Bekir Yalçınkaya Resmi Web Sitesi
  Sincan Yıldız Kudüs Çadırı=28 Şubat/Bölüm:7
 



            Kudüs Çadırı Dosyası'nı ele alan Bekir Yalçınkaya, Kurban Seçilen(!) Bekir Yıldız ile..
      
Sincan Yıldız Kudüs Çadırı=28 Şubat
                       Bölüm: 7

Bekir Yıldız, 1994 yerel seçimi öncesi RPli Sincan Belediye Başkan Aday 
Adayları Osman Erkmen ve Mustafa Kelebek ile


 RP Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan'a SİSİAD Başkanı Yavuz Öner plaket takdim ediyor

ON YILDIR KAPANMAYAN SAYFALARIN OKUNUŞU

Tank Hasan Hâlâ Cuntacıların Yargılanmasını Bekliyor 
   Üzerinden 10 yıl geçen bir 28 Şubat Postmodern Darbesi, özellikle 10. yıldönümünde sağ cenahtaki basın yayın, bürokrat ve yazar çizer takımı tarafından öylesine ele alındı ki her ne yazdılar ve çizdiler ise, o gün ve sonrası 28 Şubat'a alkış tutanlardan hiç ses çıkmadı. Sadece numune niteliğinde Ertuğrul'un arkasında imzası altında durduğu ve Çölaşan ve Alev Coşkun gibi isimlerin de desteklediği darbe ile ilgili yeni analizlere imza koyanlara baktığımızda hemen birinci sıraya Tank Hasan'ı oturtmamız gerekiyor.

  
    Yeniden Doğuş Partisi Genel Başkanı Hasan Celal Güzel Uğur Böcekleri ile (Foto: Bekir Yalçınkaya Hedef Ankara Gazetesi)

    Evet.. Hasan Celal Güzel, Nam-ı Diğer Tank Hasan, TC'nin eski bakanlarından ve 28 Şubat Postmodern Darbesi'ne karşı en etkili mücadeleyi veren isim ile 10 yıldır kapanmayan sayfaların okunuşunun açılışını yapmayı uygun buldum. Güzel; Postmodern Darbe 28 Şubat'ın 10. yıldönümünde bakınız ne diyor;

   "28 Şubat'ın asıl hamisi, bânisi Süleyman Demirel'dir. Eğer o böyle bir role soyunmasaydı darbe bu kadar tesirli olmazdı. Demirel, 28 Şubat'ta daha önceki darbelerdeki gibi melon şapkasını alıp gitmemiş, yerine asker şapkası giyerek çavuşluğa soyunmuştur. 28 Şubat'ın Demirel'i artık bir çavuş Süleyman Demirel'dir. Benim Demirel ile her zaman iyi münasebetlerim oldu, ancak 28 Şubat'ta külâhları değiştik. Çünkü O' külâhını değiştirmiş, yerine asker şapkası giymişti
    Demirel, yıllarca Anadolu insanının temiz duygularına hitab etmiş, demokrasi konusunda nutuklar vermiş, halk da O'na bu nedenle oy vermişti. Ancak 28 Şubat'ta bunların hepsine ihanet ederek darbecileri destekledi. Kamuoyu önünde kendisine acıyorum. Keşke direnebilseydi. Keşke antidemokratik müdahalelere bütün gövdesiyle karşı durabilseydi. Öyle olduğu takdirde bir sıcak darbe bile olsa 28 Şubat kadar tesirli olmazdı. 28 Şubat'ta demokrasi büyük ara almış, yara kangren olmuştur. Süleyman Bey'i millet affetmeyecektir. Tarihi bir hatası vardır. Türkiye'ye yaptığı bu kötülük hiçbir zaman unutulmayacaktır."
   Cuntacıları açıkladığı için yargılanan Tank Hasan'ın cuntacıların yargılanmasını istediği  28 Şubat Postmodern Darbesi'nin 10. Yıldönümünde, Radikaldeki makalesi ne kadar manidar olsa da, mânâsı yerine oturtulmayı bekliyor; "28 Şubat döneminde, eski TCK'nın 136. Maddesi'ne göre 'Devlet Sırrını İfşa' suçlamasıyla 28 Şubatçılar'ı ve Batı Çalışma Grubu'nun illegal faaliyetlerini açıkladığım için, Ankara 2 Nolu DGM'de 1 yıl boyunca yargılandım. Aslında 'Devlet Sırrı'nı değil, 'Cunta Sırrı'nı ifşa etmiştim. Üstelik eski TCK'nın 151. Maddesi'ne göre suç işlendiğini ilgili makamlara bildirerek vatandaşlık görevimi yapıyordum. Sonunda beraat ettim. Lâkin, hâlâ '28 Şubat Cuntacıları'nın yargılanmasını bekliyorum."   (Vakit/Arşiv: 28 Şubat 2007) 

   
      Bülent ORAKOĞLU: BÇG'Yİ PKK İLE YAKALADIK
   Eski Bakan Hasan Celal Güzel, Demirel'i millete şikâyetinin ardından cuntacıları ifşa ile darbenin özünde vahim gelişmeler olduğu sinyalleri verirken, dönemin Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanvekili Bülent Orakoğlu, '28 Şubat Darbesi'ni tezgâhlayan Batı Çalışma Grubu Amerikan yanlısı bin cuntadır' diyor. 'Darbecilerin gerçekte ABD'nin Ortadoğu politikaları çerçevesinde bir Kürt Devleti'ne onay verdiklerini ve bu çerçevede PKK ile görüşerek Türkiye'de federatif bir yapıya geçilmesini kabul ettikleri'ni dillendiren Orakoğlu'ndan işte o çarpıcı açıklamalar;
"1. Ordu Komutanı Orgeneral Atilla Ateş Paşa'nın Suriye sınırına giderek o açıklamayı yapmasıyla Öcalan Suriye'yi terk etmek zorunda kaldı ve plân bozuldu. Öcalan, yakalanmasının ardından mahkemede bu ilişkileri anlattı ve bir grup albayın Brüksel'de PKK temsilcileriyle görüştüğünü doğruladı. Olağanüstü Hal ve koruculuğun kaldırılması, federasyonun kabul edilmesi konusunda görüşmelerin yapıldığını açıkladı. Öcalan'ın bu iddiaları üzerine mahkemede bizim 1977'deki telefon görüşmesi tesbitlerimiz de gündeme geldi. Milli Savunma Bakanlığı söz konusu görüşmelerle ilgili olarak, Öcalan'ın yakalanması için bir tuzak kurulduğunu, Brüksel'deki görüşmelerin de bu tuzağın bir parçası olduğunu iddia etti. Fakat bu bizi tatmin etmedi. Çünkü böyle bir plânın MGK'da görüşülmüş olması gerekirdi. Ancak olaydan Genelkurmay Başkanı'nın bile haberi yoktu. Görüşmelerden biz ifşa edince herkesin haberi oldu. Bilindiği gibi daha önce Ermeni Terör Örgütü ASALA'ya karşı yapılan operasyonlar MGK'da görüşülmüş, o şekilde MİT operasyonlar gerçekleştirmiştir. Burada bir grup asker kendi başına PKK temsilcileriyle görüşme yapıyor. Oysa bu tarz bir görev askerin değil, MİT'in işidir."

   Vural Savaş'ın zaafının Laiklik olduğuna dikkat çeken ve Savaş dahil, herkesin 28 Şubat sürecinde kullanıldığını ifade eden Orakoğlu; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş'ın; 'Amerika Türkiye'de sıcak darbe yaptırmak istiyordu. Çevik Bir Amerikan çıkarlarına hizmet etmiştir. Ben ve Demirel sıcak darbeyi önledik' şeklindeki itirafının kendini aklama gayesi taşıdığını söylüyordu. (Vakit/ 1 Mart 2007)

   Evet.. BÇG'yi PKK ile yakalamanın hikâyesi de böyleydi.

 

HANGİ YAZARLAR 28 ŞUBAT İÇİN NE DEDİLER?

 
Mihri Belli: 28 ŞUBAT İKİ UCU …..LU DEĞNEK

"Egemen güçler daima iki ucu kirli değneği uzatır. Yani 28 Şubat için aman (Mehmet) Ağar bakanlıktan düştü, demokrasi elden gitti, diye yas tutmam. Onun yerine, ordu müdahalesiyle ne oldu, ona bakarım. Meselâ Susurluk olayı olmuştu. O olayda bütün pislik ortaya çıkmıştı. Temiz toplum için milyonlarca insanın katıldığı bir eylem başlamıştı. 28 Şubat hedef şaşırttı. TV ekranına Fadime (Şahin) kızı çıkardılar ve temiz toplum hedefi unutturuldu. Temel slogan: 'Türkiye Laiktir, Laik kalacak' sloganı oldu. Kısacası iki ucu kirli değnekti bize sunulan. Elbette ki biz laiklikten yanayız. Laiklik demokratik devrimin ayrılmaz parçasıdır. Bizim karşı olduğumuz şey, demokratik devrimin öteki görevlerini savsaklayarak bu ilkenin, temiz toplum için girişilen bir eylemin hedefinden saptırılması için kullanılmasıdır.

   28 Şubat'la temiz toplum hareketi de yozlaştı. Anlatabildim mi? Mesele, çete ve mafyaya karşı mücadele idi. 28 Şubat müdahalesiyle 'temiz toplum'  mücadele talepleri bertaraf edildi. 'Türkiye laiktir, laik kalacak' sloganları atıldı. Kısacası iki ucu b..lu değnekti.

   Çetelere karşı başlayan temiz toplum halk hareketi 28 Şubat'la birlikte bertaraf edildi. Türkiye'de temiz toplum gibi birçok hareketler bu şekilde dışarıdan müdahaleli hareketlerle ekarte edilmiştir. Kısacası çeteleri örtbas etmek için laiklik bir araç olarak kullanıldı ve 28 Şubat'ta da bu yapıldı. Yani, iki ucu b..lu bir değnek, beğen beğendiğini al."   (Vakit/ 28 Şubat 2005

  Bilal Çetin: YARGITAY'DA BRİFİNGLERE
  KATILMAK İÇİN BASKI YAPILMIŞ

Keşke Bilal Çetin gibi diğer yazarlar da brifinglere katılmasa idi mi demeliyiz, şu alt satırlardaki Çetin'ce ifadeler nazariyesiyle.. İbret ve telkinin zamanı şayet böyle bir husus yine dillendirilirse doğar diyor ve sözü Çetin'e bırakıyoruz:

"Genelkurmay'da düzenlenen brifinglere katılmak için yargı mensuplarına baskı yapıldı mı? Brifinge katılmanız için size çağrı geldi mi? Brifinglere katılmak için çeşitli yargı birimlerinde imza karşılığı 'katılıyorum-katılmıyorum' şeklinde listeler dolaştırıldı. Herkesin katılması gerektiğine dair hava yaratıldı. Bu şekilde savcı ve yargıçlar üzerinde baskı oluşturuldu. Bir kısım yargı mensubu bu iş için gönüllü oldu, bir kısmı da 'ileride bir sorunla karşılaşmamak' için kendilerini gitmek zorunda hissettiler.

   Benim görev yaptığım Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nda imza karşılığı benzer dosyalar dolaştırıldı. Listeyi 'katılmıyorum' diyerek imzaladım, brifinglere de katılmadım." (Yeni Şafak/ 27 Şubat 2007



Mehmet Barlas: POST-MODERN DARBE

   28 Şubat ile siyasiden gelen ve demokratik hoşgörünün bozulduğuna dikkat çeken Barlas; 'keşke' diyor; '97'nin Şubat'ı 29 çekseydi..' 28 Şubat'ın dört yılda bir hatırlanmasına vesile olacağına işaret ediyordu. Ama işte;

"POST-MODERN DARBE.. Bunun son örneklerinden biri "28 Şubat Post-modern Darbesi"ydi. 28 Şubat ile hem siyasi dengeler, hem demokratik hoşgörü ortamı bozuldu, hem de Türkiye tarihinin en dramatik ekonomik krizine sürüklendi. Medya kartelleşti ve kendi kendini yıprattı. Bankacılık sözlüğüne 'Hortumculuk' kelimesi girdi. 28 Şubat'ın en çarpıcı sonucu ise, post-modern darbenin hapse attığı Tayip Erdoğan'ın 2002 seçimleri sonunda partisi ile tek başına iktidar olması ve 28 Şubat partilerinin TBMM'ye girememeleriydi.

   Dileğimiz bundan sonra Türkiye'de her çeşit bağnazlığın, marjinal eğilimler olarak kalmasıdır. 'Demokrasiye bağlıyız' diyerek her iki taraftan takiyye yapanların, ülkenin kaderini etkilememelerini diliyoruz.

   Keşke 1997'nin Şubat'ı 29 çekseydi ve post-modern darbe 29 Şubat'ta yapılmış olsaydı.. O zaman böyle durumları, yılın rakamı sadece 4'e bölünebildiği zamanlarda hatırlardık." (Sabah/28 Şubat 2007)


Yaşar Süngü: SAHİ İRTİCACI KEBABÇILAR 
NE OLDU?

   Refahyol'un darbeyle devrilmesiyle RPli'lerin siyasi yasaklı duruma düşmesini başörtü yasağından, ülkede kamplaşmaya kadar birçok badirenin takip ettiğini belirten Süngü'ye süreci değerlendiren MÜSİAD Genel Başkanı Dr. Ömer Bolat diyor ki: 'Bu süreç ne laiklik, ne de irticaya karşı mücadele süreciydi. Tamamen ekonomideki pasta kavgasıydı.' Peki o pastanın dilimleri nelerdi? İşte onun dilim dilim izahatı:

Türkiye'nin siyasal ve ekonomik tarihine en trajikomik hadiselerden biri olarak geçen 28 Şubat sürecinin üzerinden 10 yıl geçti.

O dönemi kısaca hatırlayalım;

1997 yılı Susurluk kazası ile kapanmıştı. Susurluk'ta açığa çıkan mafya, siyasetçi ve bürokrat üçgeni sivil toplum örgütlerinin ortak muhalefetini başlattı.

Sistemin çürümüşlüğüne olan toplumsal muhalefet, derin bir manevra ile başka bir noktaya kanalize edildi.

"1 Dakika Karanlık" eylemlerinde Refahyol hükümeti hedef gösterildi.

Devletin arşivlerinde bekletilen dosyalar birer birer basına sızdırıldı.

Bir taşla birçok kuş vuruldu.

Hem toplumsal hareketin öfkesi başka bir mecrada boşaltıldı, hem de Refahyol hükümeti iktidardan indirildi.

28 Şubatta yayınlanan muhtıra Türkiye'deki siyasal rejimin önündeki öncelikli tehdit olarak "irticai hareketi" gösterdi.

 Bir kısım medya da "İslamcı basın" ezilsin düşüncesi ile masa başı haberlerle destek verdi.

Sessiz yığınlar olarak gözüken halk, bütün bu olan bitenleri izledi ve balans ayarını yaptı.

O dönemde Milliyet Gazetesi'nde yayınlanan irticacı şirketler listesine giren şirketler, hastaneler, kebapçılar en karlı dönemini yaşadı.

Halkın sahiplenmesi, birçok şirket sahibine "Keşke biz de irticacı şirketler listesine girseydik" dedirtti.  (Yeni Şafak/28 Şubat 2007)


Hasan Aksay: KISA VE EN ŞÜMULLÜ
 ŞEKİLDE 28 ŞUBAT 1997

   28 Şubat'ı ilmi açıdan değerlendirenlerden biri olan Aksay, farklı bir bakış açısıyla: "28 Şubat, Willy Claes'in 'düşman' anlayışını Türkiye'de uygulamaya koymuştur. Adına 'Batı Çalışma' demiş, sermayeyi dahi 'yeşil'e boyamıştır. İktidar, İslâmi çizgisinden dolayı yıkılmış, İslâmi eğitim ve öğretim kanunla ve fiilen sınırlandırılmıştır. Baskıla ilâveten, İslâm'ı içten tahrib girişimlerinin iklimi doğrulmuştur. Amerika'da Amina Vadut adında bir kadın, Katedral'de kadın erkek karışık bir reklâm gurubunun önünde yatıp kalkmış; arkadan ikinci bir provokatör Esra Nuami, bir Yahudi üniversitesinde aynı eylemle sahne almıştır. Bu islâm'ı bozma eylemleri ruhen kopyalanarak ilki İstanbul'da, ikincisi Ankara'da Hacı Bayram Camii'nde tekrarlanmak istenmiştir" diyor ve çok yönlü içten yıkmanın öne çıkan üç cephesine dikkat çekiyor:

   "BOP savaşlarıyla soykırım yapan, İslâm ülkelerini harabeden Batı; geniş bir plânlamayla da İslâm'ı içten çökertmeye çalışmaktadır. Çok yönlü olan içten yıkmada üç cephe öne çıkmıştır. 1-Cahil bırakma 2-İslâm'ı tahrif 3- Müslümanları fişleyerek 'feri ambargo' oluşturmak. İslâm ülkelerini çökertmekte ambargo büyük rol oynadı. Hareket kabiliyetini sınırlıyor. Fertler için fişleme, aynen ülke ambargosu gibi bir çökertme kuşatmasıdır.

