü Nazilli’den, 42 gün geçtikten sonra, senenin 20’ye devrildiği 16 Ocak 1920 tarihinde, yine bir Cuma günü, bu defa ansızın baskın yaparcasına 70 kadar kızanıyla Isparta'ya ikinci ayağını basar. Basar basmaz da cephe için Isparta'dan 30 bin lira verilmesini taleb eder. Yeni Hey'eti Temsiliye ise 20 bin lira verilmesini üstlenir. Bu para da ancak tüccar, esnaf ve bâzı ileri gelenlerden toplanabilir. Efe, bu paranın bir kısmını câmilerin yapımı ve tamiriyle, yarım kalan hastanenin ve idadî mektebinin eksiklerini tamamlamak üzere harcadıktan sonra geri kalanını da yanına alarak cepheye savrulur.
   1920 senesinin Ramazan-ı Şerif’inde, Yunanlılar’ın Nazilli'ye hücum edeceklerinin anlaşılması ve Nazilli'de büyük bir yangının çıkmasıyla ahalinin etraftaki köylere ve Isparta'ya hicret etmeye başladıkları sırada Demirci Mehmet Efe ve yakınlarının aileleri de Isparta'ya âdeta hicret ederler ki bu hicrete baş dayanak da şudur; Demirci Efe ve fırkasının fütuhat ve başarılarını beklerken, Ankara'dan gelerek Hâfız İbrahim (Demiralay) idaresine verilen birkaç yüz Kürd ve Türk efrad, yerli halka ve kadınlara tecavüz ve taarruzda bulunmaya başladıklarından, evvelce resmî zabıta kuvvetlerine bağlı olarak yazılan yerli askerler, Isparta'lı (Kel) Mahmut Efe’nin komutasında tecavüzleri yasaklama ve önlemeye çaba gösterirler. Bu arada saldıranlardan biri öldürülür, bir kısmı yaralanır ve tutuklanır. 8 Ağustos 1920 Pazar günü gelişen bu olayın korkusuyla bütün halk evlerine sığınmış, birkaç gün sokağa çıkamamışlar, dükkânlar ve mağazalar kapalı kalmıştır. (150)
   Bu olaylar neticesinde, Demiralayı’nın, Nazilli Cephesi’ne gönderilmesiyle sükûnetin sağlanması için çağırılan Demirci Mehmet Efe, büyük bir kuvvetle Isparta’ya gelir ve eşi Hanım Efe, eşinin yanındaki yakınları, himaye edici kızanları ve hayvanları için Gönen Köyü'nün Yuvaçça Yaylası durak yapılır. İğdecik köyündeki Hâfız Ağaoğlu Süleyman Efendi'nin konağı Efe ve eşine ikâmet tâyin edilir. Bu aile ve efradının masrafları da yine Hey'eti Temsiliye’nin topladığı paralardan ödenir.
   Isparta’da sükûnetin sağlanmasının ardından Konya'nın Bozkır kazası cihetinden Delibaş Mehmet adında bir çete reisinin Kuvay-ı Dafiay-ı Milliye aleyhinde, bir iki bin silâhlı kişi ile “Konya hükümetini zabt, bütün memur ve görevlileri a/1 ve ifna ettiği, telgraf hatlarını keserek ve kopararak haberleşmeyi önlediği, hattâ bunların Yalvac ve Kara Ağac'ı işgâl ederek Eğridir'deki (Eğirdir olacak) Karabağlar'a kadar geldikleri” Afyon Karahisarı’ndan bildirilince, Demirci Mehmet Efe, Ankara tarafındanDelibaş ve avenesinin yakalanması için tekrar vazifelendirilir.
   Bu sırada yine Isparta’dan Nazilli’ye dönmüş olan Efe, maiyetiyle birlikte iki ay sonra, 10 Ekim 1920’de üçüncü defa Isparta'ya gelir. Gelirken de Hâfız İbrahim Bey’le maiyetindeki Demiralayı erlerinden bir kısmını da beraberinde getirir.
_____________________________________________________________
150-Sabahattin Selek, Millî Mücadele, 1982 Basımı, Cilt I, s. 472-499


Şarkî Kara Ağac’da ve Çevresinde Demirci’li Yıllar
   Millî Mücadele yıllarının hemen başlangıç noktasında efelikte en büyük zaruret olarak yer alan şekâvet, yâni şakilik ruhu, sadece bu devire mahsus değildir. Beylikler döneminden itibaren Anadolu’ya yerleştiklerinde huzur ve emniyet içinde yaşamayı arzulayan Türkmenler ve Yörükler arasında da sık sık şekâvetler görülmüş ve bundan dolayı bazı aşiretler ya bölge dışı illere, ya da Kıbrıs gibi uzak adalara sürülmüşlerdir. Millî Mücadele devrinin ortaya çıkardığı birtakım karışıklıklar içinde boy gösteren isyanlar ise şekâvetten farklı bir biçimde seyrederek elbette ön plâna yerleşmiş, kendisine bazı gruplar seçerek güç temin edenler kâh devlete, kâh bölgelerindeki halka karşı tahakküm yarışına girişmişlerdir. İşte bundan dolayıdır ki 2 Ekim l920'de başlayan ve hızla yayılarak bir kolu Eğirdir ve Isparta'yı, diğer bir kolu da Antalya'yı tehdid eden İsyancı Delibaş, Konya'dan Akdeniz'e kadar bütün ilçelerdeki Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne bağlı idarecileri tasfiye edip yerine ‘Hak Halife ve Hey'eti İslâhiye’ namlı bir takım yeni idareler kurunca, bu isyanı bastırmak üzere görevlendirilen İçişleri Bakanı Refet Bey, Demirci Efe'den faydalanmak istemiş ve Demirci'nin adamları da böylece Isparta'da toplanmıştır.
   Artık Isparta’yı iyiden iyiye kendisine mekân ve vazife merkezi olarak benimseyen Efe, daha evvelce kendilerine karşı yapılan tecavüzlerden korkmuş olan halkın, bir taraftan bu saldırganların yine saldırılarından endişe duydukları, diğer taraftan Yunan ve İtalyan işgâl kuvvetlerinin her an gelmeleri ihtimalinin yaşandığı bir sırada, Demiralayı mensublarını tekrar Nazilli Cephesi’ne sevkeder. Kendisi de maiyetindeki kuvvetlerle veMahmut Efe Müfrezesi’nin de katıldığı 552 kişilik müfreze kuvvetle, Meclisi Umumî Âzası’ndan Eğirdirli Hâcı Eşref Ağa'yı da yanına alarak Isparta’ya gelişinin 2. günü olan 12 Ekim 1920 Salı günü isyancıların henüz giremediği Eğirdir'e hareket eder. Efe’nin burada Eşref Ağa’nın küçük kardeşi Hâcı İsmail Ağa tarafından konaklamalarıyla yemekleri karşılanır ve kendilerine mükemmel bir misafir itinası gösterilir. Hâcı İsmail Ağa’dan hoşnud kalan Efe, konakladıkları gecenin ardından Eğirdir'de yaptığı kısa bir tahkikattan sonra, O’na Kara Ağac tarafına olan efrada katılacak yeni Eğirdirli erlerin nerede olduğunu sorar. Babadan kalma bir husûmet sebebiyle daha önce Kazâ’nın Hey'eti Temsiliye’sinde bulunan kimselerden Eğirdir'de Hürriyet ve İtilâf Fırkası şubesini kurmuş olan Hâcı İsmail Ağa, Müderris Kuş Hoca, Şeriye Başkâtibi Sabri Efendiler'le, tüccardan, Hey'eti Temsiliye'ye karşı olan Hacı Abdullah ve adamlarının bu efrada engel olduklarının söylenmesi ve isyancılarla irtibatta olduklarının anlaşılması üzerine hâcı-hoca takımından bazı kimselerin yanısıra eski bir hâkimi ve mahkeme kâtibini de yakalatarak bunların cümlesini gece vaktinde kazâdaki tevkifhaneye verir. Çarşamba günü sabaha karşı da Hâcı İsmail Ağa ile Kuş Hoca Mustafa’yı,Sabri’yi, Hâcı Abdullah efendileri birer birer, Hükümet Konağı yanındaki çınar ağacına asarak idam ettirir. Ki böylece Çınar’da adam asma geleneğini de Efe Eğirdir’den başlatmış olur.
   Şu işe bakın; henüz iki kişi asılmıştır ki oradan Kuşçu Hoca'nın geçtiği görülür. O’ da arananlardandır. Demirci Efe, Kuşcu Hoca’yı yanına çağırarak; “Hocam, benim ağzımdan bu gece üç kuş uçtu, ne dersin” der. Kuşcu’nun “senin ağzından dinin, imanın uçmuş. Sen koca Padişahı ve Osmanlı Devleti’ni tanımayan bir dinsiz adamsın” karşılığında bulunması üzerine de anında şu hükmü verir: “Alın, aradığımız soysuz budur! Asın.!” (151)
   Hemen Kuşcu Hoca da asılır. Sonra da Efe, idamların ardından Hâcı Eşref Ağa ile eniştelerinin oğlu Rifad ve Hâcı Memiş Ağalar’dan Şevket namındaki iki genci, asılmak üzere muhafız maiyetinde Isparta'ya sevkeder.
   Neticede Eğirdir'de soygun ve çapul başlayıp Hâcı Eşref Ağa’nın konağı ve asılanların evleri aranarak yağmalanmaya başlayınca Demirci Mehmet Efe, Albay Şefik Bey tarafından ikaz edilir. Bunun üzerine Eğirdir'den Gelendost yolu ile Şarkî Kara Ağac'a geçen Demirci Efe Kara Ağac’da da, tüccar ve ahaliden “Konya'dan gelen Delibaş'a ve adamlarına mümaşat etmişsiniz (Hoş karşılamışsınız)” diyerek dokuz kişiyi (aslında 11 kişidir) astırır. (152)
İdamların öncesinde Harmancıoğlu Harmandar namlı Yukarı Dinekli eşkiyanın çevreyi kasıp kavurduğunu öğrenir ve Harmandar'ı yakalatarak 6 kişilik maiyetiyle birlikte astırır. Çarıksaraylı Hasan Hüseyin Efe ile de bir Efel’ik mücadelesine girişen Demirci’nin Şarkî Kara Ağac’da Çopur’un Mehmet Emin, Mısırlı Mehmet Ağa, oğlu ve damadı ile birlikte asılan Dumanlı Mehmed Ağa’nın Harmancı Ali Çavuş ve mahdumu, Küpçü Fahri’nin sıkı bir hak-hukuk davâsını sürdürmek adına Demirci ile yıllar sonra Nazilli’de görüşmesine vesile babası Küpçüzâde Hasan Hüseyin, Efe’nin astırdıklarındandır.
   Demirci Mehmet Efe’nin şâkilik hükmünde en ileri seviyeye geldiği ve adam astırmada rekor kırdığı yer de böylece Şarkî Kara Ağac olmuştur.
______________________________________________________________
151-Sabahattin Selek, a.g.e, 1982 Basımı, Cilt I, Sayfa 472-499'a; Böcüzâde Süleyman Sami, a.g.e, s. 266
152-Sabahattin Selek, a.g.e, Cilt 2, s. 885


Şarkî Kara Ağac’a İstiklâl Mahkemesi Geliyor
   Tehdid ve şiddedde bölgede en çok nüfuzu bulunan Demirci Efe’nin gadrine sadece Şarkî Kara Ağaclılar uğramaz. Isparta Mutasarrıfı Dr. Rafet Bey ve Ceza Reisi Ferid Bey de Efe ile karşı karşıya gelirler. Efe, İstiklâl Mahkemesi’ne karşı emniyeti bakımından ileri gidemez. Fakat Bozkır, Akseki ve Alanya taraflarına giderek birçok kimseleri idam eder ve mallarını gasbeder. Beyşehir istikâmetinden harekete geçerek yol boyunca köyleri taratan, güya asî ve asker kaçağı aratan ve topu topu ancak 118 asker kaçağı yakalatan ve bunlardan yedisininde evlerini yaktıran Efe Hazretleri (!), nihayet güzergâhını Manavgat'tan sonra Taşahır'a çevirdiğinde Taşahırlılar, 4 veya 5 yüz kişilik bir Yörük Aşireti olan ve Osmanlı Hükümeti’ne şimdiye kadar bir tek asker vermeyen Geygel Aşireti'ni kendisine şikâyet edince yeni bir ganimet devşirme fırsatını yakalar ve Geygel Aşireti’nden 400 kadar deve, 7-8 bin koyun, keçi ve sığır gasbeder. Bunları da Isparta'ya gönderir. Öbür taraftan Demirci Mehmed Efe'nin kardeşi Ahmed Efe de Konya isyanı sırasında harb masrafı olarak toplanan paraları askerlik şubesinde mülkî ve askerî memurlar huzurunda saydırdıktan sonra 300 bin Altın lira, 120 bin’i İngiliz lirası 400 bin kâğıt lira, 200 küsur okka gümüş parayı teslim eder.
   Bu paralar daha sonra Ankara'ya Mustafa Kemal'e gönderilir. (153))
____________________________________________________________
153-Sabahattin Selek, a.g.e, Cilt 2, s. 265


   Demirci Mehmet Efe, bu bölgede işini tamamladıktan sonra oralardan kendisine katılanlarla birlikte 2000 kadar maiyeti ve 1200 çetesiyle Antalya'yı dolaşarak Pavlu (Sütçüler) üzerinden, Eğirdir yoluyla Isparta’ya döner.
Hanımını yerleştirdiği Hâcı Vasfi Bey hanesini karısı ve oğlu adına Tapu Senedi çıkartarak bin sarı altına satın alıp, bir selâmlık ilâve ettirmesine bakılırsa Millî Mücadele dönemini Efe’nin mülk edinme cihetince hiç de boşa geçirmediği görülür. Bunlarla yetinmeyen Efe daha sonra Bozkır, Akseki ve Alanya muhitlerinden getirdiği sürülerine Yuvaççe Yaylası’nda yer temin ederken, kendisi de İğdecik Köyü'ne postu serer ve Gönen taraflarından da bir çiftlik tedarik eder. Sonra da ver elini Nazilli..
Belinde çift tabancası, sırtını hep duvarlara vererek temkin itiyadı, dört gözünü açarak üç yönünü kolaçan edici, hülâsa; hep korku besleten, hep şüphe ve endişe ile düşman kollatan inzivaî bir hayata dönüş yapar. Bence O’nun hayatının en önemli sırrının birincisi, idamına rağmen içinde hiç ölmeyen ve hasletle yaşayan bir babaya duyulan şu; “Babamı görmeyeli tam 59 yıl olmuştu. Fakat sonradan 59 yıldır unutamadığım (morluğu), yani o menhus ipin izlerini boğazında gördüğüm zaman ben de O’na sarılmak istedim. Ne garib şeydir ki, her ikimiz de sarılmak istiyor, fakat bir türlü kucaklaşamıyorduk. Her ikimiz de ağlamak istiyor, gözümüzden yaş gelmiyordu” cümlelerinde boğum boğum ve de düğümlü..
İkincisi de “Bizden ne istedin de suçsuz yere babamı idam ettin ve beni çocuk (yedi) yaşımda yetim bıraktın” meâlinde kendisinden hesab soran Küpçüzâde Hasan Hüseyin’in yetimi Fahri Küpçü’ye verdiği şu cevabta saklı olmalı; “O’nu bana değil, senin babanın arkasından iş çeviren gammazcılara sor !”
   Evet! Bu cevaba demek ki Demirci Efe değil, O’na Nazilli’den Isparta’ya yön çevirtip Kuva-yı Milliye namıyla şu; ‘Dağda gezen eşkıya ve zeybekler, asker firarileri, vukuat işlemeyip, adaletten kaçanlar, hapishane görmüş mahkûm ve zanlılar, soyguna, vurguna hevesli maceraperestler, karşı ihtilâl hareketlerine karışmış iken af ile devlete iltica edenler, bir nev’i asker alma şeklinde köylerden, kasabalardan toplanan kimseler ve de gerçekten millî ve vatanî duygularla, başka maksat gözetmeksizin mücadeleye atılan gönüllüler’den müteşekkil gayr-i resmi bir Kuvay-ı Milliye Müfrezeleri cemiyetinin arasında yer al ve benim için mücadele et’ diyen Devlet Fahri Küpçü gibi binlercesinin soracakları soruya muhatab idi.
Velâkin, Koskoca Osmanlı’nın hasta yatağına yattığı bir zaman şöyle dursun, İstiklâl Mahkemeleri’nin ülkenin en fâzılları ve âlimlerini ipe sapa gelmez hükümler ve tebliğlerle urganlara dizdiği zamanlarda dahi ne sorulardaki muhakemeyi, ne cevablardaki masumiyeti anlamaya imkân mı vardı ki?
   Netice.. Öncelikle hakkında önemli bir hususu söylememiz gerekirse; Üzerinde büyük bir hassasiyetle kalem oynatılacak Efe zatı, devletin maiyetinde görünmek suretiyle elbette acil kararlara imza atan ve kendi hükmünü sağlamlaştırma cihetini daha esaslı takib eden birisidir. İçinde bulunduğu ve birçok gizli hâtırasını saklı kılan zamanının büyük bir bölümü Kara-Ağac’daki Belediye Hamam’ının arka taraflarında ve hâlen yerli yerinde olan iki katlı tarihî bir evde geçmiştir. O zamanlar Efe’nin; açık kalan karşı mahallerden geçenlere de kurşun attığını söyleyen ilçe eşrafından Hasan Çorak beyefendiyle birlikte aynı evi kolaçan ettik ve Şarkî Kara Ağac üzerine O’nunla kısmî bilgileri paylaştık. Öyle zannediyorumki Demirci Efe’nin nice zaman şekâvet merkezi olarak kullandığı bu evi Şarkî Kara Ağaclı olup da bilmeyen bir hayli hemşehrimiz vardır. Halbuki böyle olmamalıydı. Ya ne olmalıydı? Hattâ ‘Demirci Devrinden’ kalma, şöyle veya böyle bir belirgin izi kitaplardan okumak yerine, ayan beyan ortada görmek mazlum Şarkî Kara Ağaclılar için bir hak olmalıydı.
İşte zamanının ekseriyeti hak ve hukuk tanımazlığıyla geçtiği ve Millî Mücadele’nin zaruretlerinden bir bir sıyrılan ülkenin O’nun ruhundan haberdar olduğu Demirci Efe’ye; Isparta ve Antalya dolaylarındaki vukuatlarına istinaden hakkındaki önemli şikâyetler üzerine Ankara Büyük Millet Meclisi, maiyetiyle birlikte kendisinin Nizâmiye (Resmi ordu) saflarına geçerek çeteliğe son vermesine karar vermiş ve bu karar birkaç defa tebliğ edilmiş, hattâ ‘bir kaç yerde Mevkî Komutanlığı’ teklif edilmişse de, Efe efeliğinden vazgeçmez tavrını sürdürmüştür. Neticede devletin yanından ziyade kabul edildiği Asî ve Bâgî (Serkeş) sınıfına kaydolmuştur. Nihayet bir kısım kuvvetle, Isparta'ya gelen Dâhiliye Vekili Miralay Refet (Bele) Bey komutasındaki piyade, süvari ve topçulardan müteşekkil 8 bin mevcutlu bir Askerî Fırka (Tümen) tarafından 15 Aralık 1920’nin Çarşamba gecesi Efe’nin ikâmeti, İğdecik Köyü ile Yuvaççe Yaylası yöreleri kuşatılmış, böylece kaçan Efe’nin maiyeti dağılmış ve silâhlarına el konulmuştur. Halkın üzerindeki bütün vehimler yerini geleceğe umutla bakışa terketmeye başladığı bu zamanda Refet Bey, Hükümet ve Belediye memurları nezdinde Efe’nin Konağı’nda araştırma yaptırmış ve bulunan 100 bin Osmanlı altını ile 200 bin lira kadar banknot ve daha birçok kıymetli eşyayı zabıt altına aldırıp 16 AraIık 1920’de Ankara'ya göndermiştir. (154)
______________________________________________________________
154-Sabahattin Selek, Anadolu ihtilâli, I. cilt, s. 98