   28 Şubat'ı daha iyi anlayabilmek için, bir kere de Vatikan yetkilisinin bakış açısıyla bakmakta yarar vardır. Vatikan Papalık Barış ve Adalet Konseyi Başkanı Kardinal Rento Martino: '4. Dünya Savaşı içinde bulunuyoruz. Şimdiye kadar 1. ve 2. Dünya Savaşları'ndan bahsettik. Ancak 3. Dünya Savaşı'ndan geçtiğimizi unutuyoruz. O 'soğuk Savaş'tı. Şimdi gerçekten 4. Dünya Savaşı içerisindeyiz. "

  4. Dünya Savaşı'nın iki özelliğinden biri, yalnız İslâm ülkelerini hedefleyen bombalama, işgâl ve halkı ırk, din, makam-imkân ile bölerek kendi kendiyle savaştırmak. İkincisi; İslâm'ı içten yıkmaya yönelik çok daha yaygın ve şümullü, münafıklar desteğinde yürütülen 'İslâmi değerleri yozlaştırma' savaşıdır." (Vakit/ 2 Mart 2007)


Abdurrahman Dilipak: 28 ŞUBAT 
OLDU DA NE OLDU?

   28 Şubat'ın onuncu yılında bile hâlâ halkın çok öfkeli olduğuna ve darbe girişimlerine yenilerinin eklenmesiyle halkın sokaklara çıkacağına vurgu yapan Dilipak: 'Darbecileri halkın elinden kurtarmak kolay olmayacak' diyor ve sonra da sorularını sıralayarak Post modern darbenin sinsi kimliğini ortaya döküyor:

   "28 Şubat oldu da ne oldu?

     Devletin saygınlığı mı arttı?

     Ya da ordunun?

Ekonomi mi rayına girdi?.. ? Uluslararası saygınlığımız mı arttı?.. Bu işi yapanların onuru mu yükseldi?.. Millet gitti, hem de anayasal çoğunlukla, 28 Şubatçıların mahkum ettiği bir zihniyeti iktidar yaptı..

Peki 28 Şubat neye maloldu? Kan, gözyaşı ve yoksulluk.

Hitler Almanya’sını hatırlatan bir fişleme.. Faşizm hortlatıldı.. On binlerce kişi okulundan, işinden edildi.. Sonra 28 Şubat'ın "kahramanları" , "bizim çocuklar/our boys" gidip, batık bankalara danışman oldular..

Geriye kalan, kocaman bir utanç.. Alnımızda kara bir leke.. Ayıplı bir siyaset.. Derin devlet tartışmaları.. Darbe söylentileri..

28 Şubat'ın iktidar yaptığı kadrolar, gırtlaklarına kadar yolsuzluğa battılar..

28 Şubat'ın 10. Yılında halk hâlâ öfkeli. Yeni bir darbe girişimi, bu kez darbecilere pahalıya malolacak. Halk bu kez sokağa çıkacak ve onları halkın elinden kurtarmak çok da kolay olmayacak.

Sayılarına değil, haklılıklarına değil, silahlarına güveniyorlar.. Halka doğrultulan silahların bir anda emir verenlere doğrultulabileceğini hesaba katmıyorlar..

28. Şubat'ın 10. Yılında, bugün bile darbeleri konuşuyor olmak ne kötü bir şey..

Hadi 28 Şubat'ın öncüleri, çıkıp konuşun, kurtardığınız halkla kucaklasın, kucaklaşabiliyorsanız.

Tıpkı 12 Eylül çetesi gibi, halktan korkuyorsunuz.. Hep bu korkuyla yaşayacaksınız.. Yasalarla korunacaksınız. Hiç düşündünüz mü, nereye kadar? Öldüğünüzde mezarınızın yerini hatırlayan olmayacak.. 27 Mayısçılar bugün neredeler.? Gürsel'i, Egesel'in mezarının yerini, hatırlayan var mı? Menderes işte orada yatıyor.. Mezar hırsızlarının / soyguncularının mezarlarının yerini kimse hatırlamayacak, ama çaldıkları mezarda yatan kişinin dostları, hep onu rahmetle anmaya devam edecekler..

Darbeciler, onlara alkış dağıtanlar, kendileri gidecek, ailelerine bir utancı miras bırakacaklar..

Halkın inancı, tarihi, kimliği, kültürü, geleneği ile alay edenler, onu aşağılayan, dışlayan, yasaklayanlar, bu değerleri irtica olarak görenler, başkalarını kendi sapkınlıklarına ikna etmek için uğraşacaklarına, başkalarının gözünde çöp aramadan önce kendi gözlerindeki mertekleri çıkartsalar.dâha çok huzur bulurlar sanırım.

* 28 Şubat olduğunda 10 yaşında olan çocuklar, bugün askerlik çağına geldi. Çoğu üniversite talebesi.. 28 Şubat'ın sebeb olduğu büyük sosyal çözülmeyi en çok burada görüyorsunuz.. İşsizlik, cahillik, ahlaksızlık.. Uyuşturucu ve alkol kullanımı; fuhuş ve kimliksizlik..

28 Şubat en çok bunu başardı.. Eğer bu başarıları ile övüneceklerse buyursun övünsünler..”  (Vakit/1 Mart 2007)
       
Hasan Karakaya: "BEŞLİ ÇETE"NİN SALTANATI!

  Postmodern darbeyi gerçekleştirenlerin bugün kamuoyuna çıkıp isnadlara karşı kendilerini savunamadıklarını ifade eden Karakaya, 'foyaları ortaya çıktı! Savunamazlar!' diyor,

   Sonra, hortumlanan bankaların enkazının altından, ya da trilyonluk villalardan çıkan güruhlara veryansın eden Karakaya'ya göre 28 Şubat şöyledir;

"BEŞLİ ÇETE"NIN SALTANATI!

Bakın, birkaç gündür "28 Şubat darbesi"ni tartışıyoruz... "Hâlâ savunanlar" olduğu gibi, "ağır eleştiriler ve suçlamalar" yöneltenler de var!..

Bazı suçlamalar o kadar ağır ki;

Hani, "itin önüne atsan, yemeyeceği" cinsten!..

Peki, bu "postmodern darbe"yi gerçekleştirenler veya onlara "destek" verenler, kamuoyu önüne çıkıp da, niye savunamıyorlar kendilerini?..

Savunamazlar!..

Çünkü, "haklı bir zemin"leri yok!..

Savunamazlar!..

Çünkü, "foya"ları tek tek çıktı ortaya!..

Hem, neyi savunacaklar ki?..

"Laiklik tehlikedeydi" mi diyecekler?..

"Türkiye elden gidiyordu" mu diyecekler?..

"Rejime tehdit vardı" mı diyecekler?..

Tamam, böyle deyip de "darbe" yaptırdılar ama, "söylem"leri ve "eylem"lerinin birbirini tutmadığı çok çabuk çıktı ortaya!..

"Vatan, millet, Sakarya" diyerek çıktıkları yolun sonunda, ya "hortumlanan bankalarım enkazları altından çıktılar, ya da "trilyonluk villalar"da!..

İşte en basit örnek:.

O günkü gazetelerin "tarihî uyan" başlığıyla verdiği "Beşli Çete" toplantısı, Türk-lş Başkanı Bayram Meral'i, DİSK Başkanı Rıdvan Budak'ı, TİSK Başkanı Refik Baydur'u, TOBB Başkanı Fuat Miras'ı ve TESK Başkanı Derviş Günday'ı bir araya getirmiş ve bu toplantı "Refah-yol'a karşı ortak bildiri" ile sonuçlanmıştı...

Ortak deklarasyonu, dönemin Türk-lş Başkanı, şimdinin CHP Milletvekili Bayram Meral okumuştu!..

Deklarasyonda, "Türkiye'nin, Cumhuriyet tarihinin en büyük sorunlarıyla karşı karşıya bulunduğu,'ülkenin iç kargaşaya doğru sürüklendiği" ileri sürülmüştü...

TOBB eski Başkanı Fuat Miras da, söz konusu toplantıya katılmış ve "Ülkenin geleceğinin zaafa uğradığını, ülkenin kamplara bölündüğünü" ileri sürerek, bunu hangi parti yaparsa, kendilerinin bunun karşısında olacaklarını söylemişti... Miras'ın, o toplantıdan bugüne miras kalan sözleri şöyleydi:"Bu hükümete ortak olan zihniyetle, radikal kanadına hayır diyoruz. Bu hükümet gitmelidir."

Peki, bu adamlar, bu sözlerinde samimi miydi?.. Yani, gerçekten "ülke"yi ve "rejim" mi düşünüyorlardı?.. o

Eğer "öyle" olsaydı, "görüşlerine katılmasam" da saygı duyardım... En azından tartışırdım!..

Ama, bizim Kenan Kıran'ın hazırladığı "Acarkent Dosyası"nı görünce, bu adamlara ne saygısı kalıyor insanın, ne de güveni!..

Şu hâle bakın;"Cumhuriyet, rejim, laiklik, ülkenin geleceği" gibi lâflarla "darbeye çanak tutan" bu adamların çocukları, şimdi ‘trilyonluk villalar’da oturuyor!..”

Evet, Bayram Meral'in de, Fuat Miras'ın da çocukları, "2 trilyon 100 milyar liraya satılan Acarkent villaları ve 'Beykoz Konukları'nda oturuyorlar.  ( Vakit/28 Şubat 2007)


Abdurrahim KARAKOÇ: CUMHURİYETİ KURTARMA HİKÂYELERİ

   Evet.. Karakoç'un sorusunu yinelersek; "Cumhuriyet düşmanı 'Morrison Süleyman'a karşı CHP'si, öğrenciler, bürokratlar az mı meydan savaşı verdiler. Ve komedinin enteresan faslı neydi?' 28 Şubat Postmodern Darbe ile Cumhuriyeti kollayanlar içinde, hem de en başta Demirel vardı. Peki diğer var olanlar kimlerdi? İşte Karakoç'un diliyle o diğerleri;

"Hani az bir zaman olmadı.. Tâ çocukluğumdan beri herkes Cumhuriyet'i korur, kollar, kurtarır.. Maşallah, silahlı güçlerimiz korur.. Silahlı güçlerden emekli olanlarımız bir daha şiddetle korur.. Siyasîler zaten hep korumakla mükellef sayarlar kendilerini..

Bürokratlarımız cansiperane Cumhuriyet koruyucusudurlar.. Sermaye patronları müteyakkız vaziyette Cumhuriyet koruma nöbeti tutarlar..

Bazen de herkes birbirinden korkar ve koruma içgüdüsüyle etrafa naralar yağdırır..

Aslında korunmak istenen laikçiliktir.. Cumhuriyet herkesin ortak sevgisini taşır ya, o sevgiden dolayı ön planda anılır ve laikçilik kamufle edilir.. Kimden korunacağı da bir hayli komik.. Seçimle iktidara gelmiş hükümetlerden Cumhuriyet'i korumak akla aykırı gelse de, koruma timleri alesta beklerler.. Böyle işler cart-curt ile olmaz, işte önümüzde seçimler var.. Güç birliği yapalım ve Cumhuriyet düşmanı ülke hükümetini devirelim.. Kabul etmezler..

İlle de 27 Mayıs darbesi bir darbeyle korumayı severler.. Benim aklıma gelen, en çok sayın Demirel'den korudular Cumhuriyet'i..  Silahlı ve silahsız darbeler onun zamanında gerçekleşti en çok.. Cumhuriyet düşmanı "Morrison Süleyman"a karşı CHP'si, öğrenciler, bürokratlar az mı meydan savaşı verdiler? Ve sonra:

28 Şubat postmodern darbe ile Cumhuriyet'i kollayanlar içinde, hem de en başta Süleyman Demirel vardı.. Komedinin bu faslı enteresandır.. Medya dolmuşuna binmeyen, biraz daha demokrat, Genelkurmay eski Başkanı sayın Özkök için "suskun paşa" lâkabı icat edildi.. Özkök Paşa vurunca masayı kırmamış ya, zemini titretmemiş ya, bütün suçu bu imiş..

Kışkırtmalarına prim vermeyen bir eski Genelkurmay Başkanı'na da terbiyesizce etek giydirmişlerdi, hatırlarsınız!..

Sayın Yaşar Büyükanıt'a şimdilik yalakalık yaptıklarına bakmayın.. Yarın öbürsü gün dolmuşlarına binmek istemeyecektir, işte o zaman çok çirkin sataşmalarda bulunmazlarsa hatamı kabul eder, hepinizden özür dilerim.” (Vakit: 1 Mart 2007)

A. İhsan Karahasanoğlu: 28 ŞUBAT; emekli general ile başsavcıya kaldı!

   Dışındaki doluluğu, içindeki boşluk ile telafiye çalışanları 'tabiat boşluktan nefret eder' diyen Aristo'nun ifadesiyle tarif eden A. İhsan Karahasanoğlu'na göre 28 Şubat, 150 milyarla vicdani muhakemeye verilen emekli bir general ve başsavcıya kalmamalı.. Ki, 'makatına süngü takar gezdiririm' ekolünde sesi sedası çıkmayan o savcıya, Karahasanoğlu'nun diliyle soracak olursak; 'Ya savcı makat süngücüsüne sen ne yaptın?

   "Adam; görev yaptığı resmi kurumdan ihale almış olan müteahhitten borç para istiyor.. Verilen 150 milyar borcun ne manâya geldiğini, savcılığa, henüz tam olarak izah edememiş! Kalkmış hâlâ konuşuyor!.. Yok "28 Şubat darbe değirmiş..."Yok "yapılan sadece iktidarın değişmesi için zemin hazırlama" imiş! Yok  "Kimseye silah dayama, zorla bir iş yaptırma" yaşanmamış! Oysa 28 Şubat'ı savunacak adam bulamadıkları için, kala kala; "müteahhitten aldığı borç paranın hesabını veremeyen emekli generali" ile, artık "ne dediğini, neyi savunduğunu kendisi de pek algılayamayan savcıya kalanlar, onlara önce şu soruları sormalıydılar..  "Generalim; sen bu 28 Şubat sürecinde, görev yaptığın TSK'dan ihale alan bir müteahhide, 'surdan bir 150 milyar versene' diyorsun.. 0 da trink çıkartıp sana 150 milyarı veriyor. Gidip; 150 milyar ile kendine daire satın alıyorsun. Anlattığın bu hikâye ile kimi kandırıyorsun sen? Bu müteahhit mi enayi, yoksa sen mi çok akıllısın?. Yoksa.. Yoksa biz mi çok aptalız ki, bu kadar ucuz hikâyelerle bizleri kandırmaya çalışıyorsun?"

Evet 150 milyar; en masum ifadesi ile "borç olarak" alınmış ama, memurun aldığı borcu da devlete beyan etmesi gerekir. Ne beyan var paşada, ne de açıklama.. Büyük vurgunlar yaptığı sonradan ortaya çıkan müteahhitten alınan paranın hesabını veremeyen Tuncer Kılınç Paşa, çıkmış şimdi 28 Şubat'ı savunuyor, takır takır! İnsaf edin... 28 Şubat gerçekten bu ülke için yapıldı ise, kala kala bu adamın savunmasına mı kaldınız siz? 28 Şubat'ı savunan piyasadaki ikinci adam ise, emekli başsavcımız! Ezberlemiş bir hikâye: "Ben davayı 22 Mayısla açtım. Genelkurmay'daki brifing 10 Haziran'da verildi. Brifing dava açılmasından sonra olduğuna göre, demek ki ben askerden emir almamışım.