   Acaba bu kadar mülkün içinde mazlum Kara Ağac’ın ne kadar hissesi vardır dersiniz. Gayet düşündürücü. Yine Yalvac İlçesi’nde türeyip Eğirdir ve Şarkî Kara Ağac ilçelerinde bir iki yıl eşkiyalık yaptıktan sonra Vali Surûri Paşa tarafından Akşehir’de yakalanarak Konya hapishanesine gönderilen Örkânazlı Osman Efe’nin ve dahası; Burdur Baladız çiftliği sahibi iken Avşar ve Yenice Köyü’nün verimli arazilerinde de bir çiftlik kurarak Avşar bucağına yerleşen Abdullah Beyoğlu Yılanlıoğlu Tahir Paşa’nın en küçük oğlu Hafız İbrahim Demiralay’ın en büyük kardeşi Salih Bey’in dahi göz diktiği Kara Ağac, sadece eşkıya nesline benzeyenlerle karşılaşmamış, Pepe ve Kürd (!) İbrahim Çavuş gibi Kuvay-ı Milliye ruhunu taşıyanları da tanımıştır.
   O Salih Bey ki; kardeşi Hâfız İbrahim Bey’in kendini vatan savunmasına vermesinin ve Atayurdu toprakları işgâl ile elde etmeye çalışan Yunan’ı yurttan atmak için başını ortaya koymasının tam zıddında, Milli Kurtuluş Hareketi’ne karşı çıkar ve kendini tamamen Sultan Mehmed Reşad Han’ın mücadelesine adar.
   Mustafa Kemal’in karşısında, 1918’de Osmanlı Padişahı olan Sultan 6. Mehmed Reşad Han ile yakın dostluğu bulunan Padişah yanlısı bu Salih Bey, Padişah’tan aldığı cesaretle Avşar başta olmak üzere Yalvac, Şarkî Kara Ağac ve Eğirdir bölgesinde, 1919’larda haksız vergiler alarak vatandaşları inim inim inletir.
   Mersin ve Antalya’dan Anamas yaylasına yazlığa gelen Yörük aşiretlerinin sürülerinden sorgusuz sualsiz haraç keser, rüşvet vermeyenlerin sürülerini Avşar ve Yenice’de hapseder, kendisinden habersiz köylülerin evlenmesine, insanların mal satın alıp satmalarına izin vermez. Ek vergi ve masraf vermeyenlere zulmeder, kısacası kendi otoritesine aykırı hiçbir şeyi yaptırmaz, aldırmaz..
Büyük kardeşi Salih Bey’in hem millî kurtuluşa muhalif oluşuna, hem de bu şekâvete dayalı işlerine önce sessiz kalan İbrahim Hâfız Demiralay, sonra; olaylardan haberdar olunca Isparta Mutasarrıf’ına (Vali) telgraf çeken ve Konya’dan Refet Paşa’yı (Bele) Şarkî Kara Ağac üzerinden Avşar’a gönderen Mustafa Kemal’den, kardeşi Salih Bey ve arkasındakilere gözdağı verilmesi emrini alınca harekât başlar.. Nihayet 2 Ocak 1920’de Avşar’a gelen Refet Bele Paşa, Hâcı İbiş ağanın konağında, Hâfız İbrahim ve Isparta Mutasarrıfı’yla, Şarkî Kara Ağac ve Yalvac müftülerinin de hazır bulunduğu bir toplantı yapar. Böylece, hem Yunan işgâline,hem de kardeş Salih Bey’e karşı Isparta Bölgesi’nde mücadele verecek bir Millî Kurtuluş Ordusu 5 Ocak 1920’de Avşar Bucağı’nda kurulur.
   Dedik ya, Yukarı Dinek’in Harmandar’ından Örkânaz’ın Osman’ına, Avşar’ın Salih’inden Nazilli’nin Demirci Mehmed’ine kadar nice şekâvet ehillerinin göz diktiği Kara Ağac, sadece eşkıya nesline benzeyenlerle karşılaşmamış, Pepe ve İbrahim Çavuş gibi Kuvay-ı Milliye ruhunu taşıyanları da tanımıştır.
   Ama kendisine imtiyaz tanıyan devletini tanımayacak kadar, sonradan Çerkez Ethem’lerin aklına riayetle peşine düşme istidadı gösteren şu; 5 Aralık 1919’da muhteşem bir törenle Isparta’nın kucak açtığı Demirci Mehmet, nihayet 16 Aralık 1920’ye kadar 380 gün bu bölgede sürdürdüğü Efe’lik saltanatını, alıştığı silâh-ı havi bir hayatın cenderesinden kurtulamamış olarak Devlet’inin hizmetine girme şerefini reddetmiş ve Nazilli’sindeki o eski hayatının enka’azları arasında ömür tüketmeyi yeğlemiştir. Ne diyelim. Belki de bu, ya bir ‘etme bulma dünyası’dır, ya da bir Efe’nin halâ sürüp giden ‘eski rüyası’dır.

Çarıksaraylı Hasan Hüseyin Efe ve Gayrisi Efeler
   Vatanın; yedi düvel denilen ahtapotun kollarıyla sarıldığı dönemde birdenbire arasat vaziyetimizden çoğalan efeler içinde zûhur eden Çarıksaraylı Hasan Hüseyin Efe de asker kaçaklarıyla uğraşmak üzre dağlara çıkanlardandır. Çok yiğit ve yiğit olduğu kadar da cesaretiyle mücehhez Efe, oldukça da yakışıklıdır ki bir nev’i bu arz-ı endamlarıyla, şöhreti Aydın’a kadar uzandığından kendisine Demirci Mehmet Efe; “Birlikte Efeliği yürütelim” teklifinde bulunur. Maiyetiyle Demirci’nin yanına giderek bir müddet O’nunla beraberce hareket etseler de Hasan Hüseyin Efe, bu zalim efenin vaziyetine uyum sağlayamaz. Bu durum, Hasan Hüseyin Efe’den istediği tavrı bulamayan Demirci’yi kızdırmaya başlar.
   Nihayet kızgınlığına karısının “Efe dediğin Hasan Hüseyin Efe gibi olur” mırıltıları da karışmaya başlayınca Demirci Efe iyiden iyiye öfkeye kapılır. Neticede Hasan Hüseyin Efe’ye maiyetini toparlayıp Kara Ağac’a dönmek kalır.
   Efe Eğirdir’e geldiğinde Demirci’nin talimatı gereği Eğirdir halkı O’nu önce iyi karşılayıp bir handa misafir ederler. Bir baskınla kendisini öldürecekleri kanaatıyla gece yatağına yastık koyarak kendisini kamufle etse ve ilk başlarda yatağına sıkılan kurşunlardan kurtulup öldürmeye teşebbüsten kurtulsa da Hasan Hüseyin Efe yakayı ele vermekten ve Konya Hapishanesi’ne gönderilmekten kurtulamaz.
   Konya Hapishanesi’ndeki isyanda rol aldığı gerekçesiyle bu defa Niğde Hapishanesi’ne sürgüne gönderilen Hasan Hüseyin Efe yolda bir Çerkez Jandarma tarafından vurularak öldürülür. Her efenin kaderinde kısmî ya da tamamen bulunan tecelli çizgisinde hayatını mematla tamamlayan Efe ile ilgili resmî bir kaynağın mevcut olmaması, hakkında çeşitli rivayetlerin serdedilmesine vesiledir. Hattâ rahmetli Fahri Küpçü’ye; “Aradan altmış sene geçtikten sonra bir kitab yazıyorum diye iki kazânın arasını açmak isteyen Bay Tarık Buğra’ya şimdi iki vazife düşüyor. Bunlardan birisi hemen kitablarının toparlanmasını, bu mümkün olmaz ise gazetesinde bir açıklama yaparak işin aslının aslını yazması.
   İkincisi: Bunu yapmadığı takdirde bir iğneli top bularak vicdanının üzerine koyması” (155) sözlerini söyletecek kadar öfkeye sebeb olsa da işte Hasan Hüseyin Efe bu kadar veya biraz daha uzunca bir gerçeğin ta kendisidir.
____________________________________________________________
155-F.Küpçü, a.g.e, s. 16-17


   Kara Ağac’da, Efeler kalemine alınanlar arasında Hasan Hüseyin Efe’den evvel türemiş, fakat Kızıldağ, Anamas yahud Sultan dağlarında şekavete çıkmamışlardan Suvarlı Sarı Efe ile yine köylüsü Ramazan Efe, Örkenâzlı Derviş Ahmet Efe, Kösnüklü Osman Efe, Senitbelli Kara Mehmet Efe, Nedim Efe, Pepe, Kürd İbrahim ve Kel Ahmet Efe gibi bir hayli isim mevcuttur. Ki bunlar, içinde sanatı kendi nefsine Tüfenk tutmak ve Fişek atmak olanından vatanın mukadderatına ıslah getirecek olanına kadar hayli karma bir isim listeine tâbidirler.

Birkaç mühim not
   1861’de daha önce Kır Serdarı’nın hizmet verdiği 8 derbende (Karakol) Atlı ve yaya jandarmalar verilmiş ve Kır Serdarı kullanılmaktan vazgeçilmiştir.
   Eski mutasarrıf Cemal Bey'in, elektrik elde etmek üzere, getirttiği türbin ve dinamo, Uncu Vasili'nin un fabrikasına kurulmuş ve işlemeye başlamıştır.
   Bu makinelerin her eve ve câmilere elektrik verecek güçte olmadığı anlaşıldığından, sadece istiyen evlere tel çekmek suretiyle, elektrikle aydınlatılmaya geçildiği ve Isparta’ya ilk elektriğin geldiği tarih de 1917’dir. (156)
Her türlü Ecnebi mallarını ve mamûllerini kullanmak, Avrupa Medeniyeti’ne girişimizin bir alâmeti sayıldığı tarihlerden olan 1860’da Isparta’ya, dolayısıyla Şarkî Kara Ağac’a da ilk defa sigara illeti de girmiştir. (157)
   H.1324/M.1908 yılında Isparta Milletvekili Böcüzâde Süleyman Sami Efendi, Konya’ya Kazâ olarak bağlanmışbulunan Isparta’nın Müstakil Sancak yapılması hususunda TBMM’ne bir Lâyiha (Tasarı: Düşünülen bir şeyin yazı hâline getirilmesi) vermiştir.
   H.1307/M.1891’de Hamid Sancağı’na bağlı Isparta Kaza’sının adı ‘Hamidâbâd’ olarak değiştirilmiştir.
___________________________________________________________
156-Böcüzâde Süleyman Sami, a.g.e, s. 267
157-Böcüzâde Süleyman Sami, a.g.e, s. 133


XI. BÖLÜM

1839’a Göre Kara Ağac’ın Din Adamları ve Önemli Şahsiyetleri

   1939 yılı itibariyle Hâcı Şaban Ağa’nın Kazâ Müdürü (Müdür-i Kazâ) olarak gösterildiği Kara Ağac’ın mahallelerinden Câmi-i Kebir’de 17, Ulvî’de 19, Vasatî’de 6 ve Alucuklar’da da 2 adet din adamı mevcuttur. Müftüler Mehmed Na’im Efendi ve Sâbık Müftü Ahmed Rüşdü Efendiler, Kethüda ise Hasan Efendi’dir.
   23 Molla’nın bulunduğu kazânın müderrisleri Mustafa Efendi, Veli Efendi, Mehmed Emîn Efendi ve Hâfız Ahmed Efendi’dir. Askerleri ise Körhâfızoğlu Mehmed veledi Binbaşı Süleyman ve Mensure Binbaşısı Muhammed Ağa’dır.
   Hâcıhâfızoğlu Molla Mustafa’nın Hatib’lik görevini yürüttüğü Kara Ağac’ın Kazâ Müdürü Câmi-i Kebir’de, Kazâ Müftüsü Vasatî’de, iki müderris Câmi-i Kebir’de, iki müderris de Ulvî’de oturmaktadır. Yine kazânın tek hekimi Mustafa da Ulvî’dedir. Kazâ ve kazâya tâbi diğer yerleşim yerlerindeki din adamları şöyledir:
   Câmi-i Kebir’de: Talebeden Hâfız İsmail, Müderris Mustafa Efendi, Müderris Veli Efendi, Kethüda Molla Hasan, Hatib Molla Mehmed, Mekteb hevacesi Molla Mehmed, Hâcı Osman veledi Molla Mustafa, Hasan veledi Molla Murad, Donarşalı Molla Mahmud, Büyük Molla Ali, Kalelioğlu Gedik Ali veledi Molla Osman, Silleli Hâcı İsmail veledi Molla Mustafa, Canbuloğlu Molla Hüseyin, Arıkoğlu Molla Memiş, Körhâfızoğlu Mehmed veledi Binbaşı Süleyman, Silleli Hâcı İsmâ’îl veledi Molla Mustafa, Talebeden Manarğalı Molla Hüseyin.
   Ulvî’de: Müftü Mehmed Na’im Efendi, Molla Osmân, Sâbık Müftü Ahmed Rüşdüefendi, Hatib
Mehmed Efendi, Müftüzâde Mehmed Emîn Efendi veled-i Ahmed Rüşdi Efendi, Hatib-i sâni Mustafa, Hekim Mustafa, Hutabadan Yahya, Hatıb-ı Kebir Ahmed, Molla Veli, Mescid İmamı Hasan Hüseyin, Molla Memiş, Sâbık Müftü Ahmed Rüştüefendioğlu Müderris Mehmed Emin Efendi, İmam gürûhundan Büyük Molla Ali, İmam Büyük Molla Ali oğlu Molla Mehmed, Hâcıhâfızoğlu Hatib Molla Mustafa, Hâcıhâfızoğlu Hatib Molla Mustafa veledi Molla Ali, Hâfız Ahmed veledi Müderris Hâfız Ahmed Efendilerle Molla gürûhundan da Yörük Osman Efendi.
   Vasatî’de: Hatib Mehmed Efendi, Molla Mevlüd, Mensure Binbaşısı Muhammed Ağa, Okkaoğlu Molla Ramazan, Mescid İmamı Molla Mevlüd, Cedidoğlu Molla Hüseyin, Talebe imam Çolak Molla Mahmud.
Çarık Saray Alucuklar’da: Molla İsmâ’îl, Talebe İmam Çolak Molla Mahmud.
Çarık Saray Çukur’da: Kethüda Mustafa.
Çarık Saray Bölükler’de: Müderrisden İmam,
Çarık Saray Ulu’da: İmam Molla Mustafa, Osmân Kethüda, İmam Molla Hüseyin, Ali Molla. Süleymânefendi, Güzel veledi Hâcı Molla Abdurrahman, Molla Mehmed, Molla Halil, Koca Mehmed veledi Molla Süleymân, Ali Molla Süleymân, Ahmed veledi, Molla Süleymân.
Karyelerden Nudra’da Hasanoğlu Molla Mustafa iken diğerlerinde de şöyle:
Karye-i Salur’da: Molla Ömer.
Karye-i Süvar’da: İmam Molla Hüseyin, Molla Süleymân.
Karye-i Viran’da: Molla Mehmed.
Karye-i Köprü’de: Köprülü Molla.
Karye-i Ördekçi’de: İmam Molla Abdurrahman.
Karye-i Çeltek’de: İmam Karahatib Efendi.
Karye-i Belciğez’de: Cami-i Şerif Hatibi Hasan.
Karye-i Ördekçi’de: İmam Cafer Efendi, Hatib Abdurrahman Efendi.
Karye-i Bey’de: Hatib Veliddin,Molla Ali.
Karye-i Ulvîdinek (Yukarı Dinek)’de: Molla Mustafa.
Karye- i Arak’da: Molla Ömer, Molla Mahmud, Molla Hasan, Hamzaalioğlu Molla İsmâ’îl, Yörük Molla, Osmân, Molla Yahya.
Karye-i Bey’de: Hatib Veliddin.

Konya Vilâyeti Sâl-nâmelerine Göre Kara Ağac’ın Din Adamları Müftüleri ve Önemli Şahsiyetleri
Kara Ağac’da nâhiyelikten kazâlığa geçtikten sonraki dönemlerde vazife alan müftülere Konya Vilâyeti Sâl-Nâmeleri’ne baktığımızda ilk olarak 1872’de Mefalis Muhammed Efendi’yi görüyoruz. Daha sonra da Miladî 1874’de Müfetdis Hâcı Rağıb Efendi görev alıyor ve Hâcı Rağıb Efendi’nin bu hizmeti 1877, 1878, 1879, 1882 ve 1883’ten 1885 yıllarına kadar devam ediyor ki diğer anlamda Hâcı Rağıb Efendi Kazâ Kara Ağac’da ilk müftülüğünde tam 11 yıl müftülük yapıyor. 1885’ten 1887’e kadar da Hâcı Said Efendi’nin müftü olduğu ilçede tekrar 1887’den 1895’e kadar yine Hâcı Rağıb Efendi’yi müftü olarak görüyoruz. 1896’da ise Ahmed Rüşdi Efendi Müftülük görevini üstlenirken 1899’da Salih Efendi müderrislik, 1913’te de Hâcı Muhammed Said Efendi de Müftülük görevine getiriliyorlar. Fakat İlçe Müftülüğü’nce hazırlanan listede Ahmed Efendi (Bilgiç), İcazetli olarak 04.09.1910’dan itibaren Müftü olarak görünmektedir. Halbuki Sâl-Nâmelerde 1910’dan daha sonraya tekabül eden tarihlerden 1912’de de Hâcı Mehmed Said Efendi müftüdür. Kara Ağac’da 1868 öncesinden de müftülük müessesesi bulunmaktadır ki, 1839 öncesi Müftü olarak yine Ahmed Na’im Efendi’yi görüyoruz. Konya Vilâyeti Sâl-Nâmeleri’nin (yıllıklar) ilk tutulduğu 1868’de, yani nâhiyelikten kazâlığa geçişten sonra da Kara Ağac’ın ilk müftüsü yine Ahmed Na’im Efendi’dir.

1831-1944 Arası Kazâ Müftüleri

Sıra

Adı ve Soyadı

Görevi

01

Ahmed Na’im Efendi

1839 öncesi (N.S.)

02

Ahmed Na’im Efendi

1839 (Nüfus Sayımı)

03

Muhammed Efendi

1872

04

Hâcı Rağıb Efendi

1874-1895

05

Ahmed Rüşdi Efendi

1896

06

Hâcı Mehmed Said Ef.

1912


    Bugün ilçe müftülüğünce hazırlanan tabloda ise ilkler sıralamasında üç Bilgiç soyadlı Müftüler’den ikisi yer alıyorlar.
   Buna göre Ahmed Efendi (Bilgiç) İcazetli olarak 04.09.1910 (Halbuki bu tarihlerde Hâcı Mehmed Said Efendi müftüdür) ilâ 11.01.1939 tarihlerinde, Mehmed Sâdık Bilgiç de 29.09.1939 ilâ 12.07.1960 tarihleri arasında ikinci Müftü olarak görünüyorlar. Sonra Zühtü Yağmur da 1961-1966 yılları arasında üçüncü müftü olarak görev alıyorlar. Daha sonra da 4. Müftü Mehmet Bilgiç’in 1966-1971 arası müftülüğüyle devam eden hizmet serisinde yer alanlar, aşağıdaki listede de görüldüğü üzre; Bekir Öğe, Nihat Gültekin, Mustafa Bedir, Sami Tunç, Mustafa Hakkı Özer, Vekâleten Ahmet Fener, Ahmet Uygun, Ahmed Kardaş, Mustafa Tekin, Seyfettin Kocaoğlu ve 2011 yılıi tibariyle de Mehmet Atay’dır.
   Rahmetli Fahri Küpçü ise bu konuda; “Bize Hacı Azimzade Rüştü Efendi’nin naklettiğine göre şu atlar Kara Ağac’da müftülük yapmışlardır” diyerek şöyle bir listeye işaret ediyor: (158)
Hacı Mehmet Efendi: (Muhammed-ül Emin-Vefatı-1321 Kabri Kale’de.) Bu zat Konya’nın Sille
Köyü’nden olduğu için kendisine Silleli Hacı Mehmet Efendi de derlermiş.
Koca Rüştü Efendi: Bu zat Hacı Mehmet Efendi’nin oğludur.
Hacı Ragıp Efendi: Bu zat Koca Rüştü Efendi’nin oğludur. (Kabri Kale’de)
Naim Efendi: Bu zat da Koca Rüştü’nün oğludur. (Kabri Kale’de)
Hacı Mehmet Takiyyüttin Efendi: Bu zat Sait Köksal’ın dedesidir.
Hacı Sait Efendi: Bu zat Sait Bey’in babasıdır.
Hacı Ahmet Efendi: Bu zat Hacı Emin Efendi’nin oğludur.
Sadık Efendi: Bu zat Sayın Sadettin Bilgiç’in babasıdır.
Zühtü Efendi: Bu zat Müezzinzâdelerden Kadir Efendi’nin oğludur.
___________________________________________________________
158-Fahri Küpçü, a.g.e. s. 106

               Cumhuriyet Dönemi Müftüler

Adı Soyadı

Doğum Yeri/Tarihi       

  Tahsili                  

Görev Tarihleri 

Ahmed Efendi (Bilgiç)

Şarkikaraağaç-1862

İcazetli

04.09.1910/11.01.1939

Mehmed Sâdık Bilgiç  

Şarkikaraağaç-1893

İcazetli

29.09.1939/12.07.1960

Zühtü Yağmur

Şarkikaraağaç-1883

Medrese

16.01.1961/09.02.1966

Mehmet Bilgiç

Karaman-1941

İmam Hatib

10.02.1966/12.10.1971

Bekir Öğe

Yeşilhisar-1934

İmam Hatib

05.01.1972/01.09.1972

Nihat Gültekin

Yalvaç-1939

İmam Hatib

16.04.1973/14.02.1977

Mustafa Bedir

Senirkent-1944

Yük. İslâm Ens.

05.04.1977/17.07.1979

Sami Tunç

Doğanhisar-1948

Yük. İsl. Ens.

09.09.1979/18.08.1980

Mustafa Hakkı Özer  

Yalvaç-1949

Yük. İsl. Ens.

06.11.1980/14.10.1983

Ahmet Fener (Vekil)    

Gülnar-1956

Yük. İsl. Ens.

14.03.1984/26.08.1986

Ahmet Urgun

Selçuklu-1956

Yük. İsl. Ens.

27.08.1986/03.02.1993

Ahmet Kardaş

Şuhut-1960

İlahiyat Fak.

03.04.199307.08.1996

Mustafa Tekin

Hınıs-1962

İlahiyat Fak.

27.08.199625.05.2002

Seyfettin Kocaoğlu   

Kastamonu-1956

İlahiyat Fak

14.08.200220.10.2011

Mehmet Atay

Seydişehir-1974

İ.Fk. Y. Lisans

05.12.2011/..