   Sanki emir, sadece brifing ile alınıyormuş! 0; artık izah götürmez son noktası idi işin.. Öncesinde neler olduğunu, kendin anlatıyorsun,'kanuna göre kapatma davası açmam gereken DSP hakkında dava açmadım. Şık olmazdı" diyorsun.. Ama RP için şippadanak açıyorsun davayı.. Sen bunu izah etsene bir defa.. Kaldı ki; sanki dava açmakla, dava bitmiş oluyor..

Koskoca 28 Şubat, işte böyle fasarya hikâyelerle dolu.. Şu şunu yapmış da, bu bunu yapmış..

En kabadayı söz, "rektörler selâm duracak"..

Peki o malûm kişilerin sözleri neydi: "Kazığa oturturum".. "Makadına süngü takar gezdiririm."

  Buyur söyle bakalım sayın Savaş, "RP'liler şunu dedi, bunu dedi" diye kapatma davası açtın. Peki "kazığa oturturum" diyen için, "makadına süngü takar gezdiririm" diyen için ne yaptın? Söyle ne yaptın?” (Vakit: 1 Mart 2007) 

Demet Tezcan; 28 Şubat bin yıl da sürse biz buradayız
   28 Şubat postmodern darbesinin 10. yılını mağdur ve mazlum çevreler adına tahlil ederek en isabetli ve doğru cevapları tarih önüne yerleştiren Demet Tezcan: 'millet karşı topyekûn savaş' ilân edenlerin onlara çığırtkanlık yapıp teşne olanların gerçekleştirdikleri telâfi edilemez tahribattan dolayı, millet hesap vermesi gereken bir dönemdir' dediği darbeyi elim bir dille şöyle anlatıyor:

"28 Şubat 1997, tarihin utanç hanesine kaydedilecek hadiselerden biridir, Milletin inanç ve değerlerine, düşünce ve iradesine, siyasi tercihine "topyekün savaş" ilan edilen bir süreçtir. Sözüm ona sivil toplum örgütleri de bu militarist sistemin, siyasi iradeyi yönlendirmesi için elinden gelen çığırtkanlığı yapmıştır. Millete karşı "topyekün" savaş ilan edenlerin, onlara çığırtkanlık yapıp, teşne olanların gerçekleştirdikleri telafi edilemez tahribattan dolayı, millete hesap vermesi gereken bir dönemdir. İtibarı zedelenen özel ve tüzel kişiliklerin itibarının iade edilerek bir nebze olsun telafi yoluna gidilmesi gereken bir hadisedir. Bu milletin tarihinin utanç ha-nesine yazılmış unutmayacağımız, unutturmayacağımız bir kalkışmadır.

On yıl dile kolay, geride on binlerce mağdur bıraktı. Binlerce asker sırf eşlerinin başı örtülü olduğu için disiplinsizlik suçlaması ile ordudan atıldı. Binlerce öğretmen mesleğinden, öğrencilerinden koparıldı. On binlerce öğrencinin eğitim hakkı gasp edildi. Evlere yapılan gece baskınları, dernek - vakıf ve siyasi partilerin kapatılması darbelerin rutin prosedürü gibi işledi.

Sokakta sarıklı, cübbeli insanlar kovalandı, kılık kıyafetlerine müdahale edildi. Kur'an kurslarına jandarmalar tarafından baskınlar yapılıp çoluk çocuk karakollara çekmekten imtina edilmedi. Mütedeyyin insanların hanelerinde toplanıp Kur'an okuması suçmuş gibi lanse edilip, üzerlerine gidildi.

Sözde sivil toplum örgütleri asker gibi çalıştılar. Bir samimiyet sınavıdır 28 Şubat aynı zamanda. Güce tapanları, sivil olanları, söylemlerinin arkasında duranları, çözüleni, direneni ile samimiyet sınavından geçirmiştir.

Kişileri ya inandığı gibi yaşamak ya mesleğini sürdürmek, ya inandığı gibi yaşamak ya eğitimini tercih etmek ya ekmeği aşı, ya değerlerinden vazgeçmek arasında tercihe zorlayan despotik bir süreçten söz ediyoruz. Hiç şüphesiz darbecilerin kendilerini baskın ve etkin kıldıkları ve azami zarar verdikleri kesim; tercihini, dünya görüşünü, değer yargılarını her haliyle üstünde taşıyan başörtülüler oldu. Onların nazarında bu milletin değer yargıları hesaba çekildi, aşağılandı, yargılandı.

Gasp edilen haklar, kişinin doğuştan Yaratan'ı tarafından donatıldığı haklardı. Öyle üzerinde tartışılacak, pazarlık yapılacak sendikal haklar değildi bunlar.

Bu süreç tercihlerimizi, duruşumuzu, saflarımızı netleştirdi. Beklentilerimiz, ilkelerimiz; kendimizle yüzleştik. Yola çıktıklarımızı, bundan sonra çıkmayacaklarımızı tanıdık. Bizler böyle bir süreç bin yıl dahi sürse buradayız. Kaza ve kadere, imtihan ve sebepler halkasına inananlar olarak müsterihiz. .

Darbeciler ve darbe çığırtkanları vicdanlarını, ruhlarını; şahsi hırs, heva ve hevesleri uğruna kirletenler,- başlattıkları bu sürecin, yaşattıkları bu kara dönemim ağırlığını ebedi taşıyacaklar." (Vakit: 1 Mart 2007)

Hüseyin Öztürk: On yıl geçti karanlık 
Şubat'ın üzerinden

   Bir çok yazarın 28 Şubat'ın zararından dem vurduğu bir 10. yıl faslında Hüseyin Öztürk, kendi kendine 'peki 28 Şubat'ın hiç mi faydası olmadı?' diye sorduktan sonra cevabını yapıştırıyor: 'Rızkın ve ömrün insanların tekelinde olduğuna iman eden, yarınından korkan, değer yargılarını bir sinyale bile satan yüzlerce insanın foyasını ortaya çıkarmak gibi önemli bir vazife yapmıştır.' Ya vazifenin diğerleri? İşte Öztürk'e göre onlar da:

   "On yıl geçti "Karanlık Şubat'ın" üzerinden. Halkın tekmelediği "Karanlık Şubatçılar" on yıldır milletin huzuruna çıkıp tek kelimeyle kendilerini savunamıyorlar. Bir iki gazetenin ve birkaç yazarın "yaltaklığı" dışında kimse onlara aldırış etmiyor artık. Aileleri tarafından bile dışlandı o günün "güçlü" kişileri. Güç dediysek, yürek gücü, bilek gücü değil. Halkın bellerine taktığı silah ve otorite gücünden söz ederiz. Halktan aldıkları gücü, halka karşı kullanmışlar ve bunu başarı saymışlardı. Hani nerede o halk?

Halkın gücünü arkalarına alarak yel değirmenlerine karşı savaş açan zavallılar, milletin ne demek olduğunu anlayamadılar. Kendilerinden önce toplumun milli ve manevi değerlerine savaş açanların Cumhuriyet tarihi boyunca ıskaladıklarını fark edemediler. Bugün yüz kızarıklığı ile yaşayan malum kişilerin toplumuzun hangi kesiminde yerleri yurtları var. O gün 28 Şubatçılara sponsorluk yapan, emekli olunca kendilerini, emekli olmadan bütün aile fertlerini işe alanlar bile yüz vermez oldular.

  Şimdi ters yöne bir gireyim ve şu soruyu sorayım. "Peki, 28 Şubat'ın hiç mi faydası olmadı?"

Elbet hiç faydası olmadı denilemez. "Yüreksiz, kalpsiz, ciğersiz, andaval, savsakçı, ikiyüzlü, riyakar, sahtekar, menfaatperest, makam ve mevki hastası, rızkın ve ömrün insanların tekelinde olduğuna iman eden, yarınından korkan, değer yargılarını küçük bir sinyale bile satan yüzlerce insanın foyasını ortaya çıkarmak gibi önemli bir vazife yapmıştır."

Eğer 28 Şubat olmasaydı, belki bu sahtekarlar, nice inanmış insanın düşünce dünyasında, fikir dünyasında hırsızlık yapıp, duygularını sömürecek, emekleri üzerine kendi adına binalar kuracaktı.

Nice sakallar gitti, nice başörtüler gitti, nice bıyıklar gitti, nice kravat takmayı Frenklik sayıp da kravat takanlara ateş püskürenler kravatlar takıp, karılarının başlarını açtılar. Hayatında ağzına alkol koymamış nice kişiler, rakı sofralarında fotoğraf çektirip, amirlerine ve belli merkezlere gönderip; "Bakın değiştim" mesajları verdi. Meselâ bir de herkesin kilosunun ve gramının ne kadar geldiğini öğrendik. Lafa gelince mangalda kül bırakmayanların fişlenme korkusuyla neredeyse nüfus cüzdanı bile değiştirmeye, adına ve soyadına anlamsız ilaveler yapmaya kadar işi götürdüklerini gördük.

28 Şubat korkuttu, diğer darbelere göre en korkuncu buydu."  (Vakit: 28 Şubat 2007)

 
Emin Çölaşan: Şimdi Yine Palazlandılar

   Çölaşan'ın kısaca notuna kısaca not buyurmak gerekirse, 'her karanlık gecenin bir sabahı olduğunu' kim daha çok anlamalı acaba?

   "İslâmcı basın ve onların işbirlikçisi olan entel-aydın (!) kesim, tekerlerine çomak sokan 28 Şubat'a yazılarında ve yayınlarında sövüyorlar.

itirafçılar türedi! İçlerinde emekli TSK ve yargı mensupları var. 0 dönemde nasıl baskı yaşadıklarını anlatıyorlar! İslâmcı basında isimleri bir gün olsun yer bulsun diye, bülbül gibi şakıyorlar! 0 gün suspus olmuş, hatta askerlere yağ çeken gazeteciler şimdi her biri aslan kesildi! (...) Evet, askerler devreye girdi. Hiç silah kullanılmadan bu gidişe son verildi.Çok da iyi oldu. (...)

O süreç onlara "dur" demişti ve durmak zorunda kalmışlardı. Şimdi yine palazlandılar! O yüzden intikam tamtamları çalıyorlar. 28 Şubat bahanesiyle Türk ordusunu aşağılamaya kalkışıyorlar, kin ve nefretlerini kusuyorlar. Her karanlık gecenin bir sabahı olduğunu unutuyorlar." (Hürriyet: 1 Mart 2007)

 
Nurettin Durman: 28

 Nurettin Durman'ın vakıanın tam ortasına oturttuğu tek kelime '28' nedir? Birlikte okuduğumuzda şudur:

   "Bu yirmi sekiz rakamı çok çetrefilli bir rakam olsa gerektir. Gerçi rakamın çetrefil ile ne alakası var sorusu da çıkabilir bundan ama ülkemizde, bu güzelim Türkiye'mizde bu 28 rakamı artık bir karşıtlıklar simgesi gibi bir ritüeli de yüklenmiş oldu. Yoksa durup dururken insanlar neden on yıldır habire yirmi sekiz, ha bire yirmi sekiz deyip dursunlar, acısınlar, acı çeksinler, kimisi de keyfine bu vesileyle keyifler katsın, koltuğuna kurulsun viskisini yudumlasın ve ardından da kahkahasını patlatıversin.

Belki de böyle bir şeye vesile olduğu için bu adını andığımız 28 rakamı her seneyi devriyesinde üzüntülere gark olsun, kederlensin, ahu zar ile inleyip yataklara düşsün. Hani olur ya böyle şeyler dünya hayatında. Dünya hayatı derken iki ayaklı ve düşünen ve konuşan ve yazan yaratıklar olan biz insanlar yalnız kendimize yakıştırırız dünyayı. Yani biz sanki dünyanın gülleriyiz de diğer yaratıklar, diğer canlılar, hayvanat ve nebatat ve dahi seyyareler, felekler ve cümle kâinat bizim dışımızda duruyormuş gibi geliyor bize. Yalnızca dünya bize tasarruf edilmiş gibi. Evet, tabii ki şımaralım, şirazemizi kaybedelim, yolumuzu şaşıralım diye elbette şeytanında ortaya süreceği şeyleri var bu dünya hayatında.Evet sahi, gerçekten 28 Şubat cuntasının dayattığı ve ortaya koyduğu karışıklıklardan kim kârlı çıkmıştır?” (Vakit: 2 Mart 2007)

Ertuğrul Özkök: İmzam Hâlâ Aynı Yerde

   Acaba; 'gerçekleri konuşmak' nasıl bir resmin inhisarıdır? 28 Şubat'ın yanlışlarını dile getirmek '10. yıl intikam kutlaması' ise, 28 Şubat'ın arkasında duranların sayısı niçin yok denecek kadar azdır. O günlerde Genelkurmay piyonu olduğu ve darbe şakşakçılığına soyunduğu için sözünde durduğunu isbata çalışanları anlamak mümkün ise; 'fotoğrafı görünce o günü çok iyi hatırladı'ğı 'Köşe'sini okumak elzemdir:

   "FOTOĞRAFI görünce, o günü çok iyi hatırladım.Yıl 1997.

Genelkurmay'ın büyük salonundayız.

Yanılmıyorsam Necmettin Erbakan'ın başbakanlıktan ayrılmasından önce Genelkurmayca verilen son brifingde çekilmiş. Üçüncü sırada biz Hürriyetçiler oturuyoruz. Soldan Sedat Ergin, Tufan Türenç, Emin Çölaşan, Oktay Ekşi ve ben.

Benim solumda o gün Milliyet'te yazan Yalçın Doğan oturuyor.

Başka gazetelerden başka gazetecilerde var salonda. Yine çok iyi hatırlıyorum.

0 brifingden sonra Orgeneral Çevik Birin odasına gidip bir süre sohbet etmiştik.

Brifingi veren komutan o gün şu hatırlatmayı yapmıştı: "Kanunlar bize anayasal düzeni korumak için gerektiğinde silah kullanma yetkisi veriyor." Bu sözler ertesi gün Hürriyetin manşetindeydi. Bugün 28 Şubat'ın 10'uncu yıldönümü.

Kendini o günlerin mağduru gören medya kuruluşlarında ağır bir "10'uncu yıl intikam kutlaması" rüzgârı esiyor.

Bu arada, 28 Şubat'ta devletin çeşitli kademelerinde görev yapmış kişilerde müthiş bir "pişmanlık" havası var. Yer gök "itirafçı" dolmuş. 0 günlerde kraldan fazla kralcılık yapanlar, şimdi eski kralların üzerinde trampet çalıyor. Eğlenceli bir karakter resmi geçidi seyrediyoruz. Bu yaygaraya bakınca şöyle bir hisse kapılıyorum. Galiba 28 Şubat'ı destekleyen tek ben kaldım. Evet destekledim ve desteklemeye devam ediyorum. Hafızası zayıf kişilere de biraz o günleri hatırlatmak istiyorum. Bedevi çadırlarında, Üçüncü Dünya diktatörlerinin önünde iki büklüm eğilmiş bir Türk başbakanı. İran'da Türkiye'nin milli kurumlarını İran rejiminin mollalarına şikâyet eden siyasiler. Başbakanlık Konutu'nda sakallı, cüppeli tarikat yemekleri. "Hepimiz Hizbullahız" diye bağıran iktidar mensupları.

"İmam hatipler arka bahçemizdir", "Bu ülkenin rektörleri türbanlılar önünde eğilecek, selam duracak" diyen başbakan. Yüzde 25 oyla ülkenin rejimini değiştirmeye yönelik adımlar.

Ve statlarda, evlerde bu iktidara karşı yükselen sesler. Hafızası kıt bazı insanlar bunu unutabilir. Ben unutmadım... Belki onuncu kez yazıyorum.

28 Şubat sürecinde yazdığım her yazının altındaki imzam aynen duruyor. 28 Şubat, Türkiye demokrasisinin gerçek bir balans ayarıdır. Bugünün iktidar mensupları, o günlerden gereken dersi alacak kadar akıllı insanlardır. 0 nedenle rövanşist ilkelliklere cevap vermiyorlar, bildikleri makul yolda yürüyorlar. Bu ülkede bir daha yeni 28 Şubatların olmamasının garantisi de, günlerdir tamtam çalan intikam tugayları değil, gerekli dersleri çıkarmış insanlardır. Başka ülkelerde demokrasi kanlı iç savaşlarla kuruluyor. Biz de ise böyle balans ayarlarıyla.

Bazen bize, bazen başkalarına. Türkiye'nin şansı da budur. Bir küçük hatırlatma daha

yapayım. Hani şu cümleyi: "İktidara geleceğiz de kanlı mı olacak, kansız mı" diyen zatı.

Ben o cümleyi hatırlattım. Siz kim olduğunu çıkarabildiniz mi? 0 bir 28 Şubat paşası mıydı?

Yoksa bedevi çadırlarında süklüm püklüm olup da, Türkiye'de kanlı iktidar yürüyüşünden söz eden o günün başbakanı mı? Hani bugün baş mağdur sayılan zat.

"Onuncu yıl intikam kutlamalarınız" geçtiğinde bunu da konuşabiliriz.” (Hürriyet: 28 Şubat 2007)

Fehmi KORU: BU AYIP BİZE YETER

“On yıl önce yaşanan yüzkarası durumun sorumlularıyla yasal açıdan hesaplaşılmadığı’nı ve “Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bir kara sayfası hâlâ kapkara” duruyor olduğunu hatırlatan Koru’ya göre 28 Şubat şu demekti:

   "Tarihimizin o sayfasını 'kara' yapan yalnızca halkın iradesi üzerine başka bir trajedinin geçirilmesi değildi; bunu yaparken kullanılan" yöntemler yüzünden de kapkara o sayfa... Medyanın ekranları ve manşetleri Ali Kalkancı - Fadime Şahin ikilisine teslim edilmişti ve bu ikilinin arkasında da onları 'zinde güçler adına' yönlendirme iddialı (Yıllar sonra kendisinden "28 Şubat'ın gizli kahramanıyım" diye söz edecek) bir isim bulunuyordu: Sisi...

 Ülkenin bir ilinde sırtlan cüppeli elleri sopalı insanlar belirmiş, 'Türkiye' görüntüsü denilince onlar akla gelir olmuştu...

Bugünden düne bakılınca insanın kanını donduruyor yaşanan süreç: Üç-beş kişinin aklına koyduğunda yönetimini ele geçirebildiği demokrasisi henüz emekleme çağında bir ülkeymiş Türkiye... 'Modernleşme' ülküsünü Benimsediği sanılan tiplerin ele-güne güldürdüğü bir ülke durumuna düşmüştük 28 Şubat sürecinde,

"Süreç bitti, Türkiye artık bir daha o gülünç duruma düşmez" diyebiliyor muyuz göğsümüzü kabartarak? Hayır, diyemiyoruz. Diyemiyoruz, çünkü o süreci ülkemize yaşatanlar hesaba çekilmediler. Anayasal sistemi işlemez hale getirmenin, yargıya, bürokrasiye, medyaya, iş dünyasına yasal olmayan emirler yağdırmanın hesabını vermediler.

 Anayasa suçu işlediler, fakat o suçun yasalardaki karşılığı olan cezaya çarptırılmadılar. Bulunduktarı yerlerde bugün kendilerini unutturmaya çalışıyorlar belki, ama cezaî takibata uğramayacaklarından da o kadar eminler ki..”   (Yeni Şafak/28 Şubat 2007)

Mümtaz Türköne: KARARGAH SUBAYLARININ ÇETESİ; BÇG

Türköne'ye göre BÇG bir örgüttür ve 'kelimenin en dar ve en geniş anlamları içinde bir çetedir. Fakat, daha da;

  "28 Şubat Süreci'ni plânlayıp yürüten BÇG'dir. BÇG'ye dair, TSK bünyesinde alınmış resmi bir onay veya emir yoktur. Bu örgütün kanuni bir dayanağı bulunmamaktadır. Bu birim devlet içinde oluşmuş bir çetedir. Devlet imkânlarını kullanan, devlet memuru sıfatını haiz, üstelik silâh taşıyanlardan meydana gelen bir çete toplumun önüne çıkmaktadır. 28 Şubat süreci işte bu çetenin eseridir. 28 Şubat süreci denildiği zaman aklımıza hangi isimler geliyor? İsimleri alt alta koyduğunuz zaman bu askeri müdahalenin emir-komuta zinciri içinde yapıldığı, bir cuntanın eseri olduğu ortaya çıkmaktadır.

   Batı Çalışma Gurubu'nun adı ilk defa irtica brifinglerinde duyulur. Bu illegal toplumun başlangıçta Deniz Kuvvetleri'nde kurulduğu, daha sonra isim babalığını Çevik Bir'in yaptığı biliniyor. 28 Şubat'ın post-modern olaylarından biri olan 'Köstebek Olayı' gerçekte bu çetenin belgeleri ile deşifre edilmesi; mukabilinde deşifre edilenlerin yargılanması olaydır. BÇG, bir çete olarak onbaşı marifetiyle çökertilmiştir. Ancak süreç fazlasıyla dallanıp budaklandığı için bu yırtık elbirliği ile yamanacaktır. Ele geçen çete belgeleri, İçişleri Bakanlığı tarafından Başbakan Yardımcısı'na, oradan Başbakan'a, Başbakan eliyle Cumhurbaşkanı'na, oradan Genelkurmay'a, Genelkurmay'dan da ilgili birimlere ulaştırılmış ve BÇG'yi deşifre edenler hakim önüne çıkartılmıştır.

   Refah-Yol Hükümeti sona erdikten sonra bir basın toplantısı ile BÇG belgelerini açıklayan ve bu örgütün illegal olduğunu söyleyen Meral Akşener'e Genelkurmay'dan tek kelimelik bir cevap bile gelmemesi durumu özetlemektedir. Aynı şekilde BÇG belgelerini açıklama suçundan yargılanan Hasan Celal Güzel, mahkemede defaatle BÇG ile Genelkurmay arasındaki ilişkinin sorulmasını istediğini kaydetmektedir.

   Bu örgüt, kelimenin en dar ve en geniş anlamları içinde bir çetedir. Karargâh subaylarından oluşan bu çete, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kendisini değil, kurumsal itibarını cepheye sürmüştür."  (Zaman: 27 Şubat 2007)

Alev Coşkun: 28 ŞUBAT'IN ONUNCU YILI

   Sol yazarların hep tıngırdattığı tencere ve tava içinde Postmodern Darbe'nin yoğrulmasını çok iyi irdelemek(!) mi gerekiyor acaba? Hayır.. tencere ve tavaların içinden çıkan tavşanların hangi besihanelerde kelem kemirdiğine bakılmadıkça ve nice insana % 60'dan % 90 aptal dekontu veren bankaların içine akıl erdirilemedikçe Alev'li 28 Şubat'ı işte böyle yorumlarsınız;

"Daha önceki 1950-60 ve 1965-70 dönemlerindeki uygulamaları izleyen ve 12 Eylül’ün açtığı yoldan ilerleyen, kutsal din duygularını politikaya alet ederek ve feodal kalıtıların destekleriyle siyasal iktidarı ele geçiren oluşumlar birbirini izledi. Sonunda 1997 yılına kadar gelindi. 28 Şubat öncesi,Tansu Çiller ile Erbakan'm kurdukları REFAHYOL koalisyon hükümeti siyasal iktidardır. Başbakan Erbakan'dır. Erbakan her vesile ile her hareketinde din motiflerini kullanıyordu. Çiller, "Siyaset dinin emrindedir" diyecek kadar aklını yitirmiş, ihtirasının emrine girmişti. Başbakanlık konutunda Erbakan'ın tarikat şeyhlerine verdiği iftar yemeği bardağı taşıran son damla olmuştur.

Artık, bıçak kemiğe dayanmıştı. Siyasal iktidarın Atatürk devrimlerini hiçe sayan tutumuna karşı sivil toplum örgütleri, "Sürekli aydınlık için, bir dakika karanlık" eylemini başlattılar. Akşam belli bir saatte bütün büyük kentlerde elektrikler bir dakika kapatılıyor, özellikle kadınlar balkonlara çıkıp ellerindeki tavalara kaşıklarla vurarak iktidarın Atatürk devrimlerine karşıt politika ve davranışlarına tavır koyuyorlardı. Bu hareket çok büyük bir halk desteği toplamıştı. Harekete sivil toplum örgütleri (TÜRK-İŞ, DİSK, KESK, TOBB, Esnaf ve Sanatkârlar Odası, ADD, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, kadın kuruluşları) büyük destek verdi, bir toplumsal mutabakat doğdu.

Bekir Coşkun'un belirttiği gibi "28 Şubat süreci toplumun tepkisinden doğmuştur. Toplum tepkisini gösterdiği için, Erbakan'ın gidişi bir küçük formaliteye kalmıştır. Toplumun tavası tanktan daha güçlüdür.”  (Cumhuriyet: 28 Şubat 2007)
 
İlhan Selçuk: 28 ŞUBAT NEYDİ?

   Demek ki insanın haklı gerekçeleri yok ise dereden tepeden su getirirmiş. İlhan Selçuk bunu çok fazlasıyla yapıyor. 28 Şubat neydi? sorusuna gelince onu aşağıdaki cümleleri içinde bulmak mümkün değil. Zaten kendisi de aranıyor ve taaa.. ABDli Bush'ta var zannıyla ilim satıyor da, 28 Şubat'ı makul çerçevede bulamıyor;

    "28 Şubat bugün...

Herkes mezhebine meşrebine göre 28 Şubat'a ilişkin bir şeyler söyleyecektir; sivildir, askerdir, darbedir, değildir, iyidir, kötüdür gibi vesaire ki tümü fasa-fisodur...

Bir soru: -İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çok partili rejime geçtik. Dünyada 5 yıllık zorunlu öğretim -birkaç ilkel ülke dışında- tarihe gömülmüşken Türkiye'de neden 28 Şubat'a (1997) dek sürdü?..

Uygar dünyada geçerli akıl-bilim üzerine en az 8-12 yıllık öğretimi Türkiye'de çok partili rejim niçin en aşağı yarım yüzyıl dışladı?..

Yanıt açık: Kemalist Devrimin ardından gelen çok partili rejim, Türkiye'nin özel tarihsel koşullarında, sola ve ileriye açık demokrasiyi değil, daha çok sağa ve geriye açık karşıdevrimi öngören bir siyasal içerik taşıyordu...

Kur’an ve hafız kurslarıyla, imam hatip okullarıyla, Öğretim Birliği'ni temelde yıkan karşıdevrim başarı kazanmıştır.

Türkiye'de yaşananları anlayabilmek için uygar dünyanın tarihindeki "Aydınlanma Devrimi" ölçeğine başvurmak gerekir... Yoksa tüm olan bitenler karmakarışık, anlamsız, içeriksiz, yüzeysel bir siyasal çatışma edebiyatının gargarasında Doğulup gidecektir... Ülkemiz bugün açıkça dışarıdan destekli bir karşıdevrim sürecinde ‘Ilımlı İslam Devleti Modeli’ne oturtulmak isteniyor... Karşıdevrimin arkasında Amerika'nın Bush yönetimi var... Sürüklenişimizi görmemek için kör olmak gerekir...”  (Cumhuriyet: 28 Şubat 2007)

Merve Kavakçı: 10 YILIN ARDINDAN
Kendisi de bir kadın iken; "üç-beş kendini bilmez çirkin kadın sokaklara çıkartıldı. 'Türkiye laiktir, laik kalacak' diye çığrıdılar" diyerek 28 Şubat sürecinden nefretle bahseden Merve Kavakçı, başörtüsünden dolayı Meclis'ten dışarı çıkmaya ve daha sonra vekillikten ayrılmaya mecbur edilen bir kadındı. Cumhurbaşkanı Atatürk'ün Hanımı Lâtife'de hafıza-i nisyana uğrayan bir Türkiye'yi bakınız O' kadın nasıl tarif ediyor: “Zaman su gibi akıp gitmiş, 28 Şubat'ın onuncu senesine ulaşıvermişiz. Ümit edelim; Türkiye bu karanlık sayfaları kapatmış olsun.

  Eleştirmek adına dahi olsa hatırlamak insanın vücudunun buz gibi kesilmesine yetiyor... 28 Şubat; Refah Partisi iktidarının, Türkiye'yi ekonomik bağımsızlığına kavuşturması girişimine ve bu yolda kısa zamanda sağladığı başarıya karşı yapılmış bir darbedir.

Bunu ben söylemiyorum... 28 Şubat'ın mutfağında çalışmış Washingtonlu söylüyor. Soruma "Hiçbiri" diyor ve ekliyor:

 "Ne Başbakan'ın İran'a gitmiş olması ne de ABD gözünde terörist devletler listesinde baş sırayı çeken Libya'ya gitmesi" diyor, "bunların hiçbiri değil, ne zaman ki bizim ekonomik çıkarlarımıza ters düşen gelişmeler oldu; işte o zaman" film Washington için kopuyor.

Hayretle dinliyorum sorumun cevabını.. inanıyorum... Çünkü her ne kesimden olursa olsun, her konuda birbirini boğazlamaya hazır topluluklarda olsun, hepsi o dönemin ekonomik gelişmelerine dair aynı safta toplanıveriyor, bir ağızdan "Türkiye böyle bir dönemi görmedi, hepimizin yüzü güldü, cebimiz ısındı" diyorlar.

Neden?.. 0 zamana dek kendilerine gelmesi gerekirken başka mecralara akıtılan imkânlar nihayet halktan yana bir yönetimle asıl sahibine, halka aktarıldı da ondan.

Aktarıldı aktarılmasına da; olan da Refah Partisi'ne oldu... Halktan yana duruşunu hayatıyla ödedi.

Tabii bütün bunlar, benim anlattığım gibi açık ve siyasete yakışır bir mertlikte gelişmedi. Üç-beş kendini bilmez çirkin kadın sokaklara çıkartıldı... Arkaları boş; ama çok gibi gösterildiler...

"Türkiye laiktir, laik kalacak" diye çığrıdılar, kulakları tırmaladılar... Yürüyüşlerini Türkiye'ye mal ettirmeye çalıştılar. Batı Çalışma Grubu, devlete-millete rağmen kuruldu. Militarist çete, herkesi önce bir eğitimden geçirdi, salıverdi sokağa. Olan Refah Partisi'ne ve onu seçen halka oldu... Olan millete, vatana oldu, Türkiye kimi yerde on, kimi yerde yirmi yıl geriye götürüldü...”  (Vakit: 2 Mart 2007)


 
Hüseyin Üzmez: DARBEYİ 
ASKERLER YAPSAYDI

   28 Şubat Postmodern Darbesi'yle ülkemizin 200 milyar dolarlık borcunun 400 milyar dolara çıktığını, banka soygunu, gasp, vurgun ve hırsızlıktan köşe dönenlerin zaman aşımıyla mükâfatlandırıldığını.. Yani, hukukun işlemediğini hatırlatan Üzmez, 'bu zararın hesabını millete kim verecek?' diye soruyor;

 …'' 28 Şubat'ın en büyük tahribatı, şu konularda oldu: Anayasa Mahkemesi'nin görevi (her Hukukçunun bildiği gibi,) önüne gelen dosyaların, Anayasa'ya uygun olup olmadığını denetlemektir. Şayet uygun değilse, gereğini yapmaktır.

Halbuki o dönemde Yüce Mahkeme öyle yapmadı! Kendini Kanun Koyucu’nun, yani Yasama’nın (TBMM'nin) yerine koyarak, Kanunsuz bir Yasak Kararı çıkardı. Bu Karar, Millî Hukukumuza da, Evrensel Hukuka da aykırıdır.

28 Şubat olalı 10 yıl geçti. Bu Süreç 1000 yıl sürecek diyorlardı. İlk seçimlerde millet derslerini verdi. 28 Şubat'ın iktidar yaptığı, 3 parti de sandıktan çıkamadılar. Hepsi barajda boğuldu. Süreç'in mimarları çoktan unutulup gitti. Daha önceki müdahalelerde, 6 defa gidip 7 defa gelen, Sayın Süleyman Demirel'in, Ümit Güneşi bile, bir daha açılmamak üzere karardı.

Bin Yıl Sürecek dedikleri 28 Şubat'ı, seçimlerden 1 gün sonrasına kadar dahi uzatamadılar amma... kesintisiz eğitimde, başörtüsünde, İmam Hatipler’de ve katsayı eşitsizliğinde yaptıkları tahribatın acı ve sıkıntılar halen devam ediyor. Er geç onlar da düzelecektir İnşallah...