1522 Tarihi İtibariyle Kara Ağac Bölgesi Önemli Şahsiyetleri

   Neâ Polis’in zamanla Kara Ağac namını aldığı birkaç asırlık süre içinde Osmanlı Arşivleri’ne göre hem Kara Ağac merkezli, hem de yakın bölgelerindeki önemli şahsiyetleri iki kısımda görünüyor. Birincisinde Devlethân; Bey, İshak ve Fazlullah; Paşa, Lûtfullah; Ağa ve Sarı Seydi de Hamid İl Yazıcısı olarak kayıdlarda yerlerini alırlarken kendisinde Manevî Önderler mahiyetli simalardan başta ilçe halkımızın gayet iyi âşinası olan Şeyh Menteş ve Sökük Sayan Baba, bağlı olduğu civarı kazâ Yalvac’da da Şeyh Mukbil, Şeyh Emir Ahmed, Şeyh Ahmed Evlâdı, Mevlâna Ali Evlâdı, Mustafa veled-i Karzat (Kozan), Saru Danişmend Evlâdı, Muhyiddin Semerkandî Evlâdı, Şeyh Sagir, Hızır İlyas ve Hz. Rasûl yaşamışlardır.
    Bu isimlere ilk defa H. 937 (1530) yılında rastlıyoruz. Haklarındaki bilgiler ise Muhasebe-i Vilâyeti Anadolu Defteri’nin 319. sayfasından 327. sayfaya kadarki bölümde yer almaktadır. 1522’li yıllardaki Hamid Livâsı’nın kayıdlarını tutan İl Yazıcısı Sarı Seydi ile namı Sökük Sayan Baba (*) olan kişiler de soy kütükleri aranacaklar ve itibar edilecekler listesindedirler.
   Nâhiye dönemi Kara Ağac’ın büyük mezarlığında Şeyh Menteş’in yanısıra Erzâde adında bir zat da medfundur. Şeyh Menteş'in kârgir kubbeli bir türbesi ve 1530 evkafında kayıtlı zâviyesi vardır. Hakkında da net bilgiler mevcut olan Şeyh Menteş'in türbesi pek eski ve Selçuklular devrine ait olduğundan soyundan pekçok bilgin yetiştiği muhakkaktır. Kendi adıyla namlı bir kabristanın Yatır denilen Dede’si olan Şeyh Menteş Kara Ağac’da Sökük Sayan Baba gibi en eski manevî önderlerin ilklerindendir. 1930’lu yıllarda türbesinin de bulunduğu kabristanı kaldırıldıktan takribi 15-20 yıl sonra da kazânın Sebze Pazarı’nın Kuzey Batı alanındaki türbesi de kaldırılmış ve yerine zamanla dükkânlar kondurulmuştur.
Şayed Şeyh Menteş’in mezarlığı da, türbesi de gereken alâkaya mazhar olabilseydi ve ziyadesiyle muhafaza edilebilseydi, bugün sadece adı bilinmekle kalmayacak, bir manâ ikliminin temsilcisi, bir Horasan eri, bir Ahmed Yesevî asrının hemhâli ve hattâ rivayetler doğruysa müridleri bulunan Kara Ağac, O’ ve O’nun gibileriyle bilinen ve görünen ölçülerde şereflendirilmiş olacaktı. Öyle olmamış, bu 1522’lerin değerli zatını biz bugün sadece Arşivlerde Kara Ağac’ın önemli siması olarak Osmanlı Arşivleri’nin Kişi ve Cemâ’at Adları Dizi’nlerinde okumaya mecbur edilmişiz, ama ne yazık ki bunu da okumakta maharet gösterememişiz. Evet.. Şeyh Menteş, Sökük Sayan Baba, Hamid İl Yazıcısı ünvanıyla Kara Ağac’ın siması olan Sarı Seydi tam 6 asırlık bir evveliyatımızın ehemmiyet-i haiz Kara Ağaclı’larıdırlar. Kara Ağac, ayrıca 33. sayfada da belirttiğimiz üzre; ‘Ispartalı Ahî Süleoğlu Ahî Şeyh tarafından kaydedilen ve Şarkî Kara Ağaclı Hatiboğlu sanıyla anılan Ahî Mehmed’in oğlu Ahî Mahmud’a verilmiş olan Ahî İcazetnamesi’nin bulunduğu bir kasaba oluşu hasebiyle aynı zamanda güçlü bir Ahî teşkilâtının da mekânıdır. Kara Ağac ve karyelerindeki Ahî sıfatlı isimler bu kasabanın ilmen gelişmiş yönünü bize apaçık gösteriyor.
   Kara Ağac’da namına, kaybolan türbesinin yanısıra mezarlığı da bulunan Şeyh Menteş hakkında yine Küpçüzâde Fahri Küpçü bize önemli notlar bırakıyor. Diyor ki; ‘Altmış yaşında olanlar, şimdiki sebze pazarının mezarlık olduğunu ve adına da Şeyh Menteş Mezarlığı dendiğini hatırlarlar. Bu mezarlığa Şeyh Menteş denmesinin sebebi; mezarlığın kuzey-batı köşesinde ve Şerif Efendiler’in evinin önündeki bir türbenin ebedi misafirinin adından ötürü idi. Bu mütevazi türbe galiba Horasanî bir harçla yapılmıştı. Türbenin içerisinde sekiz yaşındaki bir çocuğun boyundan daha yüksek bir mezar vardı ve mezarın üzerinde yeşim bir örtü bulunurdu. Bu türbenin misafiri, bir mezarlığa ve bir mahalleye adının konmasına vesile olacak kadar büyük bir adam olmalıdır.’ (159)
_________________________________________________
(*) R. Topraklı, Değişen Coğrafya ve Miryokefalon Savaşı isimli eserinde Sökük-sayan Baba’yı, ‘Sûnük-sayan Baba’ yani ‘kemik sayan baba’ şeklinde işlemiş, ayrıca ‘1530 Muh. Def. Sökük Sayan veya Sıyan diye bahsi geçen zatın, Böcüzade ve Fahri Küpcü’de anlatılan Şeyh Menteş olmalı’ şeklinde bir de farklı yorumda bulunmuştur.
159-Fahri Küpçü, a.g.e. s. 103

   Evet.. Şu hususiyet çok önemlidir ki; Kara Ağac bugün, kaybolan değerlerini var olan değerli bilim adamlarıyla yeniden kazanma yolunda elzem bir çalışma yapmak, böylece hiçbir esere sahib olmayan kazâyı ihya ederek adını mümkün mertebe duyurmak ihtiyacındadır.
   Şeyh Menteş’le birlikte yedi Dede’lerden (Eren) olan Pürçüklü Dede Alcıklar Mahallesi’nden bugünkü Isparta-Konya yoluna çıkılan kavşak üzerindedir. Eskiden ise Alcıklar Mezarlığı’nın ana giriş kapısının bulunduğu Kuzey Batı köşesinde asırlık bir ulu söğüd ağacının gölgesinde iken bu mezarlığın TMO ve Jandarma Komutanlığı’na tahsis edilmesiyle bu mezardan ayrı TMO’nun    Güney Batı köşe tarafında ve takribi 100 m2’lik bir sahada varlığını korumaktadır.
Karaca Dede, Ağalar Kabristanı’nın Beyköy Yolu cephesi ortasındaki kapıya yakın Keramedli Mustafa Efendi’nin kabrine bitişik vaziyette.. ‘hafif bir hafriyatla kabir temelinin kesme taşlarının ve toprağa gömülü diğer kısımlarının hemencecik anlaşılabilen bir şekilde’ görünmektedir. Özgümüş, Karaca Dede’nin türbesinin de aynen Şeyh Menteş gibi 1930’lu yıllarda aynı kaderi paylaştığına ve yerini yurdunu bilenin kalmadığına dikkat çekmektedir. Öyleki mâzisi 6-7 asra dayanan bir Şeyh’e, sanki ‘ancak bu kadar dayanabildik’ sıfatımızla O’nun maneviyat değerlerini vurduğumuz kazmalar, salladığımız küreklerle yoketmişiz.
Eren Dede’nin kabri ise Kızıldağ’ın büyük sivrisinin batısında uzanan sırtın başlangıcındadır.
   Adı; türbesinin ayakucuna ülüklü bir ibrikle hergün taze suyu doldulup konulduğu ve bu suyun eksildiği ıssız gece vakitlerinde de tan tan diye ayak sesleri ve benzer sesler duyuduğu için Tan Tan Dede’ye çıkan zatın türbesi de eskiden Hamam Sokağı’nın başında ve Şehir Hamamı’na nazır ahşab bir evin yanında idi.
   Namı, şifa dağıttığından Şifa Dede’ye çıkan zatın türbesinin yanındaki serenli kuyudan ardıç kovalarıyla sabah ezanlarında çekilen suyun, sıtmalı zamanlarda insanlara şifalı geldiği ifade edilmektedir. Daha sonra bundan dolayı bu zata Sıtma Dede namı da yaftalanmıştır.
   Ve Arab Dede de Suvar yolu üzerindeki aynı karye namlı Köprü yakınında kabri bulunan bir zattır. Bulunduğu yer zamanında küçük bir yerleşim yeri imiş. Bu küçük yerleşim yerinden maksat muhakkak ki burasının bir Suvar mezra’ası olması yönündedir. (160)
_________________________________________________
160-İsmaill Özgümüş, Şarkikaraağaç ve Şarkikaraağaçlılar Albümü Hazırlık Kitabı, Ankara 2014, s. 58-61

   Bütün dede, eren, ûlema, baba ve şeyhlerin bazen hakikat, bazen de rivayetlerine bakıldığında ortaya iki gerçek çıkıyor; Birincisi, onlar varlıkları sabid birer önemli simalar. İkincisi ise varlıklarının hangi istikâmette, ne zaman ve nasıl değerlendirilmesi hususu cevabsız bırakılanlar. Evet.. Kara Ağac; her ne kadar manâ ikliminden ve kutsallıktan isim alsa da değerlerine ehemmiyetle sarılmak konusunda hep sırt dönülen bir mekân olarak karşımıza çıkmaktadır. Ki bu kısırlı ve küsûrlu durum bugün bağrından çıkan gayretli kalemlerin sayesinde sevindirici bir hâle hızla dönüşmeye başlamıştır. En başta mezarlıklar konusunu araştıran değerli yazarımız Emekli Albay İsmail Özgümüş destekten mahrum, kendi imkânlarıyla ve mütevazi teksirden kitablarıyla Kara Ağac’ın ne güzel bir hâdimi olduğunu isbad eylemiştir.

Şarkî Kara Ağac’ın Kaybolan ve Varolan Tarih ve Kültür Değerleri
   Câmi-i Kebir: Bugün ilçenin en merkezî noktasında bulunan câmi, III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Ömer Bin Ali tarafından yaptırılmış ilk Selçuklu eseridir. Böcüzâde hem Câmi-i Kebir, hem de Fatih Sultan Mehmed Câmii hakkında şöyle der: “Cevami-i şerife-i mezkurenin Câmii Kebir ittihaz edilen en büyük Fatih Sultan Mehmed Câmi-i Şerifi’'dir ki duvarında ki yazılı taşlardan ve mahallince olan kuyudat-ı atikadan anlaşıldığına göre bidayetten 680 (1282) tarih-i hicrisinde selatin-i Selçuki'den Alâaddin Keykubat bin Feramuz tarafından bina ve inşaa olunduktan sonra mürur-ı zamanla harablaşıp H.860 (1456) tarihinde Ebulfeth ve'l-Mağazi Cennet mekân Sultan Mehmed Han-ı Gâzi Hazretleri canibinden tevsian ve tamiran tekrar ihya olunmasıyla ol zaman Fatih Sultan Mehmed Han Câmii tevsim olunmuştur. İki minareli Câmi-i Hacı Emin Efendi Hoca Medresesi derunundadır.” Fatih Sultan Mehmed Câmii: Yine Selçuklular’ın yadigârı bir eser olup kazadaki tarihî değerli câmilerin en büyüğüdür. Duvarındaki yazılı taşlardan ve mahallindeki eski kayıdlardan anlaşıldığına göre, ilk defa hicri 680, milâdî 1282 tarihinde, Selçuklu sultanlarından (Feramûz oğlu III. Alâeddin Keykubat) tarafından bina ve inşa’a edilmiş, daha sonra zamanla harablaştığından 1456 tarihinde Fatih Sultan Mehmed Han’ın emriyle yenilenmiştir. Devrinde üzeri ahşap dam ve duvarları kârgir olan câminin minaresi de kârgirdir.
   Bu câmi 1786 tarihinde tekrar tamir edilmiş ve bu tamire ait kitâbe câminin mihrap tarafına konulmuştur. Câmi yine 1971 tarihlerinde de yenilendiğinden tarihin eserini vermemektedir. Fatih Sultan Mehmed Câmii veya Alcıklar Câmii olarak telâffuz edilen eserin yanısıra Fatih Han namına bir de (Alcıklar’da) çeşme yaptırmış ve Ulu Câmi’yi de tamir ettirmiştir.
Böcüzâde, kazâ merkezine bağlı Tutarşa (Tunâ-Şâh olacak), Irak (Arak olacak) ve Köprü köylerinde de Fatih Sultan Mehmed adını taşıyan birer câminin mevcut olduğundan bahseder. Eserinde ayrıca ‘Şarkikaraağaç'taki Tarihi Câmiler ve Medreseler’ başlığı altında; “İlçe merkezinde, üçü minareli 9 cami, 6 medrese, 1 kütüphane, 8 çeşme, 1 hamam, 186 dükkânlı bir çarşı, 13 kahvehane, 21 değirmen, 8 dokuma tezgâhı, 1 Rüşdiye mektebi, 26 sıbyan mektebi vardır” şeklinde bir bilgiye yer verirken bizim dikkatimizi çeken tek husus BOA’nın 1522 Tarihli ve ‘Evkâf-i Kazâ-i Yalvac ma‘a Nâhiye-i Kara Ağac’ başlıklı bölümünde ta 16. asırda dâhi Şarkî Kara Ağac’da 1 hamam yerine 3 hamamın bulunduğudur. (161)
Yukarı Çarşı (Kürd) Câmii: Selçuklular’dan kalma bu eser yine Böcüzâde’ye göre üçüncü câmiidir ve: “Hükümet Konağı karşısındaki Alaca Mescid yerine bir Kürd tarafından müceddeden ve tevsian yapılıp adına Kürd Câmii (Yeni Câmi) dedikleri Câmi-i Şerif’tir.” (162)
________________________________________________
161-Böcüzâde Süleyman Sami, a.g.e, s. 77
162-Böcüzâde Süleyman Sami, a.g.e, s. 48

Kale Câmii: İlçedeki bir diğeri de Kale Mahallesi câmiidir ki kitabesindeki; "Bu câmi-i Cedid sahibi hayrad vel hasenad El Hac'ül Hasan Ağa 1157" notuna göre sahibi de mezkûr zattır.
Tahta Minare: Hem beylikler, hem de Osmanlı devrinde bazı mahallerde de görülen Tahta Minare’den bir örnek de Kara Ağac’da Hamidoğulları hâtırasıdır. Fakat bu minareler zamanla, özellikle Mimar Sinan’ın bir çok muazzam eserlerinin gölgesinde ihtişamsız kalmıştır.
Bunların dışında bir de, Kanuni dönemine ait 1530 Tarihli Muhasebe-i Vilâyeti Anadolu Defteri’nde Kara Ağac Câmii namında bir ibadethane kayda alınmıştır.

Kara Ağac Mescid ve Medreseleri
   Kara Ağac Medreseleri denilince akla gelenleri sayacak olursak elbette Zekeriya Paşa Mescid-i ve Medresesi en başta gelir. Zira Kara Ağac’ın kadim isminde O’nun telkin ve tavsiyesi okunur. Fakat bu hususu Kara Ağaclı halk hep tersinden okumuştur. Bu hususta bizim malûm görüşlerimiz bu eseri iyi okuma zahmetinde bulunanlar için sayfalarında mevcuttur. Şimdi diğer medreselere bakalım..
Zekeriyya Paşa Mescidi: Şarkî Kara Ağac tarihi boyunca çok değerli âlim ve din adamı yetiştirmiştir ki bunların ilmî ve dinî tahsil menbaalarından birisi mescidlerdir. Dolayısıyla nâhiyede mescidler önem-i haiz durumundadırlar ki bunlardan birisi de Zekeriyya Paşa Mescidi’dir. Kitabe tarihi Hicri 759 (M.1358) olup, M.1233 tarihli bir beratta Evkafı Mülhakadan olduğu yazılan ve Zekeriyya bini Yusuf Câmisi diye kaydedilen (Ün Dergisi) bu mescid 1936’lı yıllarda, -işin doğrusunu söylemek gerekirse tam da ülkede din alanında tahakkümlerin sürdüğü devirde- çok lüzumlu (!) olarak Halkevi hizmetine açılmış, daha sonra da bugünkü Halk Kütüphanesi vaziyetine getirilmiştir. Bu medrese Câmi-i Kebir’in 300 metre güneyinde ve Zekeriya Paşa Mescidi’ne bitişik nizâmdaydı. Keramedli Mustafa Efendi’den son müderris Sürmelizâde Hüseyin Avni Efendi’ye kadar önemli müderrislerle ilim merkezî vazifesi gören medrese, şayet o günlerde geniş arazileri bulunan Kara Ağac’da Halkevi yahud da Kütüphane açma fikirleriyle yıkılmayıp koruma altına alınabilseydi bugün ilçede gözle görülür ve elle tutulur bir manâ mekânı yönünde olurdu. Bu bakımdan mevzuuya ‘neyse!.’ gibi bir ifadeyi yakıştırarak dönelim; ‘Kara Ağac adına sosyal manâda önemli notlarını eser olarak yeni nesillere bırakan Rahmetli Fahri Küpçü’nün bu Mescid’le ilgili önemli tesbid ve teyidleri vardır” diyelim ve mevzuuyu O’ndan dinleyelim..
   “Yine bize nakil edildiğine göre; Bir gün bir atın ayağının toprağa göçmesi üzerine, atın ayağının göçtüğü yer kazılmış ve altından eski bir hamam harabesi çıkmış. Zekeriyya Paşa bu hamamı tamir ettirmiş, bir de mescid yaptırmış. Elli yaşında olan Karaağaçlılar, şimdiki Çocuk Kütüphanesi’nin bulunduğu yerdeki Zekeriyya Paşa Mescidi diye anılan bu şirin ve güzel mescidi hatırlarlar. Usta hattatların çok güzel yazılarla süsledikleri bu mescidin çocuklar tarafından en hoşa giden tarafı pencerelerinin üst kısmındaki müselles şeklinde birbirine raptedilmiş renkli camları idi. Filhakika; kıble tarafındaki renkli camlardan içeriye süzülen rengârenk güneşin mesciddeki güzel halılar üzerine serilişi çok âhenkli olurdu. Bu hâl, çocukların bu mescide gelmelerini sağlardı. Çocukların bu mescide gelmelerini temin eden ikinci sebep de; mescide girerken sol taraftaki zarif ve çıkılması diğer minarelerden kolay olan tahta minaresi idi. 1936 yıllarında halkevi yapılacağı zaman, bu mescid ve minareye bir zararı olur korkusu ile belediye reisi dahil hiçbir Karaağaçlı, Halkevi’nin buraya yapılmasına rıza göstermedikleri hâlde, o devrin Isparta valisi olan Fevzi Daldal'ın inat ve ısrarı üzerine bu güzel mescid ve minare yıkılmış ve halkevi buraya yapılmıştır. Aynı zamanda Halk Partisi Başkanı olan Vali’nin, mescid ve minareyi yıktırmak istemeyen Belediye Reisine şu unutulmaz sözleri söylediği bilinmektedir: “Sen kazmayı buraya vurmaz isen ben senin başına vururum.” Mescidin ön tarafında, ta Selçuklular’dan kaldığı söylenen küçük bir kabristan vardı ve adına Paşa Mezarlığı denirdi. Hafızamız bizi yanıltmıyorsa, bu kabristanın eski duvarları yıkılıp şimdiki ihate duvarları yapılırken, kıble tarafındaki duvarın temelinden çok güzel iki lâhit çıkmıştı. Biri kadın, biri erkek olduğu hatırımda kalan bu iki lâhidin Selçuklular’a ait olduğu söylenmişti. Fakat ben kimlere ait olduğunu hatırlayamıyorum.”(163)
______________________________________________________________
163-Fahri Küpçü, Karaağaç, s. 128-130