Bizim bu yazıda asıl söylemek istediğimiz; bu süreçte, Ekonomi Gemisinin Kaptan Köşkü'ne geçen, ABD'den ithal edilen bakandı. Onun Reformları (!) Ekonomik Büyümemizi % 9.4 küçülttü. Bizi AB, ABD ve IMF kapılarında sürünmeye mahkûm etti. Uzmanların söylediklerine göre, o zamanki zararımız, 200 milyar doların üzerindeymiş.

Diğer bütün, hata, kusur ve yanlışlar bir yana... Bu zararın hesabını millete kim verecek? Acaba, bir gecede bu duruma düşmemize, sebep ne idi ? Devletin en önemli bir Anayasal Kurumu olan (MGK'da, Millî Güvenlik Kurulu'nda) Başbakana, Anayasa Kitapçığı fırlatan... Sayın Sezer’in de bu konuda sorumluluğu yok mu?

 O Makama oturmasına vesile olan Başbakan Yardımcısı kendilerine "Nankör Kedi" diyerek, bir anlamda hepimize hakaret etmişti. Bunun da hesabı henüz verilmedi. O gece, milletimizin yarı yarıya fakir düştüğü... Ekonominin çöktüğünü gören bazı üst bürokratların bir gecede dolar milyarderi oldukları... Uzman kişiler tarafından söylenmişti; hâlâ da söyleniyor. Banka hortumlamaları da düşünüldüğü taktirde... 200 milyar dolar zararımız 400 milyar dolara çıkıyor.

Bir hukukçu olarak, Suçlarda Zaman aşımına son derece karşıyım, Vurgun, Soygun,' Gasp ve Hırsızlık yapacaksın, Belirli bir süre ele geçmeyince, Zaman aşımından paçayı kurtaracaksın. Böyle Hukuk mu olur? (Şayet Mesleği bıraktığımızdan bu yana bir değişiklik olmadıysa... Alacak ve Tazminat Davalarında Zaman aşımı İşlemiyor)

Bu durumda, herkes yaptığı veya sebep olduğu zararı ödemeye mecburdur. Doğrusu bilmiyorum. Acaba Hukuk mevzuatımızın gücü bu kadarına yetecek. Ve yine acaba, Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bunun için mi: “Bunların derdi belli. Bunlar Cumhuriyeti değil, kendi çıkarlarını koruma derdindeler!"demişti.  (Vakit: 5 Mart 2007)

Ergun Babahan: 28 ŞUBAT VE SİYASETÇİLER

   28 Şubat'a farklı bir yorum getiren Babahan'a göre darbe; 'siyaset sınıfının yozlaştığı, Erbakan ve Çiller'in önlerine gelen her belgeyi kuzu kuzu imzalayıp sürecin sorumluları durumuna düştükleri yoz ve kirli bir dönemin başlangıcıdır.' ..Ve;

   "Bugün 28 Şubat post-modem darbesinin yıldönümü. Birçok köşede 28 Şubat müdahalesi ve süreçle ilgili değerlendirmeler okuyacaksınız. Bu köşeyi izliyorsanız, 28 Şubat karşısındaki tavrımı biliyorsunuzdur. Ancak bugün bir başka noktaya dikkat çekmek istiyorum. 28 Şubat'ta siyaset sınıfının sorumluluğu. 28 Şubat sadece silahlı bürokrasi müdahale etmek istediği için olmadı bu ülkede.

Siyaset sınıfı da bu müdahaleye ya çanak tuttu veya gerekli tavrı alamadı. 28 Şubat’a giden yolda Türkiye'de siyaset yozlaşmış ve kirlenmişti.

28 Şubat'ta Erbakan ve Çiller mağdurdur, tamam.

Ama önlerine konulan her belgeyi kuzu kuzu imzaladıkları için aynı zamanda bu sürecin sorumlusudur. Eğer onlar bu sürece karşı koyma yürekliliği gösterseydi 28 Şubat bu kadar kolaylıkla gerçekleşmezdi. Evet, Demirel askerle işbirliği yapıp sivil hükümete karşı bir komplonun parçası olmuştu ama Refah Partisi ve Doğru Yol'un alacağı doğru bir tavır bu olayı bozabilirdi.

Veya Mesut Yılmaz, 28 Şubat sürecinin ardından partisini DYP'den transferlerle güçlendirip seçim kazanmış edasıyla hükümet kurmaya talip olmazdı. Kısa bir süre sonra da bunun bedelini sandıkta tasfiye olarak ödediler.

28 Şubat, post-modem bir darbe olması kadar bence siyasetçilere yakın tarih dersi olması açısından da önemlidir. Günümüz siyasetçileri bu dersi ne kadar almış, emin değilim. Ama hatırlarında tutsunlar ki, güç ve rant savaşı adına demokratik ilkeleri satanları halk ilk fırsatta sandığa gömüyor. Demokrasiye, halkın söz hakkına saygı duymayan siyasetçinin yaşam şansı kalmıyor.

28 Şubat'a bu açıdan bakmakta da yarar var, diyorum.”  (Sabah: 28 Şubat 2007)
 
Dr. Serdar Demirel: 28 ŞUBAT TECRÜBESİYLE GELECEĞE BAKMAK

 Dr. Serdar Demirel, 'Fadimeler, Kalkancılar inanan insanları aşağılayan her türlü melânet; iftiralar, karalamalar, montaj haberler, susturulmak istenen İslâmi basın ve diğer bin bir tezvirat' içindeki 28 Şubat'ın 10 Yıldönümü'nü 'karanlık 28 Şubat7 tünelinde böyle izah buyuruyor;

  "28 Şubat postmodern darbesinin yoğun hissedildiği bir dönemdi, ismi bende mahfuz bir dostum bana gelmişi. Dertleşmek ve mümkünse tavsiye almak istiyordu. Evlerinde bütün aileyi derinden sarsan bir acı olay yaşanmıştı. Tanıklık ettiklerine inanmakta zorlansalar da yaşanan gerçekti: Kendisinden bir iki yaş küçük kardeşi intihara teşebbüs etmişti.

Çok şaşırmıştım! Zira intihara teşebbüs eden kişiyi ben de tanırdım, ibâdetlerine düşkün dindar bir kişiliğe sahibti. Böyle bir şey, islâm'ın kesin haram kıldığı bir cürüm olduğuna ve o da bunu bildiğine göre nasıl mümkün olmuştu? Mü'min insan tasavvurunun kesinlikle karşı çıkacağı bir cana, hem de kendi canına kıymaya nasıl teşebbüs etmişti? Hakikaten anlamak çok zordu.

Dostum, olayın detaylarını anlattı. Özetle, dönemin topyekün savaş atmosferi onun psikolojisine çok ağır gelmiş, taşıyamamıştı. Evlerden fışkıran ceset görüntüleri, her saat başı tv kanallarında akıl almaz iddialar, Kalkancılar; Fadimeler, inanan insanı aşağılayan her türlü melanet; iftiralar, karalamalar, montaj haberler, susturulmak istenen İslâmî basın ve diğer binbir tezvirât... Bütün bunlara onun psikolojisi yeter demişti. Ağbi olan dostum başka bir ibretâmiz olayı da kardeşini Bakırköy Sinir Hastalıklarıma tedavi görmek üzere götürdüklerinde yaşamıştı.

0 da şuydu:

Hastanedeki hekim, getirilen hastanın mütedeyyin bir kişiliğe sahip olduğunu anlayınca; "Bugünlerde dindar kesimden gelen hastalarımızın sayısında patlama var, özellikle de başörtülü hanımlarda" demiş, "Neler oluyor sizin camiada?" diye de sormuştu.

Bu sorunun cevabı malûm karanlık 28 Şubat tüneliyle alakalıydı. Utancı da büyük oranda kartel medyasına aittir. Eminim, bugün, nice kalem bu sürecin faziletlerini döktürecek, demokrasinin nasıl kurtarıldığı yalanını yazacak, süslü ve sloganik kelimelerin arkasına gizlenecektir.

Ama şu gerçeği itiraf edemeyeceklerdir: Bu süreç, Atatürkçülük maskesi takınca dokunulmaz olunacağı anlayışını yerleştirdi topluma. Bir de hasım görülen bir kişiden kurtulmanın kolay yolunun ona "mürteci" damgasını vurmaktan geçtiğini. Bu ister bir eğitim kurumu, bir hastahâne, bir devlet dairesi olsun isterse de çatık kaş devletin elinin uzandığı herhangi bir alan, farketmez.

Ve hâlâ nice insan bu numaraya baş vuruyor.

Neyse. Yaşanan bütün acılara rağmen büyük ülke hayâli kuran, sadece ülke içinde değil bütün Ortadoğu'da barış isteyen, hatta bunun bütün dünyayı kuşatmasını arzulayan insanlar düne takılmadı, takılmaması da lâzım. Onlar geleceğe bakıyor, geleceği planlıyor. Çünkü onlar biliyor ve inanıyor ki, bu coğrafyanın geleceği onların geleceğe dair ufkuyla, bu uğurda şadedecekleri gayretle paraleldir.

Birileri bu ülkeyi terk edebilir ama onlar terk edemez, bu ülkeye küsemez, çünkü onların kaderi bu ülkenin kaderine endekslenmiştir. Dünü hatırlayacak, lâkin, düne takılıp kalmayacaklardır.”  (Vakit: 28 Şubat 2007)

 
 
Taha Akyol'a göre: 28 ŞUBAT SÜRECİ 
YARGIYI TAHRİB ETTİ

   "28 Şubat, dikkatleri irtica paranoyasına kilitleyerek, Meclis kompozisyonunda yapay değişimler yaptırtarak, Türkiye'yi dünyaya halk ayaklanmalarının ve şeriatın eşiğinde bir ülkeymiş gibi göstererek, ta 2001 krizine kadar sürükleyecek istikrarsız bir gidişatı da hızlandırdı.


En büyük tahribatından biri yargıda oldu. Yüksek yargı mensupları otobüslerle Genelkurmay'a taşındı, "yüzde 66.94..." türünden brifingler verildi, özgür içtihat imkânsız hale getirildi Üniversite yeniden 'hiza'ya getirildi! Basında tasfiyeler yaptırıldı, komiserler tayin ettirildi!”  (Milliyet: 1 Mart 2007)
 

İlker Sarıer'e göre: 28 ŞUBAT İÇİN GEREKLİ
 İKLİMİ BASIN HAZIRLADI

   "28 Şubat, oldu, geçti.

Geçti de biz koca bir toplum olarak, siyasetçiler olarak, medya olarak ve kurum ve kuruluşlar olarak gereken dersleri çıkardık mı?

Çıkarmadık! (...)


Sen ders çıkardın mı hemşehrim, derseniz, söyleyeyim.
(...) zaten biz de 28 Şubat'a gerekli iklimi yaratmıştık, netekim...”  
(Takvim: 1 Mart 2007
)


Mustafa Ünal: BUGÜN 28 ŞUBAT
..Ve Mustafa Ünal'dan bir iddia: 28 Şubat'ın 9 Mart Cuntasıyla akrabalığı var. Peki sebebleri ne? İşte cevabı:

  “Tarihî bir gün, talihsiz bir gün de diyebilirsiniz. Necmettin Erbakan başbakanlığındaki Refahyol Hükümeti'ni alaşağı ederken, toplumu silah zoruyla dizayn etmeyi amaçlayan müdahalenin 10. yıldönümü. Süreç diye adlandırılan '28 Şubat nedir?' sorusuna cevap verelim önce. Çok farklı yaklaşımlar söz konusu çünkü... Öyle iddia edildiği gibi demokrasiye balans ayan değil, olağan yollarla hükümet değiştirme operasyonu da denemez. MGK'da alınan kararlarla hükümetin çekilmeye zorlanması yorumu da hafif kalır.

   28 Şubat demokrasiye, Anayasal düzene dışarıdan müdahale. Tıpkı 12 Mart gibi. Klasik darbeden tek farkı; Meclis'i kapatmamış olması. Nitekim önde gelen 28 Şubatçılardan Erol Özkasnak süreci anlatırken 'postmodern darbe’ nitelemesi yaptı. Batı Çalışma Gurubu'nu kuran, Sincan'da tankları yürüten çekirdek kadronun, hükümeti devre dışı bırakmasının ötesinde hedefleri vardı. Açıkça söylemek gerekirse, bir rejim değişikliğinden yanaydılar. BAAS tipi bir rejim. O günlerde dışarıya sızan bilgi ve belgelerden anlıyoruz ki mezhepsel boyutu da vardı. Uzun ömürlü bir iktidar biçmişlerdi kendilerine. Bu uğurda her şeyi göze almışlardı.

28 Şubat'ın 9 Mart cuntasıyla akrabalığı var. Cezayir benzetmelerinin yapıldığı 28 Şubat günlerinde BBP Lideri Muhsin Yazıcıoğlu'nun 'Türkiye Suriye olmayacak' sözü boşuna söylenmiş değildi. Bir karşılığı vardı. Bir adrese söylenmişti. Yerine de ulaştı. Proje, Milli Güvenlik Kurulu çizgisine çekildi. Çekirdek kadroyu buradaki en önemli isim Doğu Aktulga'dır. MGK kararlarının kesmediğini söylemeliyim, kabullenmeleri çaresizliktendir. 28 Şubat'ın bu yönü maalesef çok aydınlatılamadı. Üzerinden biraz daha fazla zaman geçmesi gerekiyor. Belki 20. yıldönümünde...

KeşkeTürkiye'nin ayarlarını bozan, devlet-millet bütünleşmesini ortadan kaldıran 28 Şubat hiç yaşanmasaydı. Bu süreçte devletle millerin arası iyice açıldı, değerler çatıştı. Devletin o gün gücünü kullananlar, milletin kutsallarını tehlike

olarak gördü, tehdit saydı ve pervasızca üzerine gitti. Vicdanlarda derin yaralar açtı, büyük acılar yaşandı. Ucuz yaftayla çok insan yerlerinden yurtlarından oldu, liyakatine bakılmaksızın kapı önüne kondu. 28 Şubat devletin bir cinnet haliydi. Kâbusla geçen karanlık bir gece...”  (Zaman: 28 Şubat 2007)

Yusuf Kaplan: 28 Şubat'ta Türkiye
 Nasıl Direkten Döndü

   28 Şubat'ta Türkiye'nin direkten dönüşünü; "Hz. Peygamber, 'Mü'min'in basiretinden ve ferasetinden sakınınız' diye buyurur. İşte bir Mü'min olarak Hoca'nın öngörüsü, basireti, feraseti ve fedakârlığı, Türkiye'nin ve İslâm Dünyası'nın büyük bir uçurumun kenarından dönmesini sağladı" şeklinde izah buyuruyor. İşte Kaplan'ın diğer görüşleri:

    "28 Şubat, Türkiye gibi bölgenin tarihinde bin küsur yıldır birinci derecede belirleyici aktör, yani İslâm dünyasının tarihsel ve siyasi omurgası olan bir ülkede, üçüncü bir modelin toplumunu elitler vasıtasıyla sekülerleştirilmesi, dolayısıyla İslâmî iddialarının ve duyarlıklarının bitirilmesi, dolayısıyla ülkenin içeriden teslim alınması projesinin adıydı.

    Madalyonun görünen yüzü bu. Bir de görünmeyen yüzü var; 1995 seçimlerinden iki ay önce Refah Partisi'nin oyları bütün kamuoyu yoklamalarında % 32-36 civarında seyrediyordu. Bu, Refah'ın -İslâm'cı bir partinin- Türkiye'de ilk defa tek başına iktidara gelmesi ve Türkiye'nin Cezayir'e dönüştürülmesi sonucunu doğurabilirdi.

   Seçimlere bir ay kala Hoca, radikal bir dil geliştirerek Refah'ın oylarını % 20'lere çekti. Bunu Hoca'ya bizzat sordum. Neden böyle yaptınız? diye. Hoca'nın cevabı aynen benim düşündüğüm gibi oldu: 'Bizi tek başına iktidara sürükleyip, Türkiye'yi Cezayir gibi geri dönülmesi zor bir iç savaşın içine sürüklemek istiyorlardı."  (Yeni Şafak: 28 Şubat 2006)
         

Yavuz Donat: 28 Şubat'ın Ayak Sesleri

   Dönemin Cumhurbaşkanı olan ve 'şapkasını gaptırmamak'la ünlü Süleyman Demirel'e en yakın isimlerden Yavuz Donat, 1997 Ocak Brifingi'nden pasajlar aktarırken Demirel'in elindeki dosyaların 55 sayısıyla eş ve çoğunlukta olduğunu vurguluyor. İşte Donat'ın bize aktardıkları:

   "Ocak 1997… Çankaya Köşkü. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı 'irtica ile ilgili suçlamalarda' bulununca.. Cumhurbaşkanı Demirel dedi ki: 'Sayın Komutan, kim, nerede, ne zaman kanunlara uygun olmayan, ne yapmış? Bu konuda elinizde somut belge ve bilgi var mı?'