   Evet, hatırlayamamak. Esasen Şarkî Kara Ağac’la ilgili öylesine çok hatırlayamadıklarımız var ki, tarihin hâfızasında saklı bulunuyor.
   Kara Ağac Nâhiyesi’nde tarihi çok eskiye dayanan mescidleri Vakıf Mescidleri olarak 1522’lerde nâhiye karyelerinin 28’inde görüyoruz. Ekseri imamların tasarrufundaki bu mescitlere gelir olarak ayrılan tarlalara sipahilerin karışmaması yönünde de bir şöyle bir kayıd mevcuttur: “Vakfı mescid-i imam tasarruf itdüği elli dönüm yerdir mahsulatına sipahi dahletmeye veya mahsulatına sipahi hasılatına eimme mutasarrıf olalar.
Ahmed Rüşdü Efendi Medresesi: Bugün varlığını göremediğimiz medresenin varlık devrinde müteaddid hücreleri, bir dershanesi ve bir de mescidi bulunmaktaydı. Medresenin adını aldığı Rüşdü Efendi, III. Selim zamanında (1761-1808) yaşamış olan ve İstanbul'dan Şarkî Kara Ağac’a gelerek medresesini kuran kişidir. Birkaç eser yazarak 1873 tarihinde yayınlatan Rüşdü Efendi, Veba'da Karantina'nın vacip olduğunu isbatlayan ve Karantina Risalesi isimli eseri de yazan bir âlimdir. Hüseyin Avni Paşa'nın Hocası Şarkî Kara Ağaclı Halil Efendi ile Süleymân ve Hoca İsmâ’îl Efendiler, Rüşdü Efendi’nin öğrencilerindendir. Bunlar Rüşdü Efendi’nin ölümünden sonra yerine geçmişler ve medrese hocalıklarını 1873 yılına kadar devam ettirmişlerdir.
Takiyyüddin Efendi medresesi: Gebelek Evlâdı evkafına ait olan medrese Hâcı Eyüb zâde Hâcı Mehmed Takiyyüddin Efendi’ye has bir medrese olub Müderrisi Müftü Na’im Efendi’dir. Yerleşim alanı ise Kale Mahallesi mevkii’ne deng gelen Konya Yolu güzergâhı üzerinde idi.
Süleymân Efendi Medresesi: Yine Kale Mahallesi’nde bulunan Medrese de Gebelek Evlâdı evkafından olub Hâcı Mehmed Takiyyüddin Efendi Medresesi’yle bitişik nizâm konumunda idi.
   Malazgirt Meydan Muharebesi sonrasında Türkmenler’in Anadolu’ya geldikleri bölgelerden Dağıstan yöresinden Kara Ağac’a gelip yerleşen ve evliliğini burada yapan Süleymân Efendi H. 1272’de (M.1856) vefad etmeden önce iki evlâdının üzüntüsü ile müderrisliği terketmiştir.
Hâcı Hasan Ağa Medresesi: Kale Mahallesi’nde bulunan üçüncü medresedir. Bundan da anlaşılıyor ki medreseler genellikle daha evvelce yapılanlara irşat hususiyetiyle yakın olmak gibi bir özelliğe sahibdirler. Hâcı Hasan Ağa, bânisi olduğu medreseyi yaşatabilmek için 8-10 kadar ev ile arazi tasarrufunda bulunduğu gibi epey miktarda da para harcamıştır. Medrese müderrisleri Müftü Koca Rüşdi, Mehmed Na’im Efendi, Raşid Efendi ve Hâcı Emîn Efendi’lerdir.
Hâcı Musa Ağa Medresesi: Keramedli Mustafa Efendi Medresesi olarak da bilinen Hâcı Musa Ağa Medresesi 1. Mera Harmanı mevkiinde inşâ’a edilmiş ve ilk olarak da Keramedli Mustafa Efendi müderrislik vazifesi almıştır.
II. Hâcı Hasan Ağa Medresesi: Beşkonaklı Osmân Fevzi Efendi’yle Damadı Gebiz’li Osmân Efendi’lerin gayretleriyle Kale Mahallesi’nde 4. Ve 5. Medrese olarak bitişik iki arsa üzerine yaptırılmış bir medresedir. 15-20 odalı olan ve bütün harcamaları Beşkonaklı Vakfiyesi’yle Kara Ağac halkı tarafından karşılanan medresenin müderrisleri de Beşkonaklı Osmân Fevzi Efendi, Gebizli Osmân Efendi ve Beşkonaklıoğlu Mehmed Tevfik Efendi’lerdir.
Türkoğlu Medresesi: Kale Mahallesi üzerinde bulunan 4. ve 5. Medreselerin doğusunda inşâa edilen Türkoğlu Medresesi aynı zamanda 5. Medreseye de bitişik nizâmdadır. Türkoğlu Hâcı Mehmed Efendi ile Ûlemadan Hartuşlu İbrahîm Efendi’nin Müderrislik vazifesi aldıkları Medresenin de Vakfı Gebelek Oğlu’dur. (164)
______________________________________________________________
164-H. Muallâ Toksöz, Biz Kimiz ve Memleketim Şarkikaraağaç, s. 74; İsmail Özgümüş, Şarkikaraağaç ve Şarkikaraağaçlılar Albümü Hazırlık Kitabı, Ankara 2014, s. 53-54

Şarkî Kara Ağac Adına Ruh ve Gönül Hizmeti Verenler

   Şarkî Kara Ağac için ‘Ş’ harfini bile telâffuz etmek, Nâhiye Kara Ağac’ın manevî hâtırasına büyük saygı sayılmalıdır. Şarkî Kara Ağac’ı; Nefsî olduğu 1475’li yılların kayıdlarına eğilmesek ve onları titizlikle inceleyemesek de, Kara’sının Kutsal K’sını ve Ağac’ının asil soyluluğunu mantığımıza yerleştirerek O’nun yoz bir isimle müsemma olmadığını anlamak demek, gerçek bir Kara Ağaclı olarak çok mânidar bir Kara Ağac’ı sevmek demektir. Tarihin asıl çerçevesini, bir takım ‘yeni şeyler buldum’ sevdasıyla terkederek, yeni iddialardan ünvan kazanmayı kendine şi‘ar edinenler, elbette ünlenecekleri yerde bir vebalin yükünü omuzlarına yüklemiş sayılacaklardır. Yazdığımız her harfin, bir tarihi menbaından koparacağını bilmeden, bu itibarla da doğruyu bulmadan ve görmeden kalem oynatmamız ne bir haktır, ne de hoş karşılanır. Şurası gayet iyi bilinmeli ki daha mantıkî ve sahih kaynak gösterilmeden yazılanlar ancak, itibar bula bula yanlışlıkları daha da büyütmeye yararlar. Sonra bunlara müsebbib olanlar, yazıp çizdiklerinden her ne kadar övünme payı çıkarsalar da, bir gün onlar ‘yalan’ namlı ve çok veballi bir ifade ile akl-ı selimlilerce reddedilir. Bu düşüncelerle, cem’an kıymet verdiğim bazı kişilerin eserleri, öz değerimiz Kara Ağac’ımızı dillendirdiğinden eserimin nihayetinde aşağıdaki notlara yer verme ihtiyacı hissettim. İşte o nazik ve anlamlı bölüm..

Milli Mücadeleci Din Adamları
   Çevresi itibariyle Antalya'da Müftü Yusuf Talâd, Müderris Rasih (Kaplan), Hâcı Hatib Osman ve Çil Ahmed Efendi’ler, Burdur'da Müderris Hatibzâde Mehmed Müftü Halil Hulûsi Efendi’ler gibi ülkenin her tarafından yüzlerce din adamının millî mücadeleye katıldığı zamanda, Isparta'dan Isparta Müftüsü Hüseyin Hüsnü Özdamar, Müderris Hâfız İbrahim (Demiralay), Şeyh Ali, Müderris Şerif, Eğirdir Müftüsü Hüseyin Hüsnü, Yalvac Müftüsü Hüseyin, Osmanlı Meclis-i Mebusan Üyesi Ömer Vehbi Büyükyalvac, Sütcüler Müderrisi İsmâ’îl, Uluborlu Müftüsü Tahir ve ilçemiz Şarkî Kara Ağac’dan da Müftü Hâcı Ahmed (Bilgiç) Efendiler Millî Mücadele'nin önde gelen din adamlarından olmuş ve Millî Mücadele tarihindeki yerlerini almışlardır. (165)
________________________________________________
165-Hâkimiyet-i Milliye, 5 Mayıs 1336; Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşı'nda Sarıklı Mücahidler, İst. 1969, s 109




Müftü Hâcı Ahmed Efendi

   Kara Ağac’da kendi adına bir medresesi bulunan ve ülkenin dört bir yanından gelen talebelerine ilmin yolunu açan Müderris Hâcı Emin Efendi’nin oğlu Müftü Hâcı Ahmed Efendi, Hâcı Emîn Medresesi’nde eğitim hizmeti veren ve aileden olan 66 müderristen birisidir. Nice hâkim ve imamın yetiştirildiği baba ocağından aldığı millî ve vatanî terbiyesini, Atatürk’ün başında bulunduğu Kuvva-yi Milliye’yle birleştiren Ahmed Efendi, aynı zamanda Şarkî Kara Ağac Kuvva-yi Milliye Teşkilâtı Reisliği’ni de üstlenmiştir.
   60 yaşın üstünde olmasına rağmen silâha sarılıp halkımızı aydınlatan ve ilimde olduğu gibi, önderlik sıfatını burada da gösteren Müftü Hâcı Ahmed Efendi’nin, 1986 yılında ilimle-itikadle başlayıp vatanperverlikle devam eden güzel hayatı 1954’te sona erdiğinde ardında; Türk ordusunda Yemen ve Musul cephelerinde savaşan İstiklâl madalyalı Subay Sadullah Bilgiç, Hukukçu-Hâkim Mehmed Emîn Bilgiç, Hâkim Ahmed Şerafettin Bilgiç ve Avukat M. Vehbi Bilgiç’lerden müteşekkil bir şerefli aile bırakacaktır.


Mehmed Sâdık Efendi

   Ölümünden 8 yıl önce 1956’lı yıllarda, çocukluğumun penceresinden baktığımda O’ orta boylu, aksakallı ve 70-71 yaşlarında bir zattı. Köylü çocuğu olmamıza rağmen ilim tahsil edenlerin nezdinde ilmi sevdiğimiz ve kendileriyle sık sık görüştüğümüz bir zamanda O’nunla Eyübler’in evlerine nazır çayırlık alanda buluşur ve uzun uzun konuşurduk. Elinden bastonu hiç eksik olmaz ve vakurlu ve ağır-sâkin yürüyüşüne itina gösterirdi. O’na mutmainliğim; kendisinin köy câmiinde özellikle her Cum’a’da verdiği fetvalardaki geniş dinî bilgiler ve anlatışındaki ‘haa..! Yaa.!’ terkibiyle cümlelerini teyid edici ifadelerinden ileri geliyordu. Din; bir milletin inanç ve iman menzili, tebliği ise risalet çağına her beşeri adım adım yaklaştırma gayreti ki, Allah-ü Tealâ buna vazifeli kulları cemiyetleri içinde tanınsın diye farklı özellikleriyle beziyor.
   İşte Mehmed ön adını henüz o devirlerde bilmediğimiz Sâdık Hoca da, Çeltik’ten bozmalı ‘Çoban yamağı’ manâsına gelen bu sıfat ve nişanelerle büyük-küçük, ebeveyn, hısım-akraba, çoluk-çocuk demeden köyün bütün sâkinlerince tanınıyor, seviliyor ve önünde tâzimle duruş-davranışlara muhatab oluyordu. Çünkü henüz birçok köyde insanların ilimdar kişileri göremediği o zamanlarda, Beyşehir’in Kurucuova Kasabası’ndan Mehmed Efendizâde oğlu Mehmed Sâdık Efendi; Sâdık Hoca namıyla ilmini konuşturuyor, İstiklâ’limizin kazanılmasında verdiği mücadelesini de bir hâtıralar yumağı hâlinde zaman zaman konuşuyordu.
O’nunla dediğim gibi sık sık buluşmam ve konuşmam neticesinde elde ettiğim Millî Mücadele yıllarına dair anekdotları bir roman hâline getirmiştim. Bu notlar lise defterimde yazılı idi ve 300 sayfanın üzerindeydi. İlk romanım olarak değerlendireceğim bu deftere gün gün ilâve ettiklerimi hergün evimize gelerek okuyan da sınıf arkadaşım Zehra Erdoğan’dı. Belki Zehra kardeşimizde de o notların muhtevasına ait halâ birkaç kıvılcım mevcuttur, kimbilir.. Günlerce arayıp durduğum defterimi bir gün görüp görmediğini sorduğum annem Durdu (rahmetli) yaktığını söyleyince hayatımın ekseninden romancılık kayıb gitmiş ve şiire temayülüm başlamıştı. Keşke o hâtıralarım dursaydı da Mehmed Sâdık Hoca ile neler konuştuğumuzu bugünkü kısmî sıfatlarından halkımla paylaşabilseydim.
   Yine de O’ndan bana yadigâr, Cihan Harbi’ne dair aklımda kalan bazı kısa hâtıralar mevcuttur. Zamanla paylaşırım inşallah. Allah rahmet eylesin ve mekânı Cennet olsun..
   Bu münezzeh ilim adamı Mehmed Sâdık Efendi’yle ilgili 23.04.2013 tarihinde, köylüm vedeğerli dostum Rüştü Şencan’dan “Torunu Rüştü Şencan (Malî Müşavir) Isparta” imzasıyla elde ettiğim önemli notları burada eklemelerde bulunarak aşağıya almış bulunuyorum:
   “Mehmet Sâdık Efendi, Beyşehir Kurucuova Kasabası’nda 1800’lü yıllarda yaşamış Koca Müderris nâmlı, ilmi derecesi yüksek ve Evliya derecesinde olduğu ve birçok kerametlerinin
görüldüğü anlatılan Mehmed Efendizâde’nin torunuydu. Babası ise; ilim tahsil ederek ilmen yükselen Koca Müderris oğlu Mehmed Efendizâde’nin oğlu Çeltekli Rüşdü Efendi’ydi.
   İşte bu; ilmî değeri yüksek aileden gelen ve kendisi de ilimle mücehhez değerli zat Mehmed Sâdık Efendi, son devrinin Nam-ı diğeri Sâdık Hoca Mülâzım-ı Evvel (asteğmen) olarak katıldığı Birinci Cihan Harbi’nde Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde bütün cebhelerde mücadeleye girişir. Galiçya’da (Romanya) yaralanır ve İstanbul Gümüşsuyu Askerî Hastahanesi’nde ameliyat olur. Tam iyileşmeden mücadele yolu Azerbaycan’a düşer. Bakü’den Pafın madeninden yapılmış tozşeker kutusu da o savaşın bir hâtırasıdır. Sonra ver elini Çanakkale, -bu ara Donarşalı (tarihte esas adı Tunâ-Şâh)bir hemşehrisini ölümden kurtarır-. Ardından 15 Eylül 1331’de (1915) İstanbul’a gelir ve nihayet Millî Mücadele saflarına katılır. Yunan işgâline karşı asker toplamak üzre görevlendirilince, Şarkî Karaağaç’a da gelen ve ilçeyi mesken tutan Demirci Mehmed Efe, Mehmed Sâdık’ın halâ savaşmakta olduğu sıralarda bir ara Çeltek’teki ailesine misafir olur. Giderken de hoşlandığı bir atlarını götürür. Birçok cephede savaşmasına rağmen sağ salimen Gâzi Üsteğmen rütbesiyle terhis olan İstiklâl Madalyalı Mehmed Sâdık Efendi, sivil hayatını İmam-Hatiblik ve ilmî faaliyetlerle devam ettirir. Ölümüne bir yıl kala 1963’te İsmet (İnönü) Paşa ile de savaş günlerinin hatırasına binaen görüşen Mehmed Sâdık Efendi 1964’te vefat etmiştir. Mekânı Cennet olası mezarı, camisinde yüzlerce vaaz verip hutbe okuduğu ve ikâmet merkezi olan Çeltek Köyü’ndedir.”

Eserleriyle Kara Ağaç Hakkında Fikir Yürütenler
   Kara Ağac’ın tarihi içinde bilinmesine ve bu bilme hususiyeti itibariyle nâhiyenin sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesine en büyük katkıyı sağlayanlara baktığımızda ilçe meşrebli olup tam emek sarfedenleri ne yazık ki pek fazla bulamıyoruz. Bunun için esefle belirtmek isterimki Kara Ağac’ı tanıtmak gayesiyle detay kaleme alanların çoğu birbirlerini kopya etmekle mesai harcıyorlar. Bir de amatörler tarafından araştırılmadan ve konuya tamamen hâkim mecra’alara veya kaynaklara müracaat edilmeden, özellikle ‘şu köy hakkında bilgi yoktur’ bahanesi çok fazla üretiliyor. Şu köy hakkında, şayet bilgi yok ise acaba niçin boşa kürek sallıyoruz. Bu kalıblaşmış ve hiçbir faydası görülmeyen ifadeler yine esefle belirtmem gerekirse resmî kurumların da diline pelesenktir. Bu itibarla, konunun uzmanı olmadığımız hâlde Allah’ın izniyle gayret sarfedip Kara Ağac’ın bugüne kadar el değmemiş belgelerine ulaştık ve birçok dostların da yardımıyla güzide nâhiyemizin tarihî gerçeklerini ele aldık. Bu bir anlamda sığ ve basit ifadelere sığınan herkese bir cevab niteliğindedir. Dolayısıyla bilinmelidir ki Anadolu topraklarında ve o devirlerin Türkmenleri elinde olan her yerin bir tarihi vardır. Yeter ki tarihin ne olduğunu lâyıkıyla bilelim ve şayialardan gözümüz gibi sakınarak öğrenmeyi becerebilelim.
   Şimdi; kendilerine münhasır devirlerde Isparta livâsı ve dahi Nefsî Kara Ağac adına emek harcayan bütün kalem erbablarının manevî huzurlarında saygıyla eğilmek suretiyle onların fikir harmanlarından bahsetmeyi kendime bir görev telâkki ettim.


Tarihçi Milletvekili ve Belediye Re’isi Böcüzâde Süleyman Sami
   Osmanlı Devleti'nde uzun bir bürokratlık kariyerinden sonra, 1908-1912 Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda (emekliliğini istediği 1911'e kadar) 1891’in Hamid-i Âbâd mebusluğu yapmış, emeklilik yıllarında da çok geniş bir Isparta Tarihi’ni kaleme almış Osmanlı’dan TC’ye Ispartalı yazar, bürokrat ve bir siyasetçidir. 5 Ocak 1851'de Isparta'da doğup yine 30 Mayıs 1932'de Isparta'da vefat eden Böcüzâde aynı zamanda ‘Isparta Tarihi’ isimli eseri itibariyle kendisinden Kara Ağac hakkında bir takım kaynak bilgiler alınan değerli bir fikir adamadır.


Şair Yazar Salih Zeki Aktay

   Doğum tarihi1896 itibariyle 19. asrın Şarkî Kara Ağac'lısı olan Salih Zeki Aktay, yazdığı şiirlerle Türk edebiyatında ‘Nev-Yunanîlik’ cereyanının temsilcisi olarak tanınmıştır. Şiirin yanı sıra Mine Çiçekleri kitabında yer alan hikâyeleri de yazan Aktay, hikâyelerinde çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği memleketi Kara Ağaç'a ve Kara Ağac çevresindeki bilhassa Armutlu, Akşehir ve Kır-ili gibi yerlerde gelişen gerçek hâdiselere yer vermiştir. Hallâc-ı Mansûr adındaki oyunu, o devirde edebiyat mahfillerinde akis bulmuştur.
   Hakkında Yrd. Doç. Dr. Namık Kemal Şahbaz'ın kaleme aldığı ‘Salih Zeki Aktay/Hayatı, Eserleri, Edebî Kişiliği’ adlı eser, Kültür Bakanlığı tarafından 2001 yılında neşredilmiştir. Yaşadığı devirde edebiyat çevrelerinin, kendisini Yunan ve Grek mitolojisine fazla kaptırdığı yönünde tenkidlerine maruz kalmıştır. 1971'de İstanbul'da vefat eden Salih Zeki Aktay’ın eserleri; Persefon, Asya Şarkıları, Pınar, Rüzgâr, Rüzgâr ve Dallarda Şarkılar, Titan, Lâton (şiir), Mine Çiçekleri (hikâye), Mağara (Manzum), Hallâc-ı Mansûr (Manzum/Mensur tiyatro eseri), Emin Bülend'in Şiirleri (derleme), Ovidius'un Değişişler (Metamorphoses/Tercüme) ve Mitoloji’dir.


Prof. Dr. Zeki Arıkan

   Erzincan İliç’e bağlı Uluyamaç köyü doğumlu ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü ve Yüksek Öğretmen Okulu mezun Arıkan ‘Divan-ı Hümayun’ adlı tezle mezun olan Arıkan, Aix-en-Province’da ‘Le Sandjak de Hamid İli d’apres le registre de cadastre de 1522 (929 H.)’ teziyle 1972 yılında doktora eğitimini tamamlamıştır. Isparta Şehid Ali İhsan Kalmaz Lisesi’nde de tarih öğretmeni olarak görev alan Arıkan ‘XV. XVI. Yüzyıllarda Hamit Sancağı’ isimli eserinde Kara Ağac’ın karye ve kal’alarından bahsetmektedir.