-Var sayın Cumhurbaşkanım.

-Genelkurmay'a geleceğim.. Sizi orada dinleyeceğim.

    Ocak 1997.. Genelkurmay Başkanlığı. Genelkurmay Başkanı'nın yanında 'İkinci Başkan' da vardı: Orgeneral Çevik Bir. Demirel; brifingi anlatırken şöyle dedi: 'Çok kalabalık değildi.. Genelkurmay İstihbarat Başkanı vardı.. Bazı komutanlar vardı.'

   Brifing 4 saat sürdü. Cumhurbaşkanı'nın istediği anda brifinge ara verilecekti. Demirel bir soru sorarsa, yanıtlanacaktı. Ama Demirel hiç soru sormadı. Tam bir 'derin dinlemedeydi.' Brifing bitince Genelkurmay Başkanı Org. Karadayı'ya dedi ki: 'Bunları bir dosya halinde bana vereceksiniz değil mi?'

   -Genelkurmay'dan ayrıldıktan sonra ne yaptınız sayın Demirel?

   -Köşke döndüm.. Ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Necdet Seçkinöz'ü çağırdım.

    -Ne dediniz? 'Necdet Bey.. Genelkurmay'da bana 55 olay anlattılar… Hepsi de teker teker bu dosyada yazılı.. Buyurun..'

-Sayın Cumhurbaşkanım, ne yapmamı emrediyorsunuz? 'İncelemenizi istiyorum.' -Emredersiniz.

   Necdet Seçkinöz önce dosyayı bizzat kendisi inceledi. Sonra da Demirel'e geldi: 'Efendim konu çok önemli. Özel bir çalışma gurubu kuracağım. Dosyadaki 55 olayı tek tek inceleteceğim. Sonucu da size arz edeceğim.' -İyi düşünmüşsün. Hiç vakit kaybetmeyin. 'Sonra ne oldu Sayın Demirel?' -Dosyada yer alan 55 olayın 30'a yakını doğruydu. Dedikoduya dayanmıyordu. Bazı somut olaylardı. Bunları önce bir kâğıda döktüm. Sonra da mektup haline getirdim. 'Kime mektup?' -Hükümete konuyu intikal ettirmek benim görevimdi. Başbakan Necmettin Erbakan'a bir mektup yazdım. 'Mektupta ne dediniz?' --Bakın şu rahatsızlıklar var. Düzeltin dedim..

   Genelkurmay'daki 1997 Ocak brifingi 'yaklaşan fırtınanın' habercisiydi. Askerlerin bu brifingteki söylemleri '28 Şubat'ın ayak sesleriydi."  (Sabah: 28 Şubat 2006)

 Direnilseydi Ne Olurdu?

  "28 Şubat Postmodern Darbesi öncesinde Refahyol Hükümeti'nin Başbakanı Necmettin Erbakan'ı ikaz eden, O'na mektuplar yazan ve bir nev'i 'Askeri vesayet tarafında hareket eden Devlet Adamı' şekli ve gerçeğini veren dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Ali Kırca'nın gerçekleştirdiği Siyaset Meydanı'nın 9 Mart 2000'deki proğramında, Yavuz Donat'a göre; 'Sayfalar dolusu bant çözümü' ile esaslı bir söyleşiye imza atıyor. Ve Yavuz Donat da o tarihin Siyaset Meydanı'ndaki Demirel'in işitilmesi gereken sözlerini şöyle kaleme alıyor; 

 "REFAH Partisi ile Doğru Yol Partisi'nin kurduğu "Refahyol" Hükümeti, 28 Şubat kararlarına "direnseydi" ne olurdu? Başbakan "bu kararlan" imzaladı.Ya "imza etmiyorum" deseydi.

Demirel'e bunu" sorduk. "Dosyalan" açtı.

"Benim bir beyanım var... Bu söylemim çok önemsendi" dedi.

-Hangi beyanınız?-9 Mart 2000de, Ali Kırca'nın Siyaset Meydanı'ndaki bir söylemim.

Siyaset Meydanı saat 23.30'da başlamış.

Ertesi sabah saat 04.00'e kadar sürmüş.

Çok izlenmiş. Ve "çeşitli çevrelerce çok önemsenmiş."işte Siyaset Meydanı'nın  "sayfalar dolusu bant çözümünden Demirel'in "çok önemsendiğini söylediği" bölüm: Türkiye Cumhuriyeti laik ve üniter devlet  olarak kurulmuştur. Dünyanın bu bölgesinde eğer huzur ve sükun ile ülkede iç barış varsa, devletin büyük Atatürk tarafından çok iyi temele oturtulmasındandır. Bu çağdaş devlettir. Din ile devlet ayrılmıştır. Şeriat hukukundan, pozitif hukuka dayanan bir devlet yapısına gelinmiştir.

Cumhuriyet, şeriat hukuku yerine pozitif hukukun konulmasıdır. Ama birtakım çevreler bunu istemiyorlarsa, itirazları pozitif hukuka, talepleri şeriat hukukuna ise, o irticadır. Türkiye'de böyle talepler vardır. İrticaya karşı çıkmak vatandaşın dini duygularına karşı çakmak değildir.

Demire! 28 Şubat için "hassas konu" dedi.  "Her türlü yanlış anlamaya müsait  olduğunu" söyledi. Ve ekledi:- 9  Mart  2000 de  Siyaset Meydanı'nda söylediklerimin altını çizin. Demirel'in "altını çizin" dediği satırlar: “28 Şubat kararlarını birtakım çevreler istismar etmiştir ve etmeye devam ediyor. "28 Şubat kararlan vatandaşın dini duygularına aykırıdır" biçiminde istismarlar olmuştur. 28 Şubat kararlarının üzerinden 3 yıl geçti. Bu 3 sene içinde benim hangi vatandaşım dini inançlarını yerine getirmede ondan önceki yıllara nazaran güç duruma düştü? Camiye mi gidemediler?

Hacca mı gidemediler, oruç mu tutamadılar? Zekat mı veremediler? Hayır.Ama camiye, okula, kışlaya siyaset sokacaksınız. Gelin ülkeyi idare edin

Ali Kırca'nın 9 Mart 2000'deki Siyaset Meydanı'ndan, Demirel'in "bugün mutlaka yazılması gerek" diye işaretlediği "son bölümü" de sunuyoruz.

Zira bu bölümde "28 Şubat kararlarına direnilseydi ne olurdu" sorusunun da yanıtı var: 28 Şubat kararları, vatandaşın dini ' duygularını incitmek için değil, aksine onları korumak için alınmıştır.

28 Şubat kararları, İslam ve Müslümanlıkla mücadele değil, Müslümanlık ve İslâm’ın kullanılmamasıdır. 28 Şubat kararlarına direnilseydi acaba ne olurdu? Kimse itiraz etmedi zaten. Yani MGK'da kimse itiraz etmedi. Ama daha sonra itiraz etmiş gibi göründü. Orada, o kurulun içinde olan herkesin imzası vardır.” (Sabah: 28 Şubat 2006)

Ali Bayramoğlu: 28 Şubat'ın Neresindeyiz?

   Evet.. Ali Bayramoğlu'na göre acaba biz 28 Şubat'ın neresindeyiz?

   "(…) 10 yıllık süre içinde özellikle 2002-2007 yılları arası Avrupa Birliği ve Kopenhag Kriterleri çerçevesinde Türkiye sivilleşmeye yönelik önemli adımlar attı. Örneğin ülkeni gizli hükümeti olarak işlev gören, 28 Şubat'ı taşıyan MGK'nın yasası değiştirildi. MGK gizli yönetmeliği içindeki tüm sakıncalı maddeler iptal edildi ve yönetmelik şeffaflaştırıldı.

   Bununla birlikte askeri vesayet rejimin özünü oluşturan milli güvenlik kavramı ile gizli anayasa ya da gizli hükümet proğramı olarak tanımlanan, asker denetiminde hazırlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi varlığını korudu. Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı'nın statüsünün İç Hizmetler Kanunu'nun yanından bile geçen olmadı.

   Nitekim, Türkiye'deki askeri otoritenin devlet içindeki özerk alanının zemini iki katmanlıdır. İlki yasalar katmanıdır. Sivilleşme süreci bu birinci katmanı bir ölçüde kırmıştır. İkincisi özellikle 28 Şubat döneminde tahkim edilmiş olan yönetmelik ve protokoller katmanıdır. Sivilleşme süreci bu ikinci kademeye hemen hiç ulaşmamıştır. Denebilir ki bugün askeri vesayet rejimin değişmeyen unsurlarının en önemlileri, milli güvenlik düzenine 28 Şubat'ta dahil olan girdilerdir. Bu anlamda aradan geçen 10 yıla rağmen 28 Şubat'ın devlet çarkı üzerindeki derin etkileri sürmektedir."   (Yeni Şafak: 28 Şubat 2007)
 

Fatih Altaylı: Kıvıran 
Gazetecileri Hatırlatıyor

   "(..) Çevik'in sıkı Refahyolcu olduğu günlerde dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, İlnur Çevik'i çağırdı ve şöyle dedi: 'İlnur Bey, arabuluculuğa soyunuyorsunuz. Bu sizi gri yapıyor. Oysa biz griyi sevmeyiz. Ya beyaz olacaksınız, ya siyah. Bakın biz beyazız. Karşı taraf ise siyah. Kararınızı verin ve ya beyaz olun, ya gri.'

  İlnur kararını hemen oracıkta verdi: 'Ben de beyazım.'

   
  .. 
Ve hemen koşup o yazıyı yazdı. Bakmayın siz şimdi 28 Şubat'a veryansın edenlere.

   O dönemde hepsinin rengini gördük biz.."  (Sabah: 28 Şubat 2007)


Nazif Gündoğan: Çoğunluk 28 Şubat'ta Birleşmez

  Türkiye'nin yüzyılı aşan demokrasi tarihinde demokratik yönetim yanlısı kesimlerle, dayatmacı kesimler arasında kıran kırana büyük bir çatışma yaşandığına dikkat çeken Gündoğan diyor ki:

    "Türkiye'de altmış yılı bulan çok partili dönemde yapılan son darbenin üzerinden on yıl geçti. Darbelerle Türkiye'nin demokratik yapısıyla birlikte ekonomik dokusu da büyük yaralar aldı. Darbeler Türkiye'deki devletçi kesimlerin güçlerine güç katarken, demokrasi yanlısı kesimleri de büyük ölçüde zayıflattı. Bu yüzden Türk toplumunun olağanüstü gayretine rağmen, Türkiye'nin büyük bir geçmişe sahip olan demokratik kültürü zenginlik ve derinlik kazanamadı.

   Türkiye'nin yüzyılı aşan demokrasi tarihinde demokratik yönetim yanlısı kesimlerle dayatmacı kesimler arasında kıran kırana büyük bir çatışma yaşanmaktadır. Dayatmacı kesimler ekonomik siyasal ve kültürel hayatın odak noktasına devleti yerleştirmişlerdir. Onlar üretmeyi değil tüketmeyi bilirler. Vermekten daha çok almanın ustasıdırlar. Bunun için dayatmacılar Türkiye'deki değişme ve gelişmenin önündeki en büyük engel olmuşlardır.

   Türkiye'nin darbeli demokrasisinde seçimle gelmiş yönetimler güçle değiştirildiği için örgütlenmiş baskı ve şiddet gelenekselleşmiştir. Dayatmacılar iktidarlarını koruma yolunda silâhlı silâhsız he yönteme başvurmaktadırlar. Onlar Türkiye'deki darbelerde açıkça görüldüğü gibi, insanların oylarını sayarak değil, kafalarına vurarak yönetimleri değiştirmektedirler. Onların dünyasında hukukun üstünlüğünden daha çok güçlülerin hukuku önemlidir."  (Yeni Şafak: 28 Şubat 2007)


Hüseyin Kemal'in Ekrem Dumanlı ile Röportajından: 
28 Şubat Kışla İle Caminin Arasını Açtı


"Bizde hazırlanan anayasalar askere (…) böyle bir açık kapı bırakıyor. Siviller geldiğinde antidemokratik düzende çıkarılan hukuki gerekçelerini değiştiremiyorlar. Dolayısıyla darbeyi yargılayamıyorsunuz. (…) 
    (…) 28 Şubat, kışlayla caminin arasını açmıştır. /…/ Çocukluk ve gençlik yıllarımda camilerde çok subay gördüm. Camilerde keplerini arkaya çevirmiş şekilde namaz kılan çok subay olurdu. Bugün şimdi görmek mümkün değil. Bu ilişki tamamen koptu. Bugün siyasetçinin de 'biz ne yaptık da bu ilişkiyi yıprattık' demesi, askerlerin de bunu düşünmesi lâzım."  (Yeni Asya: 4 Mart 2007)



İsmet Berkan: Demirel Erbakan'ın 
İstifa Mektubunu Adeta Kapmış


"(…) Demirel çeşitli özel sohbetlerde Erbakan'ın istifa anını detaylarıyla ve hayli renkli biçimde anlattı. 
  Şu an bize gereken ayrıntı, Demirel'in istifa mektubunu Erbakan'ın elinden 'kapar gibi' aldığı ve hemen düğmeye basıp Genel Sekreter Seçkinöz'ü odaya çağırdığı.

   
Seçkinöz odaya girince Demirel istifa mektubunu ona uzatır ve 'Sayın Başbakan istifa ettiler, ben de kabul ettim. 
Gereğini yapınız, gereken evrakı hazırlayınız' der.
                                                                                            (Radikal: 4 Mart 2007)

 


Necati Can: 28 Şubat'ta Yapılan Yolsuzluklarla
     İlgili Raporları Demirel Sümenaltı Etti
   Böylesine ağır bir iddiada bulunan insanın elbette elinde mühim belgeler ve bilgiler olması lâzım. Zaman Gazetesi'nden Ahmet Dönmez ile çok enteresan bir röportaja imza atan ve Meclis Akaryakıt Kaçakçılığı Araştırma Komisyonu'na da verdiği ifadede '28 Şubat en büyük yolsuzlukların yapıldığı dönemdir' görüşünü ortaya koyan Gümrükler Eski Başmüfettişi Necati Can; 'Artık 28 Şubat denince aklıma direkt yolsuzluk geliyor. Bu oligarşi sadece gümrüklerde milyarlarca dolarlık hayali ihracat yapmıştır. En büyük üzüntüm ise bu yolsuzlukları belgeleriyle birlikte anlattığım raporların Cumhurbaşkanlığı raflarında çürümesi. 1998-99 yıllarında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e gönderdiğim iki ayrı rapor hakkında hiçbir işlem yapılmamış. 28 Şubat döneminde yolsuzlukların niçin arttığının iyi anlaşılabilmesi için post modern darbenin perde arkasının iyi bilinmesi gerekir. 28 Şubat'ın ardında bir ülkenin gizli servisi vardı. İkinci ayağı ise yerli destekçileriydi. Onlara rüşvet olarak yolsuzluk düzenini bıraktılar. 28 Şubat'tan sonra etnik ve mezhebe dayalı bir kadrolaşma başladı' diyor. 

   Köşke gönderdiği raporda örnekleri sıralayan eski Başmüfettiş, hayali ihracatı adım adım Ahmet Dönmez'e anlatıyor. Can'a göre dönemin Bakanı Gümrükler Genel Müdürlüğü, Teftiş Kurulu Başkanlığı ve Başmüdürlük  gibi makamlara kendi istediği şekilde atamalar yaparak hayali ihracat çarkı kurdu. Raporda bu çarka örnek olarak İzmir kökenli İTS Tekstil Firması'nın yaptığı hayali ihracat anlatıldı. İlgili vergi dairelerinden alınan belgelere göre haksız vergi iadeleri, Anasol-D Hükümeti'nin kurulmasından hemen bir ay sonra başlıyor. İzmir Gümrükler Başmüdürü M.K: İstanbul'daki İhracatçılar Birliği'nin yardımıyla İTS'nin de aralarında bulunduğu İzmir'deki çeşitli firmalara hayali ihracat yaptırdı. Yolsuzluklar Ege İhracatçılar Birliği tarafından ihbar edildiği halde hiçbir yasal işlem yapılmadı. Bu kez Başmüdür İstanbul'a tayin edildi ve aynı firmalar da peşinden İstanbul'a taşındı. Daha sonra yapılan operasyonla hayali ihracat ortaya çıkarıldı. Tespitlere göre bir yıl içerisinde 15 milyon dolarlık haksız vergi iadesi alınmıştı. Yolsuzluğu belgeleriyle ortaya koyduğunu ifade eden Can, raporunda Bakan'ın bu işlerden 2 milyon dolar pay aldığı iddiasına yer verdi. Ayrıca bakanın aldığı bu rüşvetle İzmir'de bir villa yaptırdığını öne sürerek villanın fotoğraflarını delil olarak sundu. 
   Raporunda rüşvet ödemeyen firmalar hukuksuz suçlamalarla mahkemeye verilip rüşvete zorlanıyor. Kaçakçı ve hayali ihracatçı firmalar ise belgelere rağmen mahkemeyle verilmeyip bilinçli olarak devlet soyduruluyor. 'Beyaz Formül' atamaları adı verilen rüşvetle memur ataması yapılıyor. Bakanın bu şekilde 265 civarında para karşılığı atama yaptığı ve yolsuzluklara göz yumduğu iddiaları var' diyen Can, dönemin Cumhurbaşkanı Demirel'in 'İki duvar arasında olacaksınız. Birisi üniter devlet, diğeri laiklik' sözüne atfen şu değerlendirmeyi yapıyor: 'Ben de diyorum ki, bu iki duvarın arasında istediğin kadar yolsuzluk yap kimse bir şey demiyor. 28 Şubat'ın tarifi bu: Demokratik, laik bir şekilde soygun yapmak."  (Zaman: 28 Şubat 2007)

Şevki Yılmaz: Darbe Dışarıda Tezgâhlandı
Darbelerin Almanya, Amerika ve İngiltere gibi gelişmiş ülkelerde olmadığını belirten ve gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelere musallat olan darbelerin Türkiye ayağını değerlendiren Yılmaz, Vakit'ten Muharrem Coşkun'a verdiği röportajda; Türkiye'de Refahyol'dan kimlerin rahatsız olduğundan başlayarak 28 Şubat'ı şöyle özetliyor:

     "28 Şubat sürecini anlayabilmek için Refahyol Hükümeti'nin kimleri rahatsız ettiğini çok iyi anlamak zorundayız. İşçi rahatsız mıdır ki müdahale edilmiştir. Halk rahatsızsa halk cevabını verecektir, sandık vardır. Size sorayım bir medya mensubu olarak. Siz hiç işsizliğe müdahale edildiğini duydunuz mu? Paramız dolar karşısında pula çevrilirken, Afrika ülkelerinde bile Türk parası geçmezken buna müdahale edildiğini duydunuz mu? Kasa-masa atılırken, insanlar açlıktan kendilerini köprülerden atarken müdahale edildiğini duydunuz mu? Neden vatandaş çığlık atarken, memur feryat ederken onun gözyaşı için müdahale olmuyor da işler iyiye gittiği zaman oluyor?

   Refahyol Hükümeti ne yaptı ki müdahale olmuştur? Veya kimler rahatsız olmuştur? Bunları değerlendirmezseniz bizleri sadece günah keçisi olarak seçmiş olursunuz. Refahyol'un rahatsız ettiği çevreler bellidir. Birinci çevre, bazı medya kuruluşları ve onların tekelindeki bankalardır. Refahyol'dan son derece rahatsız olmuşlardır. Çünkü devlet parasıyla devletin dolandırıldığı bir oyun tezgâhlanmıştı Türkiye'de. Kamu iktisadi teşekkülleri, devletin fabrikaları, parayı bu bankalara yatırmaya mecbur; batırılmakta olan ve borç alan Kamu İktisadi Teşekkülü de parayı yine o bankadan almaya mecbur. Devletten % 20'yle, % 50'yle parayı alıyor. Aynı parayı devletin bir başka müessesine % 300 ile % 750 repoyla veriyor. Bizim birinci suçumuz; şeref tacı suçumuz, bu ihanete müdahale etmektir. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını koruduk. Bu, ülkeyi hortumlayanların hortumlarının kesilmesinden kaynaklanan bir panikti. Biz bunlara mani olduk. Sonra bankalar bu soygunu yapabilmek için silâh olarak, tehdit olarak, tetik olarak medyayı kullandı. Televizyonlar; ellerinde silâhla banka soymaya gelen adamlara benziyordu. İşte o silâhı kullandılar, düğmeye bastılar. O iri gazetelerden birinde bir başyazar; hükümetimizin kurulmasından kısa bir zaman sonra 'Bravo Erbakan, iyi gidiyorsun, başarılısın, hükümetinizi tebrik ederiz, biz sizi böyle bilmiyorduk' diye yazarak överken; hortum kesildiği, havuz sisteminin kurulduğu hafta 'kredin bitti Erbakan, başaramadın' diye yazdı. Aynı kalemden iki ayrı yazı."  (Vakit: 2 Mart 2007)

 
 
Hasan Hüseyin Ceylan: Ayağımıza Kurşun Sıktık

   Post modern darbenin 10. yılı olan 28 Şubat 2007'de Vakit Muhabiri Muharrem Coşkun'a 28 Şubat'ın ne olduğu ve içine neleri sığdırdığı hususundaki görüşlerini açıklayan Ceylan'a göre o tarih şu demektir:

   "28 Şubat fiilen bir darbedir. Askeri vesayetin sivil irade üzerinde kurmasıyla 12 Eylül'den daha ağır, 1960 ihtilali kadar ağır bir darbedir. Bu darbe için 'Zero-sum game' diye bir ifadeyi uygun görüyorum. 'Oynan oyunda mutlaka kaybedecek' anlamına gelen bu senaryo gereği Refah Partisi kaybedecekti. Sayın Erbakan ve arkadaşlardı kaybedecekti. Bu 1 Temmuz 1996 tarihinde REFAHYOL'un kurulduğu günün akşamında Süleyman Demirel'in makamında, Çankaya Köşkü'nde başlayan 'irtica' yaygaralı bir darbenin hazırlandığı oyundu, tezgahtı. Libya ve İran gezilerinden çok önce tezgâhlanmıştı. 28 Şubat'ın A'dan Z'ye tetikleyicisi, nefes yükleyicisi, kışkırtıcısı, senaristi, askeri kanadın tetikleyicisi Süleyman Demirel'dir. Maalesef en ciddi hatalarımızdan birisi -daha sonra 5+5 formülünde de olduğu gibi- lider kadro dahil, RP'nin, Süleyman Demirel'in bu yönünü ağırlığınca değerlendirememesidir. Demirel, Türkiye'nin kırk yıllık siyasi hayatında kambur olmakla kalmamış, 28 Şubat'ta Türkiye'nin geleceğini ve ekonomisini kurtaracak olan RP'nin -ki bunu kısa dönemde dosta düşmana göstermiştir- ipini çekmekle görevlendirilmiş ve bunu kendi açısından başarıyla gerçekleştirmiştir.

     Danışman Cüneyt Arcayürek'i de bu mânâda mezar kazıcı olarak görüyorum.Ki 'Büyüklere Masallar' serisini 8. cildinde Çankaya'da Demirel'le birlikte Refahyol'a karşı yapılanların arka plânını anlatan konuşmalara yer vermektedir. Erbakan'a saldırı ise başbakanlığının 45. gününden itibaren, İran'a yapılan gezide doğalgaz anlaşmasından sonra başlamıştır. ABD'nin İran'la anlaşmaya karşı çıktığı da ayan beyan iletilmiştir.

    AYAĞIMIZA KURŞUN SIKTIK

   Yapmamız gereken birkaç çok ciddi husus olmuştur. Bunlardan ilki ve çok önemlisi 5 Ocak 1997'de yapılan 'başbakanlık kriz yönetimi anlaşması'dır. Bu metin yetkinin askere alenen devridir. Gerek Hasan Celal Güzel, gerekse Muhsin Yazıcıoğlu ciddi uyarılarda bulunmuştu. 15 Ocak 1997'de Prof. Dr. Mustafa Erdoğan da kaleme aldığı 'olağanüstülüğün olağanlaşması' başlıklı yazısında ciddi eleştirilerde bulunmuş, bunun hukuk ihlali olduğun izah etmişti. Kriz yönetimi denilerek Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri, Başbakan ve Cumhurbaşkanı gibi yetkiye sahip olmuştur. Bana göre bu belge kendi ayağımıza sıktığımız ilk ciddi kurşundur.

   Bu dönemin yaşanmasında etkili olan trajikomik olaylardan biri de, meselâ transseksüel Sisi, bir röportajında: '28 Şubat'ın başlıca kahramanı benim' demiştir. Bir kadın derneği, çalışmalarının Org. Çevik Bir bilgisi dahilinde olduğunu, MGK'nın belli isimleriyle raporlar doğrultusunda olduğunu anlatmıştır. Biri Faik Bulut, diğeri RP'nin kapatılma dâvâlarında kullanılan bantları çıkaran ve kitabını yazan iki gazeteciyle, çalışma yürütüldüğünü, çalışmanın neticesinde plânın Fadime Şahin, Müslüm Gündüz ve Ali Kalkancı'larla senarize edildiğini anlatmıştır. O olağanüstü makyajı, şık giyimiyle fotoğraf veren bu genç kız, bugün nerededir? Müslüm Gündüz, tren istasyonuna yürüyen insanlar ne oldu? Bunlar özel tasarımdır. Bu insanlara ne oldu? 

   Yine o dönemde bizim asker kökenli Aksaray Milletvekilimiz Harp Okulu'na çağırılıp kendisine: 'var olmayan şeyi var oldurmanın adı simülasyon, var olan bir şeyi yok etmenin adı asimilasyondur' denmiştir. Hattâ bir siyasal mühendislik gereği yarın tüm televizyonlarda şu şarkı gündeme gelecek, gazeteler ondan bahsedecek denerek gazete ve tv'nin bahsedeceği şarkıcı gösterilmiş, bunun adı Mirkelam olarak açıklanmıştır. Gerçekten de ertesi gün Güneri Civaoğlu dahil bir çok yazar bundan bahsetmiş, televizyonlar koşan bir adamın klibini sık sık yayınlamışlardır.

    Buradan, biz istediğimizi istediğimiz anda istediğimiz gibi asimile ederiz mesajı verilmiştir. Yani Refahyol'un kuruluşundan itibaren kurt kuzu hikâyesi başlamış, kurdun kuzuyu yemesi için akıl almaz bahaneleri oluşturacak gerekçeler hazırlanmıştır."    (Vakit: 28 Şubat 2007)
      Bunlara Beddua Ettiğimi Söylemek İstiyorum
 

RP'nin önde gelen isimlerinden Hasan Hüseyin Ceylan.. Vakit'te Muharrem Coşkun'a 28 Şubat Postmoern Darbesi'ne yaklaşılan tarihin, önceki 4 gününü bütün gelişmeleriyle anlatıyor. Sözlerini 'Kun fe yekun' ile bağlayan Ceylan'ın şu cümlesi ne kadar yürek incitici; 'Kesinlikle hakkımın hiçbir milimetrekarelik bölümünü helal etmediğimi, her gün sabah namazından sonra beddua ettiğimi söylemek istiyorum.

   ..Ve Ceylan o 4 günü bakınız nasıl naklediyor:

   "Darbenin olduğu Cuma gecesi, Başbakan Sayın Erbakan 23.50'de Çankaya Köşkü'nden çıktı. 5 dakika sonra telefonu geldi,. 24.15'te Başbakanla görüştük ve ertesi gün çok mahrem toplantı yapacağımız söylendi. 12-13 kişilik kozmik toplantı yapacaktık. 01 Mart Cumartesi günü, MKYK toplantılarının yapıldığı üst kattaki yerde, 28 Şubat'ta MGK'da alınan kararlan ve toplantıdaki konuşmaların ele alındığı derin değerlendirmenin yapılacağı toplantı için 10.00'da bir araya geldik. 8 saat aralıksız, yemek dahi yemeden, süren toplantıda çok ağladığımı hatırlıyorum. 28 Şubat'ta Türkiye'nin Başbakanı'na yapılan istiskaller dolayısıyla çok ağladığımı hatırlıyorum. Neydi bu istiskaller?

Bir Başbakan'ın sözünün kesilmesi, yüksek sesle, ayağa kalkarak, hareket ederek konuşulması, asılan beyaz perdede görüntüler gösterilerek, "burası İstanbul Fatih mi, İran İslam Cumhuriyeti mi" gibi istihzalara varan olayları öğrenmiş biriyim. Ve o toplantıda istisnasız herkes, büyük bir akt-i misakla, 28 Şubat maddelerinin imzalanamayacağını, imzalanmasının mümkün olamayacağının sözünü vermiştir. Yani orada, çarşaf ve sarıklıların toplanma talebi, Türkçe ezan isteği, vb. şeylerle ilgili taleplerin gündeme geldiğinde ne tür tavır alındığını çok iyi bilen birisiyim.

O heyet bunu imzalamamaya karar vermişti. Bu karardan sonra, MGK Genel Sekreteri ilhan Kılıç Paşa kararların imzalanması için RP Genel" Merkezi'ne gelmiş, Sayın Başbakan, Mehmet Karaman aracılığı ile ilhan Kılıç'a, RP MKYK'sının toplantı halinde olduğunu belirterek kendisiyle görüşemeyeceğini iletmiştir.

O aksam Kılıç Paşa yine gelmiş yine kendisiyle  görüşülmemiş, imza atılmamıştır. Kılıç Paşa, diğer kuvvet komutanları ve Genelkurmay Başkanı i. Hakkı Karadayı ile görüştükten sonra, Pazar günü Erbakan Hoca'nın Balgat'taki evine gelerek belgeyi imzalamasını istemiştir. Erbakan Hoca'nın evindeki toplantıda da bu kararlara atılacak imzanın, RP'nin varlığını yok edeceğine vurgu yapılmış,  var oluş gerekçelerini ortadan kaldıracağına inanılarak imzalanmaması gerektiği bir kez daha kararlaştırmıştır. 02 Mart günü de, gazeteler, "Erbakan   imzalamıyor" diye çıkmıştır. 3 Mart Pazartesi günü eski TOBB Başkanı Yalım Erez, Çiller'in makamına gitmiş "Erbakan Hoca'nın tuzağına düşüyoruz. Erbakan bu kararlan imzalamamakla büyük puan topluyor. Askerler bunu imzalatacak, ama direnerek o puan topluyor. Şantaj yapmalısınız. Bu imzalanmazsa arkadaşlarımı tutamıyorum. Erbakan hele de imzalamadan seçime giderse yüzde elli gelir, Erbakan'a bırakmadan hem ülkeyi hem partiyi kurtarman gerekiyor" demiştir. Çiller de kendisinin MGK kararlarıyla sorunu olmadığını, Erbakan ve arkadaşlarımın bu maddelere direndiğini: o,' ifade etmiştir. Erez, "Sen bozmasan da' bu hükümet bozulur" diyerek Çiller’i  tehdit etmiştir. 03 Mart günü yine ilhan Kılıç vasıtasıyla sayın Başbakan'a bir mektup geldi, o mektup da kaale alınmadı. Başbakan parlamento içi ve dışı tüm partileri ziyaret etti. Ancak partilerden destek bulamadı.

    Aynı gün, gazetecilerin   "Bu muhtıra    size karşı" dediklerinde, sayın Erbakan, "askerlerle uyum içerisindeyiz" demiş, o akşam bir resepsiyonda, general Çevik Bir, elinde kadehle Erbakan'ın yanına gelerek, "Sayın Erbakan, her zaman askerlerle aynı fikirdeyiz, diyorsunuz. Ben arkadaşlarımla, bu resepsiyona gelmeden de görüştüm, biz sizinle hiçbir zaman hemfikir değiliz" demiştir. Erbakan Hoca da Çevik Bir'e dönerek, "Bu konuda da aynı fikirdeyiz" demiştir.