Prof. Dr. Emin Bilgiç

   Şarkî Kara Ağac kökenli ve Sadettin Bilgiç’in büyüğü Emin Bilgiç Müderris-Müftü bir baba olan Sâdık Efendi’nin mahdumudur. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin ilk mezunlarından olup Sümeroloji, Assirioloji, Hititoloji, Arkeoloji tahsil eden Bilgiç, 1940'ta asistanlığını, 1943'te doktorasını tamamlayıp 1949'da da doçentliğe yükselmiştir. 1952 sonundan 1954 Mart ayına kadar İngiltere'de araştırmalarda bulunmuş. 1955'te profesör ve kürsü başkanı olmuştur. 27 Mayıs 1960'da 147'lere karıştırılınca Almanya Halburg Üniversitesi’ne giden Bilgiç, çıkarılan bir kanun üzerine tekrar DCT. Fakültesi’ne dönmüştür. 1966'da Dekan seçilmiş, 10 yıl senatoda çalışmıştır.
   1978-1983 arası Sümeroloji ana bilim dalı başkanlığı ve Ön Asya Dilleri ve Kültürleri Bölüm Başkanlığı yapan Bilgiç, 1975-1980 yılları arasında iki ayrı devrede ek görev olarak Kültür Bakanlığı Müsteşarlığı’nda bulunmuş, yüzden fazla meslekî makale yazmış ve Toynbee'nin ‘Dünya ve Harp’ kitabını da Türkçe'ye çevirmiştir. Prof. Bilgiç'in kültür, eğitim, millî ve içtimaî konular üzerinde çeşitli dergi ve gazetelerde iki yüzden fazla araştırma yazısı yayınlanmıştır.
   Millî Kültür Vakfı’nca mükâfatlandırılan ‘Millî Kültür Dâvâmız’ kitabıyla ‘Maarif Dâvâmız’ adlı iki kitabı yayınlanmıştır. 1925 ve sonralarında babasının Türk Ocakları Şarkî Kara Ağac Şubesi Başkanlığı döneminden itibaren Türk Ocakları ile ünsiyet peyda eden Emin Bilgiç, 1954 yılından sonra Türk Ocakları’nın çeşitli kademelerinde görev almış ve 1973-1974 döneminde Genel Başkanlık görevinde bulunmuştur. Ekseri İsmail Hakkı Yılanlıoğlu ile kurucusu olduğum YAZ-SAN-DER’in Edebiyat günlerine katıldığı kendisiyle yakînen beraber olduğum Bilgiç, o günlerin zor şartlarında Türk Ocakları Genel Başkanı olarak bu millî kuruluşu büyük bir dirayetle yönetmiş değerli bir bilim adamıydı. 21 Ocak 1996'da vefat eden Profesör Dr. Emin Bilgiç’in 2002’de yayınlanan Hâtıra kitabında Şarkî Kara Ağac’dan emsâller bulmamız mümkündür.


Prof. Dr. Sadettin Bilgiç

Kara Ağac kazâsı denilince ilk akla gelen ekâbir sülâleden olan ve genel manâda ‘Numune Hastanesi’nde Genel Cerrah, Et Balık Kurumu’nda Genel Müdür, TBMM’de Milletvekili, Bakan ve AP’de siyasetci’ olarak ifade edeceğimiz Koca Reis lâkablı Prof. Dr. Sadettin Bilgiç; 1961 yılındaki genel seçimlerde Adalet Partisi’nden Isparta Milletvekili seçilmiş, 10 Haziran 1964′ten, 29-30 Kasım 1964′teki Büyük Kongre’ye kadar Adalet Partisi Genel Başkanvekilliği yapmış, XII. XIII. XIV. ve XV dönemlerde Isparta, XVI. Dönem’de de İstanbul Milletvekilliği’yle Türkiye Ulaştırma Bakanı (3 Nisan 1967-1 Ağustos1969) ve V. Demirel Hükümeti’nde Millî Savunma Bakanı (21 Temmuz 1977-18 Ekim 1977) olarak Türk siyasî hayatında yer almıştır. 1982 Anayasası ile 10 yıl siyasî hayatı yasaklanan Bilgiç’e, 1983 Haziran ayının başından Eylül sonuna kadar Çanakkale Cephesi Zincirbozan Askerî Tesisleri’nde tutulduktan sonra 1987 Anayasa Referandumu’yla siyasî hakkı iade edilmiştir.
  1950’den 27 Mayıs İhtilâli’ne kadar DP Isparta Milletvekilliği yapan ve Yassıada’da idamla yargılanan vekiller arasında yer alan Sait Bilgiç'in kardeşi ve TBMM XXIII. Dönem Isparta Milletvekili Süreyya Sadi Bilgiç'in babası olan Prof. Dr. Sadettin Bilgiç, bilhassa 27 Mayıs sonrasının buhranlı günlerinde Türk politika hayatında büyük rol oynamış ve 27 Mayıs buhranını takib eden diğer 12 Mart ve 12 Eylül hareketlerinin çalkantılı dönemlerinde hâdiselerin tam ortasında, birçok kere sorumlu Bakan olarak yer almış bir siyasetcidir. Boğaziçi Yayınları’nda ‘Hatıralar’ ismiyle yayınlattığı eser, sadece Türk siyasî hayatının bir kanadını değil, hem zatını ve memleketi Kara Ağac’ı bugünkü nesillere ‘Dün’ü ve ‘Dünün Şartları’nı ihtiva edici nitelikte olması, hem de uzun soluklu bir Kara Ağac meselelerini ele alması bakımından çok kıymetlidir. 20 Nisan 2012 tarihinde kaybettiğimiz bu değerli insan Şarkî Kara Ağac’lı bir medar-ı iftihar’dır.


Mazlum Yazar Fahri Küpçü

   Küpcüzâde Hâfız Hasan Hüseyin Efendi’nin mahdumu ve mazlumu Fahri Küpçü, genç kuşakların hâfızasına belki de sadece babası, kendisine Efe namı verilen bir şekâvet ehli tarafından asılan Küpcüzâde’nin oğlu olarak tanınır. Halbuki Fahri Küpçü; ‘Garağac’ telâffuzuyla ekseri Şarkî sıfatını yabana atan köylü kesiminin nezdinde esnaf, ilçe halkının gözünde ise yeni yeni ‘Karaağac’ın Bilinmeyen Değerleri, Karıncalar Köyü ve Bir Çoban’ın Düşleri’ eserlerinden ziyade, idam edilmiş bir babanın mazlumudur. Uzun yıllar, bu Garağac’lı insanlar, kazânın tam merkezinde ve de Adliye denildiği hâlde adaletsizliğe bi’çare bir binanın tam karşısındaki Çınar Ağacı’na, sanki kefaret ödetircesine durup durup bakmışlar ve irticalen; “Küpcüzâde Hasan Hüseyin Efendi’yi, Demirci Mehmet Efe işte Çınar’ın şu dalında asmış..” hikâyesini okumuşlardır.
   Bir gerçeği açıkça söylemek gerekirse Kara Ağac, halkı ve yöresiyle beklenen edebî sıfatı tam anlamıyla taşıyan bir muharrire hep hasretkâr kalsa da, ticarî mantıkla yol kateden mal ve mülk sahibi nice hemşehrileri arasında Fahri Küpçü; efendiliği, Kara Ağac Gazetesi neşri, ilmi ve kendine has üslûbdaki esnaflığıyla birlikte bu müzmin boşluğu tamamlayanlardan birisi olmuştur.


Prof. Dr. Nuri Köstüklü

   1959 yılında Isparta’nın Yalvac ilçesinde doğan Köstüklü, 1983 yılında Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde Araştırma Görevlisi olarak göreve başladı. 1984 sonunda Yüksek Lisansını tamamladı. “Milli Mücadele’de Denizli, Isparta ve Burdur Sancakları” konulu Doktora teziyle Dr. ünvanını aldı. 1989’da Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Anabilim Dalı’na Yardımcı Doçent olarak atandı. Sincan’da yıllarca birlikte olduğumuz ve Yeni Ufuk gazetemizde de köşe yazarlığı yapan değerli dostum yazar-şair ve Konya Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyeleri’nden İhsan Kurt, “Çok dolu, tarihimize vâkıf bir insandır. O’nunla tanışmanı ve kendisinden faydalanmanı isterim” diyerek metheylediği, mesai arkadaşı Köstüklü’nün Yakınçağ Türk Tarihi, T.C. Tarihi ve Tarih Öğretimi alanlarında yayınlanmış 7 kitabı bulunuyor. Köstüklü bizlere, ‘Hamid Sancağı ve Türkiye’ isimli eseriyle Kara Ağac’daki Milli Mücadele’ye matuf bilgiler de aktarıyor.

Hüseyin Şekercioğlu
   Hüseyin Şekercioğlu, Kara Ağac’ın bünyesinde tarihî derinlikte iz veren Zengibar, Selendi ve Anamas’ta Enevre gibi birçok yerleşim yeriyle, 1820’de Şarkî Kara Ağac Kazâsı’na bağlı Avşar Nâhiyesi’nin Gelendost köyünde doğan Paşa adaşı ve hemşehrisi Hüseyin Avni’yi bölge insanına olduğu kadar Türk milletine de hâtıralarını naklederek tanıtıyor. Şekercioğlu, 1989’da yayınlattığı mahallî eseri Gelendost Tarihi’yle bana göre âdeta öz bir Kara Ağaclı imajı vermiştir.

Tarihçi Yazar Sait Kofoğlu
   Hâmideli’nin gerçeklerini tarihî safhalarıyla ele alan Sait Kofoğlu yeni nesillerin okuyup rahatlıkla kaynak gösterebileceği eseri ‘Hâmidoğulları Beyliği’nde bölgenin en eski tarihinden bugüne bütün gelişmelerini işlemiştir. Eserinde her ne kadar Kara Ağac bölümleri kısmî verilse de Kara Ağac’ın satışından, üzerinden gelip geçen Bey, Kumandan, Sultan ve dahi Kral’lara kadar her kesime işaret etmiştir. Dolayısıyla Sait Kofoğlu da bir Kara Ağac hâdimi olarak karşımıza çıkıyor.

Zafer Onar
   Bölge halkının ananevî değerlerini tek ağızlardan derleyerek anonim sıfatıyla insanlara ulaştıranlardan birisi de Zafer Onar’dır. Onar aynı zamanda Şarkikaraağaç isimli eserinde ilçe
ve köylerinin nüfusunu belgelere dayalı Osmanlıca’dan Türkçe’ye çevirilmiş hâliyle vermiştir. Bazı yazarlar bir eğitimci olan Zafer Onar’ın bu değerli eserinden yerel manâda faydalanmış ve kendi eserlerinin büyük bir bölümünü O’nun emeklerini işleyerek tamamlayabilmişlerdir.

H. Muallâ (Yaman) Tokgöz
   Temenni ettiğimiz hususlardan birisi Kara Ağac’ın Tarihi, gelenekleri, hattâ manevî ve siyasetî hayatında yer alan önemli simaları üzerine araştırmada bulunarak ilçeye hizmet edebilmek yönündedir.
   H. Muallâ (Yaman) Tokgöz böyle bir çalışmayı gerçekleştirenlerdendir. Buna rağmen her nedense bu tarz eser sahiblerini Şarkî Kara Ağac halkı içinde bilhassa köylü kesimleri pek fazla tanıyamıyor. Zafer Onar ve Fahri Küpcü gibi -sanırız- arşivlerden imtinalı sığ bir zamanda yazdığı eserine ‘Biz Kimiz ve Memleketimiz Şarkikaraağaç’ ismini verdiğine göre Kara Ağac’ın menşei ve bu menşeiden sâdır olan her hususiyeti anlatmış oluyor.


Eğitimci Ramazan Tunç
   Kara Ağac ilçesindeki eğitimci görevine binaen bölge adına tarihi çalışmalar içine giren Tunç, yayınlattığı Şarkikaraağaç Tarihi 1 adlı kitabında dönemleri itibariyle Şarkikaraağaç’ı ele almıştır.
   Tamamen Kara Ağac ilçesi üzerine mesai harcadığı mezkûr eserindeki notlarından anladığımız kadarıyla Tunç daha geniş ve verimli bir ‘Şarkikaraağaç Tarihi 2’nin çalışması içindedir.


Yüksek Mühendis Ramazan Topraklı
   Esasen Gelendost’ludur. Lâkin Şarkî Kara Ağac adına dikkate değer eserler vermeye azmetmiş bir kollektif yazardır. Miryokefalon, Kaşıkçıbeli Zaferi ve Tarih ve Kültürümüzde Kara Ağaç isimli eserleriyle Bölge gündemine oturan Topraklı, aynı zamanda tarihî konularda isimleri ‘üstad’a çıkmış bazı kesimi Mühendis olmasına rağmen âdeta kıskandıracak bir çıkış yaparak    Myriokefalon hâdisesinde yepyeni bir çığır açmıştır.
   Bir helvacılık diyarı olarak tanınan Kara Ağac’ın helvacılığı üzerine de bir kitap hazırlamak arzusuna rağmen yeterli bilgilerin kendisine ulaştırılamadığından yakınan Ramazan Topraklı, bana göre çok fazla iştihalı bir yazardır.


Avukat Ali Tanyıldız
   Honamlı Yörüklerinden olan Ali Tanyıldız, 1943 yılında Manavgat Ötgünlü'nün Çaltılıseki tepesinde bir kıl çadırda doğmuş, sonra da 1948’de Yörük Halkı, Şarkî Kara Ağac'ın Gedikli Köyü'nü kurup buraya yerleşince kendisi de Gedikli ikâmetine geçmiştir.
   İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra Isparta'da avukatlığa başlayan Ali Tanyıldız'ın ‘Ay Batınca Gel’ adını verdiği ilk şiir kitabından önce kaleme alıp yayınlattığı ‘Honamlı Yörükleri’ kitabı Kara Ağac Gedikli’sinin sözü geçen yörüklerini anlatması bakımından dikkate değer bir eserdir. Moldova yazarlar toplantısına da icabet eden Ali Tanyıldız, oradaki tesbitlerini folklorik, edebî ve tarihî muhtevaya dayalı Gagauzlarla adlı bir kitapla okuyucularına aktarmıştır. ‘Pepe’ romanıyla Kara Ağac Bölgesi Kuvay-ı Milliye hareketlerine ışık tutan Tanyıldız, şiirlerini de ‘Suya Düşen Kürek’te toplamıştır.


Emekli Albay İsmail Özgümüş
   Emekli Piyade Albay olan Özgümüş, ilçede ilk defa ‘Mezarlıklar’ konusuna eğilerek Kara Ağac Şehri’nin merkezindeki bütün kutsal mekânları günlerce dolaşarak bizzat yerinde incelemiştir. Mezar taşlarındaki Osmanlıca yazıları okutarak ilçenin farklı bir tarihine, buradan da ‘Rüşdiye Muallim-i Evvel’i Abdülkerim Fahri Efendi, Müderris Mehmed Emin ve oğlu Müderris-i Kiram’dan Hacı İsmail Efendi, Ulemay-ı Meşhur Veliyyüddin, Ulemay-ı Kiram’dan Nedim Efendi, Esseyyid Mustafa Efendi, Küpçüzâde Hâfız Hasan Hüseyin Efendi ve Nakşibendi Hulefaları’ndan Tireli Mehmed Efendi’ler’e kalben ulaşıp Kara Ağac’ın Manevî Önderleri’ne ışık tutmuştur.
   Özgümüş’ün hâtıraları ve bu değerli tesbidleri, bizim de ‘Dünü ve Bugünüyle Şarkî Kara Ağaç’ başlığı altında ele aldığımız yazıların yayınlandığı Şarkikaraağaçlım’a Ispartam Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

Tarihçi Serkan Sarı
   Ağustos 2008 Tarih ve ‘XV-XVI. Yüzyıllarda Menteşe, Hamid ve Teke Sancağı Yörükleri’ adındaki Süleyman Demirel Üniversitesi Tarih Bölümü’ne münhasır 417 sayfalık Doktora Tezi hazırlayan Tarih Öğretmeni Serkan Sarı, mezkûr yüzyılın Hamideli’ndeki yörüklerinin hane, nefer, hasıla, meslekî durumları gibi önemli sosyal hayatlarını araştırarak kaleme almıştır.
   Sarı eserinde, ayrıca Kara Ağac Nâhiyesi’nin o tarihlerde tek cemâ’ati olan Karakuzulu’ların Bölük’leriyle ilgili MAD, TK-KKA, BOA ve konunun uzmanları tarihçilerden müteşekkil çeşitli kaynaklar itibariyle geniş bilgilere yer vermiştir.

Şarkî Kara Ağaçlılar’ın Kültür ve Dayanışma’sında
Hizmet Üstlenenler

   1942’nin sonlarıyla 1943’ün başlarını içine alan tarihte, yüreğinde Kara Ağac sevdası taşıyanların hizmet gayesiyle kurdukları Şarkî Kara Ağac Güzelleştirme Derneği’yle başlayan sosyal ve kültürel aktiviteler, 1950 yılında Şarkî Kara Ağac Kültür Derneği’yle devam ettirilir. 1985’te görevi ve hizmeti son bulan bu teşekkül, bir daha ad ve sıfat değiştirmemek üzere aynı yıl Şarkî Kara Ağac Kültür ve Kalkınma Vakfı’na dönüştürülür. Kuruluşundan bugüne bünyesinde Kurucu Başkan Alâaddin Akgün, ardından Tevfik Şatıroğlu, 2002’de Ali Ünaldı ve 2012’de de Mehmet Beşkonaklıoğlu olmak üzere 4 Başkan ve birçok Yönetim Kurulu Üyesi’nin yer aldığı Şarkî Kara Ağac Kültür ve Kalkınma Vakfı’nın baştan beri hizmetinde bulunmak üzre mevcut tüzük gereği Yönetim Kurulu’nda yer alanların sayısı önceleri 13 kişiden ibaret iken vakıf senedinde yapılan bir değişiklikle 11’e düşürülür.

Kurucu ilk Başkan Alâaddin Akgün Hakkında
   Şarkî Kara Ağac Kültür ve Kalkınma Vakfı’nın Kurucu ilk Başkanı olan Alâaddin Akgün’ün kimliğine baktığımızda O’nun, her şeyden önce bir Kara Ağac sevdalısı Vakıfcı olduğunu görüyoruz. Gerçi biz O’nun Şarkî Kara Ağac sevdasını en iyi yansıttığı Vakıf Başkanlığı dönemine, gayet net söylemek gerekirse ilçeye uzun süre uzak kalışımız sebebiyle yetişemedik. Lâkin Alâattin Akgün’lü günlerin nimetinden istifade eden ve; “Çiçekpınar’dan bakınca Şarkî Kara Ağac yaklaşımımı aşmama yardımcı olurdu. Allah (c.c) rahmet eylesin. Kişisel kanaatım O’nun sağlığında Şarkî Kara Ağac Kültür ve Kalkınma Vakfı en aktif yıllarını yaşadı. Ben ve birçok arkadaşıma ailelerimizden sonra en büyük destek vakfımız olmuştur. Uzun yıllar Şarkikaraağaç için neler yapılabileceğini düşündük” (166) diyen Ramazan Tunç gibi, biz de kısmî anlamda hem Tevfik Şatıroğlu’dan -ebedî âlemi Cennetmekân olsun-, hemde bugünkü Başkan Ali Ünaldı’dan, görevimiz gereği ilçeden uzak kaldığımız yılları telâfi edercesine manevî yardımları temin etmiş olduk.
    



1960-1985 arası Dernek ve 1985-1998 arası da Vakıf Başkanlığı görevini yürüten Akgün, sağlığında sadece Başkanı olduğu Vakfı Kültür ve Dayanışma cihetince değil, Şarkî Kara Ağac’ın önem-i haiz her meselesini aşma ve aydınlatma noktasında gayret etmiş ve Mükerrem Karaağaç’ın malûm vasiyetinden asıl amacı yönünde nasıl faydalanılabilineceği hususunda çok mânidar mesaîler sarfetmiştir. Nitekim, 1983’te Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam ve Sadettin E. Ağalar’ın kapısını çalan Akgün, Mükerrem Karaağaç’ın vasiyeti olan ve asıl amacı şartların çok sıkı olması sebebiyle gerçekleşemeyen; ‘İstanbul Beyoğlu 1. Noteliği’nce tanzim edilen 07.03.1949 Gün ve 15503/3795 Yevmiye Sayılı MÜKERREM KARAAĞAÇ TESİSİ Senedi’ne 2. amacı ekletmiştir. ‘Böylece biraz olsun Şarkî Kara Ağaç’ın çıkarlarını tesis etmiştir ki vakfedenin gerçek iradesine ve arzusuna uygun olarak senedin 8. Maddesi ihtivasınca’ (167) servetten ilçenin faydalanması mümkün olabilecektir.
______________________________________________________________
166-R. Tunç, a.g.e, s. 128
167-R. Tunç, a.g.e, s. 132


Vefalı ve Şerefli Başkan Tevfîk Şatıroğlu Hakkında
   Rûmi 11 Haziran 1339, Hicri 1923 Kara Ağac doğumlu Şatıroğlu’nun memuriyet hayatı 1942’de TMO Genel Müdürlüğü Personel Dairesi’nde başlamıştır. Bir yıl sonra Şarkî Kara Ağac’a dönen ve 1946’dan 1960’a kadar 14 yıl aralıksız Kazâ Mâliyesi’nde memuriyetliğini sürdüren Şatıroğlu, 13 Kasım 1963'de girdiği mahallî seçimlerde Şarkî Kara Ağac Belediye Başkanlığı’nı elde etmiştir. Belediye Başkanlığı’nın ardından 1968’de memur olarak başladığı
 


 Maliye Bakanlığı Merkez Saymanlığı’nı, aynı kurumda 1972’den itibaren de müdür olarak devam ettirmiştir. 1973’de bu defa TBMM’ye geçen ve 1983’de TBMM Personel ve Muhasebe Dairesi Başkanlığı’na atanan Tevfik Şatıroğlu 1982’de emekliye ayrılmıştır. 1998-2012 arası 14 yıl Şarkî Kara Ağaclılar Vakfı’nın Başkanlığı’nı yürüten ve vefat ettiği 2012 tarihine kadar Vakf’a hep gözü gibi bakan Şatıroğlu, Kara Ağac’a defnedilmesini vasiyet etmişse de aile, ebedî mekânı olarak Başkent’in Karşıyaka Mezarlığı’nı tercih etmiştir.
   Ebedî hayata intikal etseler de hâtıralarıyla ve kaygan, riyakâr ve kine-nefrete meyyal olmayan hayatlarıyla hep yaşamaya hak kazanan değerlerimizin arasında yerini alan Tevfik Şatıroğlu’yla sağlığında sadece bir defaya mahsus, lâkin uzun soluklu bir Kara Ağac istişaresinde bulunduk. 2012’deki bu ilk ve de son istişarede 89 yaşlarında olmasına rağmen heyecanla; ‘Elimizde öylesine güzel belgeler var ki Bekir Bey, Şarkî kara Ağac’ın tarihi için çok önemli, ama çözülmesine 30 milyar istediler” demiş, ’bir göreyim’ dediğimde de Vakfın raflarından Kırmızı Kaplı dedikleri ‘Muhasebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri’ni indirtmişti. Halbuki ben bu deftere de, bu defterdeki belge ve bilgilere de çok öncelerden vukuftum. Hiçbir bedel ödemeden de Vakıflar Genel Müdürlüğü Özel Kalem Müdürü dostum Arif İlhan’ın talimatıyla Vakıflar Ankara Ulus Araştırma Merkezi’ndeki mütercim dostlarım Hilal Yıldırım ve Ali Çakır’a lüzumlu bulduklarımı çözdürtmüştüm. Tâbii, o gün bize kısmî gösterilen belgelerin önemli olanlarını O’ndan sonra Vakıf Başkanlığı görevini üstlenen Ali Ünaldı Bey’den temin edecektik.
   Kara Ağac için herkesin, her yerde ve her zaman ellerindeki belge ve bilgilerle biribirlerine yardımcı olması gerektiği noktadan derim ki Şatıroğlu; aynen Ramazan Topraklı’ya da yinelediği gibi, ‘Kazamızda hiç Rum yok’ diyecek kadar millî bir yüreği konuştursa da, O’nun bu sözüne cevabım ‘vardır’ olmuş ve anlattıklarımı da uzun uzadıya sükûnet ve sabırla dinlemişti. Evet.. Prof. Kemal H.Karpat’ın, ‘Osmanlı Devleti Nüfusu, İst. 2010’ isimli eserinin 380-381. sayfalarına göre; “1914 yılındaki sayımda 15. Bölge Konya’ya bağlı Kara Ağac’da 51 adet köyüyle birlikte 25.743 Müslüman nüfusuna karşılık 10 adet Rum nüfus” görünüyordu ki demek ki Kara Ağac’da da, en güzel binaları yapan ustaların Rûm olması hasebiyle onlar var idiler.