03 Mart akşamı toplanan DYP başkanlık divanından, "Eğer Erbakan yarın imzalamazsa hükümeti yıkalım" karan çıkmış, başkanlık divanından sonra Çiller, Genelkurmay Başkanı Karadayı'dan randevu istemiş, Karadayı reddetmiş, ardından Kılıç Paşa’yla görüşmüştür. Bu arada Erbakan ve arkadaşları sadece 8 yıllık eğitime karşı çıkar duruma gelmiştir. Paşalar bu isteğin geleceğini bildikleri için, Salı günü akşamı Genelkurmay Başkanı da dahil, bütün kuvvet komutanları kararların altına imza atmıştır. Bu artık görüşmelerin son finalidir. Çiller tarafından gönderilen, "imzalar atıldı geri gelmiyor" haberi üzerine, Mehmet Barlas sayın Erbakan'dan randevu istemiş, Pazartesi gecesi saat 24.00 sularında Erbakan'ın konutunda Mehmet Barlas, Fehim Adak, Oğuzhan Asiltürk ve bendenizin olduğu 51 toplantıda 2 buçuk saatlik değerlendirme toplantısı yapılmıştır. Bu toplantıda artık ertesi gün nelerin imzalanacağını bilir duruma gelmiştik. Ve 4 Mart Salı gününden çok korktum. Bunun imzalanacağını Abdullah Gül beye de söylemiştim. Erbakan Hocam Çiller'le baş başa veya başkanlık divanı ile kaldığında başka unsurlar araya giriyor, bilmediğimiz şeyler söz konusu oluyor ve nihayet kararlaştırdıklarımız değil, kararlaştırmadıklarımız söz konusu oluyordu. 0 gün . 04 Mart 1997'de Tansu Çiller'in Dışişleri konutunda, saat 17.05'te Erbakan Hoca, adı her neyse o metne imza atarak işi nihayetlendirmiş oldu. Süreç böyle sürmüştü. 4 gün muhteşem sürdü, ama sonuç iyi olmadı.      

         87 ALİMİ BEN DAVET ETTİM

Erbakan benim bildiğim 20 yıldan beri Ramazan ayının ilk iftarını ulemaya verir. Eski ve yeni Diyanet Başkanları, ilahiyat dekanları, hadis tefsir kürsüsü başkanları, dini hayatında marka olmuş gönül adamı toplam 87 kişi davet edilmişti. Fethullah Gülen çok istemesine rağmen şeker hastalığı nedeniyle katılamayacağını, Esad Coşan da telefonla arayarak mazeret bildirmiş, Kemal Kaçar da kendisi yerine 5 arkadaşını göndereceğini belirtmişti. O gün Kutbeddin Arvasi yürüyerek geliyor. Oğlu da kendisi de uzun sakallı, sarıklı.. Gazeteciler onları çekiyor, ne toplantısına geldiniz diye soruyor, "Peygamber toplantısına geldik" diyor. Yani Muhammedi sohbete sünnete uygun olan davete geliyoruz diyor adamcağız konuşmasında. Tabii ertesi gün gazete ve TV'lerde neler gösterildiği malum.. Demirel, Ecevit, bunlarla görüşmemiş miydi. Bütün partiler bugün hâlâ bu kontenjanları kullanmıyor mu? Maksat o iftar değil kurdun kuzuyu yeme isteği. Bugün o toplantıya katılan mevcut çok sayıda milletvekili var, üst düzey yönetici var. Tamamen kardeşliğe yönelik, ilmi ve tasavvufi önderlerin bir araya geldiği toplantıydı. Asla hata olarak görmüyorum.

Bendeniz 156 yıl hapisle yargılanıp 1 yıla mahkum oldum. 155 yılı vermediler. 156 yılla yargılayıp hiç mi yatırmayacaksın derler diye 1 yıl hapis verdiler.. Apo'yu yargılayan Orhan Karadeniz benim beraatımı istedi. Yargılandığım gün beni izlemeye, destek vermeye 2 kişi gelmişti; biri İnsan Haklan Derneği (İHD) Başkanı Akın Birdal, diğeri gazeteci Can Dündar. Akın Birdal mahkememe geldiği gün vuruldu. Bunlar dikkat çekicidir..
    En başta ilahiyat camiasını değiştirdi. Sakallıların topyekun sakallarını kestiği, bıyıkların kesildiği, kıyafetlerin konuşmaların değiştiği, fıtratların değiştiği bir süreç olmuştur 28 Şubat. Kadınıyla erkeğiyle bizim camiada çok derin yaralar açmıştır. Omurgaları yok etmiştir. Kimlik erozyonu meydana getirmiştir. Kesinlikle hakkımın hiçbir milimetrekarelik bölümünü helal etmediğimi, her gün sabah namazından sonra bunlara beddua ettiğimi söylemek istiyorum. Sayın Erbakan'ı da onca davadan yargıladılar, bugünün Başbakanı' (Erdoğan)nı hapse attılar. Sonuç ne oldu, Başbakanlık merdivenlerinden çıkın Başbakanlar resimlerine bakın, son 3 Başbakan Erbakan, Gül ve Erdoğan., işte 28 Şubat'ın Türkiye'ye verdiği tablo budur. Allah'ın dilediğinin önüne kimse geçemez. "Kün fe yekun"  (Vakit: 1 Mart 2007)


Murat Sel: Başbakanımızın Sincan'da Bir
 Müddet  Oturmasını Talep Ediyorum


Darbenin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen, darbeye gerekçe aranan ve önce Lale Meydanı'nda güya, bozulan iki tankın mola vermesiyle başlayan süreç, her nedense Sincan Şehri'nde pek konuşulmak istenmez.

   'Tarihe malolsun' gayesiyle '10 Yıldır Kapanmayan Sayfaların Okunuşu' içine dahil etmeye çalıştığım bir hayli Sincanlı, ya  'Bekir Bey, imajımızı düzeltmeye çalıştığımız bir zamanda Tankların Sincan’dan geçişini yeniden konuşmasak ve gündeme getirmesek' dediler, ya da kendilerine yetmeyen zaman darlığına (!) sığınarak bahane ürettiler.

   Esasen sayfalarca not düştüğümüz Sincan ve Tank Olayı yeterli malzeme ile izah edilse de, konunun muhataplarının hiç olmazsa çorbaya tuz olacak cinsten birkaç müsbet söz sarfetmesi gerekmez miydi?

   'Ne gereği var' mantığının bir kenarına yama kabul edilecek hükümde de olsa, konuya tam ışık verme seviyesine çıkmasa da, bize ilk görüş belirten Sincanlı, yılların iş adamlığıyla bölge insanına tanışık Murat Sel oldu. Ve dedi ki; 'Rahmetli Turgut Özal'ın isteğiyle Büyükşehir'e bağlı Metropol ilçe olan Sincan, hizmet alarak bugünkü modern ve düzenli bir şehir haline gelmiştir. Geçmişte yaşanan talihsiz Kudüs Gecesi'yle birlikte Kara Çadır bir anlamda Sincan'ın Kara Kaderi olmuştur. Neden biz, tankların geçmesiyle hak etmediğimiz bir duruma düşürüldük? Neden basında, TV'lerde sık sık gündeme geldik?'

   Evet, Sel'in cevabını aradığı soruların izah metinleri özellikle 28 Şubat'ın 10. Yıldönümü'nde yazıldı, çizildi. Ama, yine de Sel'in demek istediği; 'Sincan'daki hiçbir insan, milli birliğine karşı tavır alamaz, almamıştır. Buna rağmen Sincan'dan tanklar geçerek Sincan ayağı bütün Türkiye'ye 'dikkat çekme' olarak kullanılmıştır' cümlesinde yatıyor.

    Murat Sel, bu itibarla önce; '45 yıldır Sincan'da yaşayan yaklaşık 30 yıldır esnaflık ve esnaf yöneticiliği yapan bir insan olarak bu durumun düzeltilmesini talep ediyor.' Sonra da; 'İçimizden birisi, milletvekili, ardından bakan olan, kendisi ile gurur duyduğumuz Zafer Çağlayan ağabeyimizden Kudüs Çadırı'nı ve tankları flaş flaş haber olarak gösteren TV ve gazetelerle ilgilenmelerini, ilgili kurumlardan da Sincan'ımıza acilen meslek yüksek okulu ve fakülte açma çalışmalarını istiyorum' diyor.

   Sincan'ın bir çok güzellikleri var. Gelsinler gezdirelim. Misafirimiz olsunlar, ağırlayalım. Tanısınlar ki görüş ve düşünceleri değişsin' fikrini ortaya koyan Sel, sözünü: 'Ayrıca Sayın Başbakanımız Recep Tayip Erdoğan'dan bir müddet Sincan'da oturmasını talep ediyorum' şeklinde tamamlıyor.

    Malûm görüş ve temenniler itibariyle, Sincan'a fakülte açılır mı bilemeyiz. Bizim de ilk gazetecilik yıllarımızda bir süre dostluk tesis ettiğimiz Bakan Zafer Çağlayan'ı Kudüs Çadırı'nın mazisi ne kadar ilgilendirir' diye kafa yormak bile galiba abes gelecektir. Öteki talep, Sayın Başbakan'ın Sincan'da oturmasının en revaç talebidir ve bu belki de kişisel istek noktasında mümkün olabilir. Amma.. malûm medyanın tutumuna gelince, fırsat buldukça ve gerekçeler üretildikçe Sincan ve Kudüs Çadırı'nı onlar işlemekten, biz de sırtımızda bir kambur olarak taşımaktan geri durmayacağız. Çünkü bizim çok değer verdiğimiz Sincan, onlara gerçekten medyatik malzeme satmada en öncelikli 28 Şubat Dükkânı olmuştur. Böyle bir dükkâna kim ' kepengini indir' diyebilir?  (Yeni Güç: 01 Ekim 2007)


Mustafa Nevruz SINACI: BÜYÜK OYUN  28 Şubat 
  Ve Sınacı’ya göre ‘28 Şubat, Türkiye Cumhuriyeti'nin AB'ye kayıtsız ve şartsız bağlanmasına matuf kirli sürecin en önemli aşamalarından biridir.

28 Şubat sun'i dir. Bütünüyle yapaydır. Sanaldır. Oyun ve düzendir. En mazlumundan, en masum ve mağduruna kadar oyunda rol alan herkesin yaptığı rol, çektiği ise rol icabıdır.’

Bu nedenle, Mustafa Nevruz Sınacı, öyle bir süreci ele alıyor ve maziden atiye uzanıyor ki, O’na ait farklı misal ve emsalleri ele aldığımızda Post modern darbeleri  ve dahi darbeleri daha hakim, daha gerçekçi yönüyle idrak merkezimize yerleştiriyoruz. Ki işte o yazı; “Gerçekte 27 Mayıs 1960'da başlayan bu sürecin dikkatle incelenmesi ve değerlendirilmesi şarttır. Aksi taktirde bu vakıanın dar bir çerçeve içerisinde değerlendirilmesi Türk milleti ve tarihine büyük haksızlık, bilimsel yönden ise safdillik olur.

Şöyle ki; İkinci Özal hükümeti döneminde (21.12.1987-09.11.1989) Türkiye AT (AB) 'ye tam üyelik başvurusu yaptı ise de bu başvuru reddedildi. Merhum Özal bu sonuca çok içerledi ve halâ bilinmeyen bir neden ve/veya baskı sonucu "her ne pahasına olursa olsun Gümrük Birliğine (GB) gireceğiz" açıklamasında bulundu. Bu açıklamadan önce hiç kimseye bir şey danışmamış ve konu bakanlar kurulunda da gündeme gelmemişti. Oysa, GB meselesi Türkiye açısından çok kritik bir aşama idi ve birliğe tam üye olmadan intihar anlamına gelirdi. Bir süre sonra konu kamuoyunun gündeminden düştü veya bilerek kaldırıldı. Oysa;

Akbulut Hükümeti zamanında (09.11.1989 - 23.06.1991) ve 05.Şubat. 1990, günü AT Konseyi, Türkiye ile "işbirliği" programım (Matutes paketi) kabul ederek Konseye sundu. Böylece, 1995'te tamamlanacak olan GB süreci resmen ve hukuken başlamış oldu. Demek ki, Özal 1989'da söylediği sözün arkasında durmuş, her nedense maalesef ihanet ve kâbus sürecinin düğmesine basmıştı.

Zira, "28 Şubat (1997) muhtırası 100 yıl. gerekirse 1000 yıl sürecek..." Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, 18 Nisan seçimlerinin ertesinde böyle diyordu. Solun büyük bir kesimi 18 Nisan 1999 seçimleri sonrası şeriatçı hareket hakkında, "dağıldı", "artık önemsizleşti" tespitlerini yapmıştı. Hatta Türkiye kapitalizminin krizi aştığı iddiasındaki bazı sol gruplar, buna kanıt olarak RP-FP çizgisinin orduyla uzlaşma çizgisine girdiğini, hatta tekelci sermaye ile orta sınıflar arasında uzlaşma sağlandığını anlattılar. Nitekim kısa süre sonra DSP-MHP-ANAP Hükümeti kuruldu. Bu hükümet süreç şartlarına ters düştüğü için kısa surede dağıldı. Zira, sürecin ve hareketin tek amacı: Bu gün iktidar olan AKP tipi, AB ve ABD'ye sadık, samimi olarak muti (itaatkâr) Türkiye'yi koşulsuz olarak AB'ye bağlamaya hazır, nazır ve amade bit yönetim oluşturmaktı. 28 Şubat ovun ve düzeni (mizanseni) sayesinde bu da gerçekleşti.”  (Yeni Güç: 01 Ekim 2007)

 
Hakkı KOPARAN: Tankların Yürüdüğü Sincan
“Siz uzun bir süreden beri Sincan'ın siyasi tarihi hakkında bir dizi yazı yayımlamaktasınız. Bu dizi yazı içinde her konuya o kadar ayrıntılı ve derinlemesine değiniyorsunuz ki, bizlere söyleyecek fazla bir şey bırakmıyorsunuz.
   Fakat ben yine de Sincan tarihi içinde önemli bir yer tutan ve hem Sincan'ı hem de Sincanlıları derinden etkileyen "Kudüs gecesi" ve sonuçları üzerine düşüncelerimi aktarayım.” diyerek 10 yıldır kapanmayan sayfaların okunuşuna misafir gelen ve bir Sincanlı olarak görüşlerini yansıtan Koparan’a göre
‘28 Şubat 1997 tarihi her ne kadar bir takvim günü olsa da, o güne gelene kadar yaşanan bazı olaylar ve o olayların sonucunda, yani 28 Şubat'ta alınan kararların toplamını içeren bir süreçtir.
  ’
Peki o sürece geniş anlamda Hakkı Koparan nasıl bakıyor? 10 yıldır okunan sayfaların nihai yazısı olarak kapanışa doğru yer verdiğimiz işte o koparıcı metnin bütünlüğü: “Genele çok fazla değinmeden, Sincan özeline bakacak olursak, bu süreçte, 1 Şubat 1997 tarihinde Sincan Belediye Başkanlığı’nın öncülüğünde düzenlenen ve İran'ın Ankara Büyükelçisinin de katıldığı "Kudüs Gecesi" önemli bir yer tutmaktadır.Bu güne kadar Kudüs Gecesi olarak anılan bu etkinliğin ardından bütün medyanın ilgisi Sincan üzerine yoğunlaşmış, Sincan adeta bir medya lincine uğramıştır.Ardından 4 Şubat sabahı, daha gün yeni yeni ağarırken, Etimesgut Zırhlı Birlikler Tümen Komutanlığı’ndan hareket eden ve Yenikent’teki Akıncılar Hava Üssü'ne gitmekte olan tanklar, güzergah dışı olmasına rağmen, Sincan'a şöyle bir uğrayıvermişlerdir.Ve o günden bu güne tam 10 yıldır Sincan tanklarla birlikte anılır olmuştur. Bir anlamda Sincan tanklarla bütünleşmiştir. Taşraya çıkan bütün Sincanlılar tanklarla ilgili sorulara muhatap oldular. Bugün "imaj" dediğimiz Sincan'ın görüntüsü, tanklarla birlikte, bir anda yerle bir oldu. Ülkenin her köşesinde Sincanlılara kuşkuyla bakıldı.

Sincanlı çocuklar polis okullarına giremediler.

Askeri okullara giremediler. Hatta sivil memur olurken bile zorluklarla karşılaştılar. Bu imaj, Sincanlıların üstüne kara bir leke gibi yapıştı. Ünü ülkeye yayıldı.