Bugünün Dinamik Başkanı Ali Ünaldı Hakkında
   Diğer başkanlara nisbeten daha genç ve dinamik olan Ali Ünaldı, Rahmetli Tevfik Şatıroğlu’nun vefatından sonra, 1985 yılında kendine özel maddeler itibariyle ve Kara Ağaclı insanların en büyük maddî ve manevî ihtiyacına cevab niteliğinde kurulan Şarkî Kara Ağac Kültür ve Kalkınma Vakfı’nın sevk ve idaresine getirilen isimdir. Ünaldı; Genç ve dinamik olduğu kadar, Kara Ağaç için her türlü fedakârlığı göze alan, aynı zamanda bilgi ve potansiyel açısından ilçeyi temsil etme hak ve hukukuna sahib ehil kişilerle donanımlı bir Vakıf gerçeğini, ülkenin her yerindeki hemşehrilerine anlatıp birlik sağlamayı şi’ar edinen birisidir. Ünaldı’nın Vakıf hizmeti Şatıroğlu dönemi 1998’de üyelikle başlamıştır.
   



  Bugüne kadar TV, Gazetecilik ve Şairler Yazarlar Dernekleri gibi başımı dahi kaldırmama fırsat tanımayan yoğun faaliyetlerim dolayısıyla açıkçası uzun süre ihmal ettiğimi beyan etmek zorunda kaldığım Şarkî Kara Ağac’ımızla ilgili son dönem çalışmalarımdan zevk alırcasına bir hâl tercümesi içinde, bu zat bende; bulunduğu kurumun ve yüklendiği vazifenin hakkını vermeye azimli bir bürokrat intibaı bırakmıştır. Dolayısıyla birlik, beraberlik ve dayanışma hususiyetlerinin gitgide yara aldığı bir kısır zamanda, böylesine sevdalı bir hayatın içinde bulunanlarla hemhâl olmak ve Kara Ağac’ı ‘Garaağaclı’ gibi anlamaya ve anlatmaya büyük ihtiyacımız vardır. Bu mesabede olacaklar, elbette üstlenip takib ettikleri görevleri hasebiyle belki yıllarca kendi şehirlerinden ve şehirlilerinden uzak kalmış olabilirler. Ama bu uzun soluklu uzak kalmışlığı, kısa lâkin verimli bir dönem ile hem telâfi etmek mümkün, hem de mülâhaza-i fayda eder.

4. Başkan Mehmet Beşkonaklıoğlu’yla Vakfın Hizmet Tablosu
   Pek sık olmasa da zaman zaman uğradığım Şarkî Kara Ağac Kültür ve Kalkınma Vakfı’nın tanıma şerefine nail olamadığım tek Başkan’ı, Kurucu ilk Başkan olan Alâaddin Akgün olmuştur. Buna rağmen sanki O’nu hep tanıyormuşum gibi mirası mahiyetindeki Vakıf, bir takım hazımsızlıklarla karşılaşsa da Şarkî Kara Ağaclılar’ın çok ehemmiyet vermeleri ve hizmette akamete uğratılmaması için destek sağlamaları gereken bir birlik, bir dayanışma, bir kültür ve sosyal faaliyetleri bünyesinde barındıran önemli müessese sıfatındadır.
   Bunun idrakinde olan Kara Ağac’ın hadimleri ve sevdalıları bugüne kadar Başkanlık makamını da,Yönetim Teşkilâtını da kimsesiz bırakmamış ve gayesine uygun çalışmaları gerçekleştirmişlerdir.

 
 
   2013 ve 2014 yılı itibariyle Başkanlık makamında bulunan kişi Şarkî Kara Ağac’ın evveliyatından da Medrese Bânisi olarak okuduğumuz Beşkonaklı Osman Fevzi’den itibaren Beşkonaklıoğulları olarak nam alanları hâtırımıza getiren Mehmet Beşkonaklıoğlu’dur. Vakıfların meşakket yükünü bilerek bu çok hassas vazifeyi omuzlayan Mehmet Beşkonaklıoğlu, bütün zamanların geleneğini sürdürme işleri arasında; Ayda bir defa Olağan Yönelim Kurulu Toplantısı’nın yapıldığı Şarkî Kara Ağac Kültür ve Kalkınma Vakfı’nın da her Vakıf veya dernek gibi hemşehrilerine karşı olan genel yükümlülükleri arasında elzem ihtiyaçlardan; yiyecek yardımı yapmak, üniversitede okuyan öğrencilere öğrenim bursu vermek geliyor.
Sanat ve Kültürel faaliyetleri olarak da en başta Şarkî Kara Ağac’ın tarihten gelen ve ta 1522’li yıllarda dahi Hamid Livâsı’nda 12.679işçinin istihdamının söz konusu olduğu ecdad mesleği helvacılık adına her yıl Haziran-Temmuz arası Helva Bayramı organize etmeyi ve her ayın ilk Pazar günü vakıf binasında Hemşehriler Günü ile Ramazan aylarında iftar yemekleri ve muhtaç ailelere maddî ve manevî yardım ulaştırmayı şi’ar edinen vakıfta, ayrıca Başkent’e özel turizm fuarlarında yer almak, mülkiyeti kendisine ait binasında Türk Sanat Mûsikisi korosunun ses ve müzik çalışmalarına imkân sağlamak ve konserler verdirmek gibi kültürel çalışmalar da yapılmaktadır. Bu itibarla vakıfa uğrayanlar sık sık Kara Ağaclı Raşidler’den değerli Bestekâr Udî Ali Osman Güngör’ün udundan ve Sezer Akkuzu gibi sanatçılarımızın sesinden nağmeler dinleme şansına sahib olmaktadırlar. Vakıf, kurumlar arası dayanışmayı da esas aldığından Şarkî Kara Ağac Belediyesi işbirliğiyle bir takım faaliyetlerde bulunarak ilçe merkezli okullarda da şiir ve nesir yarışmaları tertiplemektedir.
   Konya, Manisa, Bursa, Zonguldak ve Eskişehir ön sıralarda olmak üzere Türkiye’nin her yerinde mevcut olan hemşehri potansiyeli, bir dönem Vakıf Müdürlüğü yapan Halil İbrahim Bayır’ın verdiği malûmata göre takribi 40 binin üzerindedir. 10 veya 15 bini Ankara’da, 5 veya 10 bini İstanbul’da, 3 veya 5 bini Antalya’da, bin veya 3 bini de İzmir’de iskân eden Şarkî Kara Ağac’lıya, vefat edenlerin haberlerini mevcut istihbarat koordinasyonuyla anında bildiren vakıf, cenazeevlerine hoca göndermek suretiyle de onların yanında olmaktadır. Bilâhere de ahirete intikâl eden şehid ve müteveffa kardeşlerimiz için her sene Ocak ayında mevlid okutmaktadır.
   Kadın Kolları’nın da sıkı bir çalışma içinde olduğu ve bu suretle hayr çarşıları, geziler ve çay toplantılarının tertib edildiği vakfın; Musa Galip Eroğlu Başkan’lığında İstanbul, Mevlüt Erdem Başkan’lığında Antalya, Necati Çetiner Başkan’lığında İzmir ve köylüm Rüştü Şencan Başkan’lığında Isparta İl Temsilcilikleri ve Metin Altıntaş Başkan’lığında da Şarkî Kara Ağac’daİlçe Temsilcilikleri vasıtasıyla taşralısı-yerlisi birbirlerinden haberdar edilmeye çalışılmışsa da bu durum söz ettiğimiz 40 binlik hemşehri kitlesine elbette kifayetli değildir. Buna rağmen, kendidöneminde gayreti ve samimiyetiyle Vakfın Genel Başkanlığı’nı yürüten Ali Ünaldı’nın eldeki mevcut Kara Ağac belgelerine yenilerini ekleme isteği ve ilçemizin çehresini değiştirecek, aynı zamanda ufkunu genişletecek resim albümleriyle, hakkında yazılmakta olan yeni eserlere el atma çabası, elbette Beşkonaklıoğlu döneminde de geleneğini sürdürecektir. Burada bir notu düşmemiz de fayda telâkki edecekse; İstanbul Temsilciliği tarafından Musa Galip Eroğlu imzasıyla çıkartılan ‘Şarkikarağaç’ isimli 226 sayfalık bir kitab ile her ne kadar kişilik bilgilerine yer verilerek Türkiye genelindeki hemşehrilerimiz tanıtılmaya ve tanıştırılmağa çalışılmış ise de mezkûr kitabta yeterli hemşehri sayısını bulamıyoruz.

Varolan ve Kaybolan Kültür Miraslarımız
Anabora Bölgesi: İlçe için en önemli sayılabilecek Anabura bölgesi köylerden Salur’un güneyinde Belceğiz’in de kuzeyindeki antik bir şehir olup buradan Strabon’un ‘Geographika’ isimli eserinde geniş bir biçimde bahsedilmektedir. Kısaca tarihine baktığımızda kalesi Salur’un Enevre mevkiindeki Kızılkale dağı üzerindedir ve Roma döneminden kalmıştır. Tiyatro, kale ve bazı bina kalıntıları olan yerlerkazılarla bugün tamamıyla tahrib olurken,bir de Enevre mevkiinde bazı firmalarca mermer, taş ve kum gibi malzeme üretme bahanesi altında buradaki yaptıkları tarihi geçmişe dayalı çalışmaların ana gayesi, hep hazine aramadan ibaret gibi görülüyor. Dolayısıyla firma görevlilerinin çektiğimiz fotoğrafları bu noktada düşünmeleri konunun hassas tarafını bir daha ortaya koyucu niteliktedir.
Zengibar Kalesi: Şimdiki adı Muratbağı olan köye nazır dağın üzerindedir. Naturalist Historia (Doğa Tarihi) isimli eserin müellifi Plinius’un bahsettiği MS. 75’li yıllardaki dağ yamaçlı bölgenin ilk Neâpolis şehrinin kurulduğu yer bu kale bölgesindedir. Kent üzerinde pek fazla kalıntı eser olmamakla birlikte tiyatro ve tapınak temelleri halâ varlıklarını sürdürmektedirler.
Ördekçi Kalesi: Ördekçi sivrisi üzerindeki kale tahrib olmuşsa da halâ mevcuttur. Yine buralarda da mermercilik hüküm sürmektedir.
Öşekçi Mağarası: İlçeye 7 Km uzakta kara tepededir. Türkiye’nin en eskilerinden olduğu söylenen mağaranın içindeki sarkıt ve dikitler dikkati çekmektedir.
Selçuklu Gözetleme Kulesi: Gedikli Köyü sınırlarında Beyşehir Gölü içinde bulunan ve halk arasında kilise olarak bilinen kule halâ mevcudiyetini korumaktadır.
Netice: Kara Ağac’ın tarihinde saklı bir hazine mevcuttur ve bu hazine de bir kısım kurum ve kuruluşların iştihasını kabartmaktadır. Bu itibarla tarihi eserlerin veya o eserleri barındıran alanların korunması için devletin göstereceği hassasiyet çok önemlidir.

Kara Ağac Medreseleri
   Cumhuriyet öncesi Osmanlı Devleti zamanında Kara Ağac’da birçok medrese yapılmıştır. Tarihî kayıdlar ve nakiller itibariyle ilçede bilinen medreseler: Durmuş Efendi Medresesi, Hâcı Emîn Efendi Medresesi (Minareli), Süleymân Efendi Medresesi, Beşkonaklızâdeler Medresesi, Koca Rüşdü Efendi Medresesi, Müftü Rağıp Efendi Medresesi, Hartuşlu İbrahîm Efendi Medresesi ve Hâcı Sa’id Efendi Medresesidir.
   Fakat Cumhuriyet’ten bu yana hükmünü yitiren medreselerin hiçbirini bugün ilçede görmek mümkün değildir. Bir misâl verecek olursak; ilçede Cumhuriyet öncesi dönemlerde 8 medrese ve 436 öğrenci ilim tahsili için tahsis edilmiştir. Bunları dönem dönem Sâl-Nâmel’lerde vermiş bulunuyoruz. Bu medreselerin en meşhuru III. Selim zamanında yaşamış olan Ahmed Rüşdü Efendi’nin ve dahi Hâcı Ahmed Rüşdü’nün ders okuttuğu Koca Rüşdü Medresesi ve Hâcı Emin Efendi Medresesi olarak bilinse de bunların hemen hepsi, hem Kara Ağac Nâhiyesi, hem de Kara Ağac Kazâsı için oldukça ehemmiyetlidirler.

Kara Ağac Kabristanları
   Yerleşim tarihi kayıdlarda 1475-1490 olarak görülen Nâhiye Kara Ağac’ın en eski mezar taşlarıyla süslü ve merkezî kapsamlı merkezî mezarlığı Merkez Ağa’dır. Mezarlıklar konusunu en belirgin bir biçmide işleyen Emekli Albay İsmail Özgümüş’e göre buradaki ilk mezar Hicrî 1204 (1788) tarihli ve Abidinoğlu Salih’e ait 225 yıllık bir mezardır. Buna göre devamındaki diğer en eski iki mezarın kaydıysa; ‘Hâcı Muhammed-ül Emin Efendi: H.1229-12 Şevval 1321 ve Abdülkerimzâde Kara Osman: H.1229 (1813)’ şeklindedir ki bu tarih bile Osmanlı Genel Nüfus Sayımı’ndan bile hayli öncedir.



 Yine Kara Ağac’ın mezarlıklarındaki durum itibariyle birkaç mezarı en eski telâkki etsek de hem başucu taşlarının ekseriyetinin yazıdan mahrum olması, hem de 1475-1501 yılında görülen iskân itibariyle 500 yıl öncesine ait olanların kaybolup gitmesiyle mezarlarımız bize, tam tarih vermemizi imkânsız kılıyor. Buna ilâveten yerlerinin zamanla kaybolması gibi hususiyetler de tam tesbidlere imkân tanımıyor.
   Kara Ağac’ın Kabristanları hususunda geniş bir araştırmayı gerçekleştiren Albay Özgümüş bu mezarlarda; “İsimlerini daha önceden bildiğim, büyüklerimden menkıbelerini dinlediğim kişilerden müderris, ulema, ulema-i azam, ulema-i kiram, seyyid sıfatlı özel kişilerle beraber Kerametli Mustafa Efendi Nakşibendi Hulefası Tireli Mehmet Efendi; Çanakkale şehidi Diremoğlu Ali Efendi ve büyük üstad, onlarca kaynak eserin yazarı KOCA RÜŞTÜ Efendi’nin oğlu ve kerimesinin kabirlerine rastladım. Rastladığım bu kabirlerden bazıları 1940’lı yıllarda kaldırılan Şeyh Menteş Mezarlığı’ndan Kale Mahallesi Kabristanı’na nakledilen kabirlerdi. Evlâdları müderris Ragıp Efendi (Vefatı Hicrî 1320) ve kerimesi Zeynep hanım (Vefatı Hicri 1321) Rüşdi Efendi kerimesi Fahriye (Vefat Hicrî 1266) mezar taşındaki Rüşdi; Ahmed Rüşdi’den farklı olmalıdır. Evlâtlarının kabirleri nakledildiğine göre Koca Rüşdü Efendinin de kabrinin aynı yere nakledilmiş olması kuvvetle muhtemeldir” diyor.
   Zamanla, Şeyh Menteş Mezarlığı’nın şehre yakın bölümüne 1930’da Sebze Pazarı, devamında 1950’de hastane, sonra da Lise, Sağlık Meslek Lisesi ve Sağlık Ocağı yapılıyor. Sebze pazarının bugün kuzey batı köşesindeki pideci fırınının bulunduğu yerde, kısmen fırın dışında ise üzeri ahşap örtülü Şeyh Menteş Türbes’nin, kendi başına durmakta iken O’nun da 1940’lı yıllarda kaldırıldığından bahseden Özgümüş, birkaç mezarın ayrıntılarını tam okuyabilmek için taşlarını pas, yağ, kireç çözücü kimyasallarla temizlemeyip fırçaladığını, sonra da Kerametli Musafa Efendi, Küpçüzâde Hasan Hüseyin Efendi, Hartuçlu İbrahim Efendi’nin taşlarındaki yazıları net olarak okuduğuna dikkat çekiyor.

Merkez Ağa Kabristanı
   Merkez Ağa Kabristanı ilk hâli itibariyle daha büyük iken 1940’lı yıllarda çevresindeki yol kenarlarına zahire ve hayvan pazarı kurulur olmuş, yine aynı yerde mevcut kabristan kadar bir alana sahip bugünkü mevcut İlçe Tarım Müdürlüğü ile bir kısmına da Otobüs Terminali yapılmış, dolayısıyla da alanı daraltılmıştır. Merkez Ağa Kabristanı’nda medfun önemli zatlar; Artovalı Seyyid Şaban Ağa (H.1 Şaban 1337), Rüşdiye Muallim-i evveli Abdülkerim Fahri Efendi, Abdülkerimzâde Kara Osman (H.1229), Müderrisi kiramdan Hacı İsmail Efendi (H.1290), Cami-i Kebir Hatibi ve İmamı Hâfız Osman Efendi (H.1288), Ulemâ-i meşhur Veliyyüddin (H.29 Rebi’ûl evvel 1288), Ulemâ-i Kiram’dan Nedim Efendi (H.1272-1329), Ulemâ-i Âzam’dan Kerametli Mustafa Efendi (H.1267/M.1851), Serdengeçti Seyyid Şaban Ağa (H.16 Şevval 1337), Küpcüzâde Hafız Hasan Hüseyin Efendi (1338) Ecirefendizâde Hâcı Ömer Efendi’dir. Kal’a Kabristanı’nda medfun önemli zatlar da; Mollaahmedzâde Hâcı Ali Efendi (H.14 Zilhicce 1287), Eşrafdan Molla Hâcı Abdurrahman (H.14 Zilhicce 1309), Mollaahmedzâde Hâcı Fevzi (H.24 Recep 1323)’dir. Alcıklar Mezarlığı’na gelince burasının büyük bir kısmı TMO ile İlçe Jandarma Komutanlığı binaları için lağvedilmiştir. Burada TMO’nun kuzey batı köşesine düşen kısımda hâlen Pürçüklü Dede Türbesi’yle Nakşibendi Hulefalarından Tireli Mehmed Efendi’nin (H.15 Safer 1318) mezarı bulunmaktadır.
   Kazâdaki bilinen yatır sayısı, Şeyh Menteş başta olmak üzere, Hamam Sokak’taki isimsiz zat, Orta Mahalle’deki türbede metfun Sıtma Dede, Çarıksaray yolu istikâmetinde Arab Mezarlığı diye bilinen yerde definecilerin harab ettiği bir yatır olmak üzre yedi adet görünmektedir. Yine tekrarlarsak; 1522 Tarih ve 438 Nolu Muhasebe-i Vilâyeti Anadolu Defteri (s. 25-26) ve Kişi ve Cemâ’at Adları bölümünde de şu isimler görünmektedir: Devlethân Bey, Fazlullâh Paşa, İshâk Paşa, Mevlânâ ‘Ali Evlâdı, Muhy’id-din Semerkândi evlâdı, Mustafa veled-i Karzat (Kozan), Sarı Seydi (Hamid Livâsı İl Yazıcısı), Saru Dânişmend evlâdı, Sökük Sayan Baba (Belge 4), Şeyh Ahmed evlâdı, Şeyh Emîr Ahmed ve Şeyh Sagir.
   Zamanında, harika bir ahşap işçiliğine sahib küçük bir mezarlık da bugünkü kütüphanenin bulunduğu yerdeki Zekeriya Paşa Mescidi yanında bulunmaktaymış. Câmi ve mezarlık kaldırılarak yerine 1930’lu yıllarda Halkevi (bugünkü kütüphane) yapılır ve menkıbesi mezar taşı altında açıklanan Kerametli Mustafa Efendi misâlinde bazı kabirler de buradan şehir mezarlığına nakledilir.

Kızıldağ Millî Parkı
   İlçeye birkaç kilometre mesafededir. Soğuk suyu kadar sık ormanı içindeki Dünya'da oksijen yoğunluğuyla 3. sırada, fakat tek örnek çam ağaçlarıylaGöğüs hastalıklarından nefes darlığı tedavisinde öne çıkan bir hastahaneli bölgedir. Her yılın Temmuz ayının ilk haftasında bu mevkîide yapılan Bayram niteliğindeki Kızıldağ Geleneksel Helva Günü, zaman zaman basın ve yayın kuruluşlarınca ülke gündemi olarak değerlendirilmektedir. Kızıldağ bir anlamda Halvacılık Geleneği’nin en itibarlibir şekilde yaşatılması için ülke genelindeki bütün Şarkî Kara Ağac’a gönül ve ruh veren insanları bir araya getiren ‘Geleneklerimizi Yaşatma ve Yaşadıklarımızı Hıfzetme’ merkezli bir buluşma ve birleşme mecrasıdır.

Kızıldağ Noktası’ndan Halvanın Tarihi
ve Halvacılığı Temsil

   Arapca’dan türeme helva ifadesi huluv ve حلوى Halwa kelimelerinden gelen tatlı-güzel manâsında olsa da Orta Asya Türkleri’nin sofrasında yer alan gerçek bir Türk buluşudur. Helva esasen katkısı, imali, damak tadı ve lezzeti yönüyle diğer tatlı mamûllerinden çok daha farklı bir mahiyete sahibtir ve yemek kültürümüzün tatlı kategorisinde müstesna bir yeri vardır. Çeşitleri ise evde yapılması çok zor olan susam ve şeker karışımlı tahin helvası, tahinden daha hafif olan yaz helvası, fındıklı helva, üzümlü helva, cevizli ve fıstıklı helva, özellikle de çocukların yaz-kış tercih ettiği kâğıt helva ve tel helvadır. Âdeta kardeşliğin el ele birliğini tesis edici çember oluşturularak ve çekilip bükülerek hazırlanan helva türünden tel helva, yani pişmaniye en başta bilinenleridir. Tarihi, Kaşgarlı Mahmud tarafından kaynak verilecek derecede çok eskiye dayanan helva, Hindistan ve Bangladeş gibi ülkelerde bezelye ve havuçtan mamûl, koyu kıvamlı bir akıcı tatlı olarak yapılsa da, Balkanlar ve Orta Doğu'daki tahinle yapılanlar daha ustaca ve daha aslına uygun damak tadındadır.
   Sektör olarak her zaman kendisine dükkânlardan müteşekkil mükemmel çarşılar bulabilen helvanın girmediği bir Türk şehri, kasabası ve hattâ köyü düşünülemez. Yerli ve yabancı seyyahlar her zaman düğün, dernek, ziyafet, davet ve merasim gibi topluluklara hitabeden yerlerde misafirlere ikram olarak sunulan ve Türk Milleti’nin geleneğine has, olmazsa olmazlarından bu tatlı çeşidinden sitayişle bahsetmişlerdir. Normal mevsimlere tamamen hükmeden helva, kış gecelerinde de köşk, konak, saray, harem, oba, çadır yahud edebî meclisler gibi ne kadar aile veya cemiyetleşme içi mekân varsa orada da ikram unsuru olarak karşımıza çıkar. Kendi özelliğinde mübarek gün ve gecelerde, tekke ve dergâhlardaki kazanlarda yerini müridinden dervişine, fakihinden mollasına, müderrisine ve hattâ şeyhülislâmına, sultanına kadar makam ve mertebe gözetilmeden her kişiye ikram edilen helva, damak tadını gönüllere de işletmiş, şiirlerde kendisini göstermiştir.
   Böylesine engin ve zengin bir vasfı bulunan helvanın en ihtişamlı bir devri bulduğu yer ise elbette Nâhiye Kara Ağac olmuştur. Orta Asya’da varlığını gördüğümüz helvacılık Selçuklular döneminde Anadolu’da boy göstermiş, daha sonra hem Karamanoğulları, hem de Osmanlılar ile sanatının zirvesine taşınmıştır. Osmanlı saraylarının da en muteber tatlılarından olan helvanın baş ustalarından birisi Isparta’nın ünlü erkânlarından Mahmud Efendi’nin; doğumu meçhul, fakat vefad tarihi 1633 olarak tarihe geçen kayınpederi Halvacı Mehmet Efendi’dir.
   Şarkî Kara Ağac’ın 1839 Osmanlı Genel Nüfus Sayımı itibariyle listeden taradığımız 268 halvacı sanatkârı içinden; Çankırı İmareti’nde Şarkî Kara Ağac’lı helvacı Asım Usta ve Damadı İbrahim Usta, helvacılarının birçoğunun, Şarkî Kara Ağac’lı olduğu Konya’nın Çıkrıkçılar’ında küçük bir imalâthanede 1880’de Helsan Helva'yı kuran Mehmed Ali Efendi, 1903’te Şarkî Kara Ağac’dan Eskişehir'e varıp Eriş Helva’yı hayata geçiren Kançor Mehmed Emin Usta, Şaddaklar’ın Hasan’lar, 1946’dan bu yana Ankara’da helvacılık mesleğini sürdüren Abdurrahman Tatlıcı’lar, kısacası Halvacı Hüseyin’lerden Halvacı Mustafa ve Halvacı Ahmed ve Mehmed’lere değin taşradaki her ferdi, bu mesleği sılası Şarkî Kara Ağac’da öğrenmiş, kavramış ve geliştirmiş, sonra da ticarî hayatlarını geliştirmek gayesiyle potansiyel şehirlere akın etmişlerdir.
   Sadece Müslim teba’aya değil, aynı zamanda son asrın meşhur ustalarından sayılan gayr-i Müslim Lefter ve Abiye gibi birçok ustanın emek verdiği helvacılık; yine en eski tarihî geçmişe sahib en ehil ve en müdavim ustalara, ustaların üzerlerinde ilmik ilmik sanatlarını dokuduğu veledileriyle halife, şakird, çırak ve yardımcılarına istikbâl ve ikbâl yolunu açan nadide bir meslek olmuştur. Dolayısıyla çok itibarlı ve çok meşhur bir meslek olan ve tarihi boyunca Ahmed-i Eflâkî, İbn-i Batuta ve Evliya Çelebi gibi seyyahları cezbederek hakkında övünmelerde bulunmalarını sağlayan helvacılık, ülkemizde kendisine hayat kazandıran unsur olarak birinci sırada Şarkî Kara Ağac’ı göstermek durumundadır.
   Şarkî Kara Ağac; Helva Bayramları’nda ülkenin birçok yerinden gelen misafirlerini bağrına basarak sıla-yı raim mevsimlerinin hoşnutlukla geçmesini sağlarken, Şarkî Kara Ağaclılar da; gelenekselleştirdiği Helva Bayramları’nı geçmişten bugüne hep Pandal namlı Kızıldağ’ın eteklerindeki mesire alanlarında yapmaktadırlar. Bu Helva Bayramı’nın en belirgin özelliklerinden birincisi elbette helvanın Gara Ağaclı ustaların elinde ne kadar güzel işlendiği ve misafirlere itinayla sunulduğu noktasındadır. İkincisi ise Gurbette Gara Ağaclılar sıfatını taşıyan, ekabirden avama, siyasetciden bürokratına kadar her kesim insandan müteşekkil bir hemşehri kitlesini Helva Bayramı vesilesiyle biraraya getirip hasret yenileme, muhabbet geliştirme ve fikir teatisinde bulunma hususiyetidir.
   Netice itibariyle Cumhuriyet dönemlerinde telâffuzu ‘Helva’ya çıkan, fakat 1839’lu yıllardaki bu mesleğin sanatkârları diliyle geçmişlerinden gelen ifadelerle esas tabiri ‘Halva’ olan bu önemli damak lezzeti, Kara Ağac’ın Dünya’ya açılan penceresinde milyonların nefaset havasını içine çektiği hem çok önemli bir besin gıdası, hem de aynı zamanda bir ticarî sektörüdür. İşte bunun içindir ki Şarkî Kara Ağac’da olsun, Ankara gibi potansiyel Başkent şehrinde olsun ilçemize has Helva Bayramı geleneğinin -daha doyurucu ve dışa açılımlı proje ve proğramlarla- her yıl daha da heyecanla ve ehemmiyetle sürdürülmesi gerekir.

Höyükler ve Kabartmalı Taş Eserler
   Bir nev’i yerleşim alanlarındaki en eski tarz ve üslûbları bize yansıtan höyükler Şarkî Kara Ağac’da birçok yerde mevcuttur. Bunlardan bazıları; Nudra (100x100 metre çapında ve 5 metre yükseklikte), Örenköy (köyün bir kilometre kuzeybatısında, 200x150 metre çapında, 10 metre yükseklikte), Çavundur, Yaka-Eymür, Beyköy, Ördekçi, Armutlu, Yeniköy (bu köy çok yeni bir yerleşim yeridir ki dolayısıyla buradaki höyüklerin tâbi olduğu alan Karye-i Yağcı veya Çöküler’e aittir), Kıyakdede, Arak, Karayaka, I. ve II. Karaçayır höyükleridir. Bugün koruma altında bulunan höyükler Eski Tunç döneminin özelliklerini taşımaktadırlar.
 


 Bu höyüklerin yanısıra ayrıca Fakılar’daki (Fukahalar- Fakihler) meydanda at kabartmalı taş ile Çeltek’in (Çeltik) 1954’te yapılan ilk çeşmesindeki Hz. İsa ve havarilerini temsil motifli kabartma taş ve yine Çeltek’e 19. asırda yerleşmiş, yakın tarihin ilk sâkinlerinden sayılan Fazlılar lakâblı Kocahüseyioğlu Fazlı Mustafa’nın tarihî evinin temelinden çıkan ve yan tarafında Bizans yazısı işlemeli lâhit benzeri kayataşı da Kara Ağac’ın sahib olduğu tarihîmiraslardır. Elbette Kara Ağac’a ait tarihî eserler bu kadarla sınırlı değildir. Dolayısıyla Fukahalar devrinin manidar köylerinden Fakılar ile son zamanlarda bazı defineci zümrenin oyduğu ve tarihin gizli yüzünün ortaya çıkmaya başladığı Armutlu kayalığı, eski Sürütme’nin oturduğu alanın alt bölümleri, geçmişinden sadece mezarlığı kalmış olan Şarvan çevresi, Kızıldağ’ın araştırılmamış vâdi kısımları, kaybolan Akça-kal’a başta olmak üzere yıkılıp kaybolan Kara Ağac derbend ve kal’a mevkîileri, köylerden Zengibar, Çarık ve Köprü tarafları araştırılması ve aydınlığa kavuşturulması gereken muhidlerdendir.
   Hülâsa Kara Ağac’da tarih yüzüne, varislerden kalma miras ışığının vurulmasını bekliyor.

Veda Vaktinde İki makale:
OSMANLI’NIN SON DEVİRLERİNDE
ÇEKİRGELERDEN ÇOK ÇEKMİŞİZ..


   1954 yıllar.. Çocukluğumuzda kendimize gelmeye başladığımız bir tarih dilimi..
   Önce doğduğumuz Yeniköy’ü, sonra Kara Ağac’a duhûlümüzü, nihayet Çoban uşağı Çeltek bozması Çeltik’e gelip oturmamızı dahi tefekkür edemediğimiz zamanların başlangıç noktası.. Osmanlıca dilde mezara da meal veren SİN’imiz, yani YAŞ’ımız, tam bilemediğimiz 8 ilâ 10 arasında.. Peki niçin yaşımızı tam bilemiyoruz? Çünkü o günkü şartlar itibariyle birçok insan bir doğmuşun gününe not düşecek tahsilden mahrum.. Bütün meşgûliyet çok zor sıkıntıların içinden sıyrılıp biraz nefes almanın üzerine gelişiyor..
   İşte ben; o uzun bacaklı, pervane kanatlı ve helikopter kafalı, ekin yeşili bedenli, ikide bir ancak hoplayıp zıplayan ve sonra daha ziyade başak tanelerinin nazlı nazlı sallanıp durduğu ekin saplarına musallat olan çekirgeleri böyle bir zamanda tanımışım.. Halbuki onlar, kazanç elde etmeye çalışan insanoğullarının arasına tarihin her döneminde musallat tıynetleriyle, girmeyi başarmışlardır. Ve onlar insanoğullarının ektiği ve diktiği her nebatı bazen kuru bir iskelete çevirecek kadar kemirici bir hâl almışlar ki devir devir insanlığı, kendileriyle ara ara çok geniş bir mücadeleye girişmeye mecbur bırakmışlardır.
   Çocukluk çağlarıma renkli bir zıplama sanatıyla gelip yerleşen bu varlıklara, aradan uzun yıllar geçtikten sonra Dâhiliye Nezareti İdare-i Umumiye Belgeleri’nde önce şu hükümle rastladım; “Isparta Sancağı’nın Keçiborlu Nâhiyesi’nde çekirge istilâsı tekrar zuhur etmiştir. Bu konu hakkında Konya Vilâyeti tarafından 8 Haziran 1899 tarihinde Dâhiliye Nezareti’ne bilgi verilmiştir. Bunun üzerine Dâhiliye Nezareti de 26 Haziran 1899 tarihinde Konya Vilâyeti’ne çekirgelerin zarar vermesine meydan bırakılmayarak, bir an evvel imha edilmesi konusunda talimat vermiştir.” (168) Sonra da; “Çekirge istilâsının Isparta Sancağı’nın hemen her tarafında zuhur ettiği ve bazı köylerde de uçkun hâle gelen çekirgelerin, ekinlere zarar vermeye başladığı ortaya çıkmıştı” bilgisiyle karşılaştım. Bilebildiğimtarihin bütün zamanlarını dikkate alarak söylemem gerekirse, zannediyorum ki bu, bizim Hamideli’ne mahsus bir ilk âfet meselesi de değildir. Tarihi deştikçe zaman bizi çok gerilere götürüyor. Bakıyorum ki Isparta’da 1844 yılında da bir çekirge istilâsı meydana gelmiş ve bu âfet uzun yıllar devam etmiştir. Yani 1889’larda da, daha sonraki yıllarda da Isparta Sancağı’nda bu âfet kendini göstermiştir. Nihayet tarihi hakkında bilgi edinmeyi kendimize şiar ve büyük meşgûliyet addettiğimiz Kara Ağac Kazâsı’nda da bir çekirge âfeti yaşanıyor ve 1916 yılının ilkbahar mevsiminin ilk günlerinde çekirge mücadelesi ile mükellef olan kazâ ahalisi tarafından, tam 9 ton çekirge tohumu toplanıyor. (169) Hâdiselere genel olarak baktığımızda;o günün şartlarında köylerdeki mevcud nüfus, çekirgelerle mücadele etmeye kâfi değildir. Dolayısıyla yerel yönetim tarafından, kasabadan temin edilen çok sayıda amele köylere gönderiliyor. (İncelediğimiz ve ileride dizi yazımızda da görüleceği üzre H. 1246 tarihli temettü‘âtta Nâhiye Kara Ağac’da vergiye tâbi olan çok sayıda amele var.)
   Böylece 16 Mayıs 1916 tarihine kadar da 1.283 tona yakın çekirge telef ediliyor. Buna rağmen Konya Vilâyeti tarafından o tarihlerde kendisine bağlı olan Isparta’ya 200 jandarma mektebi talebesi ile 70 asker ve mükellef amele gurubu gönderilerek çekirgelerle mücadele çalışmaları başlatılıyor. Fakat çekirgelerin telef edilmesi ve malûm âfetin önünün kesilmesi hususundaki bu çabalar da kâfi gelmiyor. Bunun üzerine Konya Vilâyeti, Isparta Mutasarrıflığı’ndan, mükellef olanlardan başka bütün kadın ve çocukların münasip bir ücretle, çekirge olan mahallere gönderilmesini taleb ediyor. Diğer taraftan Konya Valiliği tarafından 16 Mayıs 1916 tarihinde, Isparta’daki bütün mekteblerin tatil edilerek müsait olan talebelerin ve bunlara dâhil olacak fırıncı, bakkal ve aşçılar gibi ahalinin zarurî ihtiyacı ile ilgili olan sanat erbabı hariç olmak üzere, bütün esnaf ile sair ahalinin ücretli olarak çekirge itlâfına gönderilmesi de, yine Isparta Mutasarrıflığı’ndan taleb ediliyor.
   Peki sadece Konya Valiliği’nce yapılan bütün bu çalışmalar, Isparta Sancağı’nın önemli çoğunluktaki kazâ ve köylerini işgâl eden çekirgelerin itlâf edilmesinde, kesin bir netice sağlamaya kâfi gelmiş midir? Elbette cevabı hayırdır. İşte bunun üzerine de Konya Vilâyeti, 16 ve 17 Mayıs 1916 tarihlerinde iki defa Dâhiliye Nezareti’nden, Isparta’da çekirge itlâfının başarıyla sonuçlanabilmesi için Konya’da bulunan Depo Taburları’nın veya İzmir’den iki-üç Amele Taburu’nun Isparta’ya sevk edilmesi talebinde bulunuyor. (170)
   Bu ve bunun gibi birçok çalışmaların yanısıra mücadelede bizzat yerel yönetimler de yer alıyorlar ki meselâ Beyşehir’de 7,056.5, Isparta Livası’nın Kara Ağac Kazâsı’nda 6,479.15 ve Tefenni ile Burdur’da 24,754.2 ton olmak üzere toplam 38,289.85 ton çekirge tohumu toplanarak itlâf ediliyor. İtlâf denince tarihin bir başka dönemine gidecek olursak; Konstantiniyye’nin fethedildiği, fakat henüz İslâmbol adına münhasır olamadığı tarihlerde şehirdeki başıboş ve tehlike arzeden köpeklerin vurulması için talebkâr avcılar aranır. Müslüman Türkler arasından köpek itlâfına taleb olmayınca işin icrası Levantenler’e kalır. İki hâdisede bir lâfın gelişi, kıyas yapmamıza gerek var mıdır? Hayır.. Zira bu tehlike Konstantiniyye’deki sokak köpekleri tehlikesinden daha elzem ve çare üretmeye mecbur bir tehlikedir. Esas mezuuya dönecek olursak neticede çekirge tohumları bulunan mahallerden 10 bin dönüm miktarındaki araziler de sabanlarla sürülerek çekirge mekânları özel bir koruma altına alınıyor. Yapılan bu çalışmalar Konya Vilâyeti tarafından, Dâhiliye Nezareti’ne bildirilerek tahsisat talebi tekrarlanıyor. (171)
Peki bundan sonra ne olmuştur? Konya Vilâyeti’nin vermiş olduğu bu bilgiler ve tahsisat talebleri, Dâhiliye Nezareti tarafından 9 Ocak 1916 tarihinde Ticaret ve Ziraat Nezareti’ne iletilmiştir. (172)
   Dâhiliye Nezareti 11 Ocak 1916’da Ticaret ve Ziraat Nezareti’ne, çekirge tohumlarının toplanması ve itlaf edilmesi konusunda Burdur Mutasarrıflığı’nın bir kusuru olmadığını ve bu konuda yapılan ihbarın asılsız olduğunu bildirmiş, Isparta ve Burdur sancakları için istenilen tahsisatın acil olarak gönderilmesini bir defa daha talep etmiştir. (173)
   Bunun üzerine Ticaret ve Zirâ’at Nezareti tarafından üç bin liralık tahsisat, Konya Vilâyeti’ne gönderilmiş ve bu konuda 29 Ocak 1916’da Dâhiliye Nezareti’ne de bilgi verilmiştir. (174)
_________________________________________________
168-BOA. DH. MKT. Dos.2215, no.137
(*) Resim, çeşme korumaya alındığından net değildir.
169-BOA. DH. İUM. Dos. E-17, no. 1.59 a.g.e, Lef. 6
170-BOA. DH. İUM. Dos.56, no. 34. Lef. 1-2.
171-Aynı Belge, Lef. 6
172-Aynı Belge, Lef. 7.
173-Aynı Belge, Lef. 8.
174-Aynı Belge, Lef. 9.


   1916 yılındaki çekirge istilâlarının bir ayağını da Konya Vilâyeti’nin Isparta ve Burdur livalarıyla Beyşehir, Seydişehir ve Akşehir kazâları teşkil eder ki çekirgeler bir yıl boyunca bu bölgelerde de, görevli memurların gayreti neticesinde toptan telef edildikleri 1917 yılına kadar âfetlerini sürdürürler. Çekirgelerin toptan telef edilebilmesi ve mahallî mahsulün kurtarılabilmesi hususunda işin vehametini anlamak; Konya Vilâyeti Zirâ’at Müdürü Teodor Efendi, Seydişehir Kaymakamı Mithat Bey ile Seydişehir Çekirge Mücadele Zabıtası Kirkor Fuat Efendi, Kara Ağac Kaymakamı Ahmet Bey ile Kara Ağac Muakkiplerinden Murat Ağa ve
   Arap İsmail Ağa, Isparta Çekirge Mücadele Müdürü Raşid Efendi ve Burdur Çekirge Mücadele Müdürü Ali Efendi’nin nasıl önemli görevleri yerine getirdiklerini anlamakla mümkündür. İşte böyle bir anlayış çerçevesinde, Konya Vilâyeti’nce 4 Haziran 1917’de bu şahısların birer maaş nisbetinde nakdî mükâfat ile taltif edilmeleri, Dâhiliye Nezareti’nden taleb edilir. (175)
   Konya Vilâyeti’nin bu talebini, 6 Haziran 1917 tarihinde tekrarladığı ikinci talebi, (176) 12 Haziran 1917 tarihinde de, aynı gerekçe ile Çekirge Mücadele Zabıtası Şahabettin Bey’in de taltifine dair bir diğer taleb (177) takib eder. Nihayet Konya Vilâyeti’nin ısrarla hak arama talebleri sonunda ancak iş Dahiliye Nezareti tarafından bir diğer merciiye; İaşe‐i Umumiye Merkez Heyeti’ne aktarılmak suretiyle âdeta savsaklanır. 14 Haziran 1917’de ise, bu şahısların birer maaş nisbetinde nakdi mükâfat ile taltif edilmeleri hususunda gerekli işlemin yapılması istenir. (178)
________________________________________________
175-BOA. DH. İUM. Dos. Z-35, no. 52. Lef. 1.
176-Aynı Belge, Lef. 2.
177-Aynı Belge, Lef. 3.
178-Aynı Belge, Lef. 4.


   Fakat İaşe‐i Umumiye Merkez Heyeti de mezkûr şahıslara iaşe sermayesinden nakdi mükâfat verilmesinin Osmanlı Devleti ile Almanya Devleti arasında imzalanmış olan Borçlar Mukavelenamesi’nin maddesine uygun olmadığı gerekçesiyle 17 Haziran 1917 tarihinde Dâhiliye Nezareti’ne, nakdi mükâfat talebinin kabul edilmediğini, nakdi mükâfatın Zirâ’at ve Ticaret Nezareti tarafından tahsis edilmesinin uygun olacağını bildirir. Bunun üzerine Dâhiliye Nezareti, 2 gün sonra 19 Haziran 1917’de Konya Vilâyeti’nin talebini Zirâ’at ve Ticaret Nezareti’ne bildirir. Ayrıca Zirâ’at ve Ticaret Nezareti’nden nakdi mükâfatın Çekirge Tahsisatı’ndan karşılanmasını ister.
   Talebler, yine, yine talebler ve istekler yine, yine istekler.. Sonra bir daireden ötekisine tediye emrivâkileri.. Ardından nakdi ödemelerin daha uygun olması muhtemel kaynaklara yönlendirilmesi.. Yani bir nev’i erteleme mahiyetli oradan buraya, buradan oraya savurmalar ve savrulmalar.. Bize çekirgeler; bu bölgede sadece mahsulât üzerinde âfet vermekle kalmadıklarını, aynı zamanda kurumlar arası büyük sıkıntılara da sebebiyet verdiklerini işte bu arzsız talebler ve karşılıksız isteklerle de göstermektedirler.
   Peki âfetlerin müsebbibleri çekirgeler, Kara Ağac halkının ekinlerini yemiş bitirmiş, sonra da başlarına itlâfa sarmışlar da bu mesele kapanabilmiş mi? Elbette cevab yine hayır..
   Halk ve resmî kurumların çabasını, çekirgelerin bir müddetliğine Kara Ağac arazilerinin üzerinden çekip gittiklerini görüyorum da, şu ahalinin hizmetlerinin karşılığı ücretin ödendiğini görebiliyor muyum? Göremiyorum.. Çünkü o devir öyle bir devirdir ki, hem devlet ile halk arası yoksulluk, hem de geri kalmışlık ileri safhadadır. İşte bunun içindir ki çekirgelerin, bu zamanki nesile verdiği en müsbet ibret, şükredilecek bir imtiyaz devrinde olduğumuz üzerinedir. Bunu iyi idrak etmek ve şükrü unutmamak, Kara Ağac namlı Kutlu Soy’ların nesillerinin takınacağı en güzel tavırdır.

Şarkî Kara Ağac’ı Tarif Etmek
   Şarkî Kara Ağac; yani benim gözümü açtığım ve gözümü yumacağım memleketim.
   Gülleri ve Halılarıyla meşhur bilinen, ama aslında her türlü nimetin yetiştirildiği Isparta Vilâyeti’nin tarihi en eski, en manidar ilçelerinden birisi olan memleketim Şarkî Kara Ağac.
   Onu, çocuksu fikir ve düşünceler içinde tanıdığım yıl 1953.
   1953 yılı itibariyle bize şehir kültüründen emareler veren ilçem Şarkî Kara Ağac; henüz yokluk devrinin fakirliğine; köylerinin ve köylülerinin hasret çektiği, eşyada cazipliği, insanında medeni görünüşüyle gözümüzde bir İstanbul kadar büyüyen ilçeydi.Onu, bugünün medeniyet Türkiye’sindeki gençliğe tarif etmek zor olsa da yarınlara bizden kalabilecek örneklerini vermek boynumuzun borcu.
   Adı Şarkî Kara Ağac olan ve küçücük bir çarşısına ancak birkaç yerden girilip kısa zamanda gezilebilen bu ilçe, arazisinin düz, geniş ve münbit olmasıyla dikkatimizi çekerdi. Dıştan gelen hemen herkes, Batı’sından şehre girecekse, önce Donarşalı Nuh’unun değirmenini, ardından Kasaplar namlı ailenin yapısı güzel evlerini geçtikten sonra, sağ tarafta Kara Ağac Un Değirmeni’ni, sol tarafta Şarkî Kara Ağac Orta Okulu’nu görür ve öyle şehrin merkezine giriş yapardı. 1948 tarihinde faaliyete geçen bu okul, bizim 5. dönem mezunu olduğumuz bir okuldu.
   Doğusu’ndan gelenlerin şehirde ilk gördüğü ise, bahçesinde elma ağaçları bulunan Bilgiçler’in o geniş arazisiydi. Müftüler’in Bahçesi namlı bu elmalığın sahibi Sadettin Bilgiç’ti ve bakıcısı Çarıksaray’lı Mehmet’ti. Çarıksaray’lı Mehmet’in ortaokul arkadaşım Süleyman Altıntaş’ın amcaları olması, bu bahçede birçok günümüzü ağaçlıklar altında ders çalışarak da
geçirmemizi sağlıyordu. Sadece bu bahçe değildi Şarkî Kara Ağac’a özel yeşil alan. Özellikle Doğu çevresinde bir hayli bahçelikler vardı ve ağaçlarında Sincaplar cirit atıyorlardı. Zaman zaman okul arkadaşlarım Süleyman ve Şehid CengizGülcü’nün amcazadesi NudralıYusuf Ali ile bu bahçelerde ya Sincap avlıyor, ya da pelit ve ceviz gibi yiyecekler topluyorduk. Biraz berilerde de o günlerde henüz kuruluşu 5-6 yıllık, bugünkü Devlet Hastanesi vardı ve bu hastane orada, adeta bize şehrin hududu gibi geliyordu. Ki Şarkî Kara Ağac’ın yerleşim plânının ne kadar dar bir çevreye oturduğunu hudut itibariyle bu tarifin içinde bulmak mümkün.
   Şehrin kuzeyi, o günlerde yeni yeni yapılanmalarla Alcıklar adındaki mahalleyi genişletip geliştirmek ve çokluğa kavuşturmakla meşguldü. Küçük bir mezarlığı da bulunan o bölgeye dikkati çekecek tek unsur, Harmanlık adını verdiğimiz futbol alanımızda, öğrenci olarak Şarkî Kara AğacSpor’da oynadığımız futbol maçlarıydı. İşte bu spor sahasında bir takım resmi-sivil faaliyetler de yapılırdı. Bu faaliyetlerin içinde dikkat çekici olanları ise; ben dâhil, Berber İsmail Uz, İmdat ve Erman gibi okul arkadaşlarımızla Şarkî Kara Ağac adına oynadığımız futbol, güreşler ve resmi bayram törenleriydi.
Hepsi bu kadar mı da diyebilirsiniz.. Ama ilçenin en faal alanı Güney istikâmetiydi. Ki Sağ Güney ayağında Şarkî Kara Ağac için bugün çok önemli bir tanıtım sebebi hâline gelen Silindi kuşağının Kızıldağ’ı vardı. Tam da, Şarkî Kara Ağac Ortaokulu’ndan mezun olduğumuz yıl olan 1964’te bir Helva Bayramı düzenleniyordu. Daha sonra gelenek haline getirilen bu bayram, zamanla Kızıldağ’ın adıyla birlikte anılmaya başlanacaktı. Orta Güney’inde şehrin tarihi ikinci mezarlığı bulunuyordu. Mezarlığa yakın bir bölümde de Çarşamba günleri köylülerin mahsullerini alıp sattığı Hububat ve Hayvan Pazarları kurulurdu. Çoğu bakımsız ve eski model otobüslerden meydana gelen ufak çaptaki araç filosunu barındıran Kara Ağac Garajı, yine küçük çapta Petrol tesisleri, Ziraat Odası ve mahrukatçılar bu tarafların en ihtiyaci yapılanmalarını teşkil etmekteydi İlçenin eşraf sınıfından sayabileceğimiz epey köklü ailesi vardı. Bunların içinden Küpçüzâde, Şatıroğlu, Şepitçi, Togaylar, Çayırlar ve Kapcılar gibi sayısız ünvanları uzaktan saysak da, bizim Köy Çeltek’in ilerisindeki on onbeş haneli Sürtme Çiftliği’nde büyük arazileri olan Çiftçi Tevfik ve İrfan Efendi’yi daha yakından tanımıştık. Zira çiftlikte yüzlerce dönümlük tarlalarda ektikleri pancarın çapa ve sökümünde yer alan çevre köylüleri, üç-beş kuruşluk kazanç temin etmenin huzurunu yaşıyorlardı.
   Bugün, Sürtme Çiftliği hiç kimsenin oturmadığı bir arazi hâline gelmiş ve o çiftlikteki araziler de el değiştirmiştir. Ama sözünü ettiğimiz şehrin merkezindeki o meslekî ve ticarî kuruluşların halâ birçoğu ayaktadır ve görevini yerine getirmektedir. O zamanlar, Şarkî Kara Ağac denince akla ilk gelen tarihi yapılardan Câmii Kebir olurdu. Bu eserin kayıtlarda yapım tarihi 1281 olarak geçmektedir. Çok eski tarihli bir diğer câmi ise 1292 tarihinde yapımı tamamlanan Yukarı Çarşı Câmii idi. Bunların her ikisi de günümüzde varlıklarını aynen sürdürmektedirler. Bunlar kadar eski olan bir diğer yapı ise 1922 yapımlı Ziraat Bankası’ydı. Bu banka yerini, 1963 başlarında, kendisini yakından tanıyıp hakkında birçok makale de yazdığım, ailesiyle halen zaman zaman görüştüğüm ve bizim ortaokulda okuduğumuz dönemlerde Sincan’da Belediye Başkanlığı yapan Ahmet Andiçen’in de büyük hissedarı olduğu Sağlık Bankası’na devretmişti.
   İlçemizde, tarihi 13. asra uzanan iki câmiden sonra yapımı tamamlanıp faaliyete geçen üçüncü bina PTT’dir ve 1868 de, yani Şarkî Kara Ağac’ın Kazâ’lık hakkını elde etmesinin 5. yılında hizmete başlamıştır. Eğitimde ise başı çeken okulun 1926 tarihli İnönü İlköğretimi olduğunu görüyoruz. Bu okulun açılışının iki yıl sonrası 1928’de Hükümet Binası, Hükümet Binası’nın 4 yıl sonrası, yani 1932’de de Millî Kütüphanemiz ilçedeki yerlerini almışlardır.
   Bir anlamda, şehrin kuruluşundan itibaren sosyal ve resmi ölçülerde kazandığı önemi haiz yapıların sayısı bir düzineden bir kaç fazla miktara tekabül eden 13-15 kadardır.
   Sol Güney’e gelince; o günlerde bu tarafın en belirgin yapısı, yine şehrin bir diğer mezarı ile Konya Yolu güzergâhında inşa edilen bir değirmen, bir kaç yeni ev ve Pancar Kantarı idi. Kaklıcak Kırı denilen yeni ikâmet alanları, Çarıksaray yönü yapılanmalar, yeni Konya Yolu güzergâhlı yeni petroller, yeni garaj ve civarındaki yeni parklar, üniversite yahut yeni adliye ile yeniler çerçevesindeki bazı sosyal tesisler, o günlerin bakir ilçesi Şarkî Kara Ağac’da tasavvur edilenlerin dışındaydı. O günlerde; bütün bu harici sayılabilecek yerleşim unsurlarına en cazip ve en asli katkıyı arayacak olduğumuzda, merkeze inmemiz gerekiyordu.
   Merkez; Şarkî Kara Ağac’ın bir nev’i özü, sözü, itibarı, hâl ve hareketinin görüldüğü, gelip gidildikten sonra bir daha, bir daha gelinmeyi istekli kılan dükkân, meydan ve resmî makamlarıyla birleşik cazip bir ruh taşıyordu.
   Öyle bol kepçeli lokantalar henüz ihtiyaçtan sayılmıyor ve Pazar ihtiyacı için gelenler açlığını fırın içi yemekhanelerde, ekseri de tahin, helva ve sıcak somun ile gidermeyi büyük bir damak tadından sayıyorlardı.
   Merkez; öylesine büyük ve saatleri içine alacak bir zaman diliminde arşınlanacak kadar genişliğe ve ekstralığa sahip değildi. Osmanlı’nın imani kültürünü hemen akla getiren Çeşme’sinden abdest alıp, yine Osmanlı’nın ilk yıllarından kalma Merkez Câmii’ne adım atışımız; önce elimizden tutup götüren babamızın namaz hassasiyetinden, sonra ilk eğitimi veren eğitmenimizin dersinden aldığımız terbiyenin bir gereğiydi. Ki Küpçü Fahri’si, Tüpçü Şatır’ı, Defineci ve Sünnetçi Cemil’leri, Hububat Tüccarı Yatır Mehmet’i, Muhasebeci Ethem Beydoğan’ı, kasabı ve halıcısı, nalbantı ve semercisi, lokumcu ve tahincisi, hancısı ve yorgancısıyla malûl ilçenin insanlarına, öğle vaktini Merkez Câmii’nde eda etmek kadar güzel bir an olmazdı.
   Tarihî Adliye’si kendine has yapısı itibariyle ta o zamanlarda ilgimizi çekecek derecede mükemmel bir görünüşe sahipti. Ne kadar resmi kurum varsa bu bina içindeydi. Ama Belediye dediğimiz bir yerel yönetimden bi’haberdik. Çünkü Türkiye’de gerçekleştirilen 60 İhtilâli adeta yerelde bir Fetret Devri başlatmış ve belediye başkanlığı makamında bir boşluğa yol açmıştı. Buna rağmen Jandarma Karakolu, en güvendiğimiz koruma ve kollama görevini temsil eden devlet kuruluşu olarak öncelikli bir kurum durumundaydı.
   Kaymakamlık 1864’ü göz önüne aldığımızda bir asırlık maziye sahipti ama o yüzyıllık Mülk-i İdare’yi de idrak edecek ne bir ilgi, ne de bir zaruret adına yolumuz kaymakamlığa hiç düşmemişti. Ta ki askerlik çağımıza kadar.
   Galiba gurbette bir Şarkî Kara Ağac’lı olmak bu demekti.
   Gaz lâmbasının revaçta olduğu, ama gazın zor bulunduğu, sabun yerine kilin tercih edildiği, DDT’nin en öncelikli ihtiyaç olarak hissedildiği, lâstik ayakkabıların, rengârenk fistanların ve kadife pantolanların yavaş yavaş ipekten etekli çağa doğru yürüdüğü, bugün neredeyse nesli tükenen şapkaların çeşit çeşit vitrinlere dizildiği, üç-beş yumurtanın yüz kuruş yerine sayıldığı, yerli iğdesi, cevizi, termiyesi, dizme şekerleri, ithal leblebisi, keçi boynuzu ve incirin, pazarcı yolu bekleyen yolbacı çocukları kapışsın diyerek tozlu yollara atıldığı.. Kısacası, yoksulluk üzerine kurulmuş sayısız alışkanlıkların sürdürüle geldiği bir zamana, eline geçirebildiği yenilikleriyle cevab verebilen bir Şarkî Kara Ağac İlçesi.. Aradan geçen yarım asır üstü bir süreye rağmen bana göre, bugün bile ta o günlerden izler taşımakta. Tahini, lokumu ve şekeri anânevi bir imalât maddesi olarak halâ hükmünü sürdürüyor. Sebzecilikte köyleri aşama kaydetse ve elmacılık iyi bir geçim kaynağı olarak ilerletilse de, Kızıldağ’ı, turizm alanında ilk göz ağrısı olarak kısmî yer aldı ve ondan öte bir gelişme gösteremedi. Elbette bu noktadaki kısırlığın sebeblerinden birisini iyi bir tanıtımın mümkünleşmemesi ve Kızıldağ’da yeteri kadar tesislerin kurulamaması teşkil ediyor. Halbuki önce Kızıldağ ve sonra da Beyşehir Gölü sahilleri Şarkî Kara Ağac’lıyatırımcılar vasıtasıyla turizme kazandırılmalıydı. Bütün bunlara rağmen ilçe eğitim ekseninde üniversiteye ve meslekî okullara kavuştu. Orta öğretim okulları artırıldı. Önemli ölçüde göç verse de, geriye dönen emekli kesimin de etkisiyle merkez nüfusu, son sayıma göre 30 binlerde seyrediyor. Köylerle birlikte bu rakam 45 binlere yükseldi ve yeni Hükümet Konağı, Belediyesi, Jandarma Karakolu, İlçe Emniyet Binası, Ziraat Odaları, yeni çarşı modernizasyonu ve çağın gerektirdiği yeni alışveriş merkezleri, gelişmeleri öteki kuşaklara aktarma görevi adına kurulan basın yayın teşekkülleri, siyasî ve sosyal kuruluşlarıyla hem üreten hem de tüketen bir ilçe hâline geldi.
   NETİCE: Peki, bu hâliyle Şarkî Kara Ağac, bizim temenni ve arzularıma yeterli karşılığı verecek bir kimliğe sahip midir? Elbette hayır? Şarkî Kara Ağac’ın ekmeğini aşını yiyerek, havasını teneffüs ede ede kendine mevkîi ve makam elde edenlerin taşrada da olsalar, ilçe adına manâ derinliğinde ve fikrî konularda bazı çalışmalar ile “doğdukları yer”e katkı sağlamaları icabediyor. Öyle ki; hemşehricilik şûuruna tam vakıf olamamız sebebiyle Şairler Yazarlar ve Sanatsevenler Derneği Genel Muhasipliği’mde edebî faaliyetlerimize katılan Merhum değerli ilim adamı Profesör Emin Bilgiç ve Türk Koop’de, yine Profesör’lerimizden Rasih Demirci gibi birçok büyüğümüzle taa.. 1990’lı yıllarda birlikte olmamıza rağmen gönül birliği sağlayamayışımız bizi; bugünün 2009’unda gelişen Şarkî Kara Ağac’a eksik hâtıralarla intikal etme mecburiyetinde bırakmıştır.
Sözün Özü; Bana göre Şarkî Kara Ağac lâyıkıyla ele alınmış ve tanıtımı sağlanmış değildir. Bilgi ve kültür birikiminin hemen herkese ve anında ulaştırma imkânının doğduğu bir devirde, köyleri bir yana, halâ Şarkî Kara Ağac’a ait yeterli bilgilerin verilememesi adına, ortaya konulacak her türlü müsbet girişime hazır olduğumu burada ifade etmek istiyorum. 20012 yılı itibariyle, Kaymakamlığı’mız tarafından düzenlenen siteyi oldukça kifayetsiz buluyorum. Çalışmalar adeta bir sitemiz var düşüncesinden öte bin manâ taşımıyor.
   Aynı hususiyet Yerel İdare saflarında da mevcut. İnternet çağının imkânlarından uzağız. Bir istihbarat ve doküman takası, niçin hemşehrilerimiz arasında mevcut değil?
   Bağrından önemli şahsiyetler çıkaran, 25 köyü ve 3 beldesiyle tabiatın yeşile doyduğu, kendine özel Dünya’da tek örnek çam ağacına sahip Şarkî Kara Ağac, ilimdar değerlerini tanıtmayı ve hemşehri âlemini de tanımayı bekliyor. O hâlde zaman, elimizdeki imkânları, mümkün mertebe kullanma zamanı.. Nefsî muhasebe sayfasını kapatıp, eser bölümlerine elatış vaktidir..     Biz hazırız!
  Bütün hemşehrilerime selâm ve dualarımla..
 
  Bugün 1 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol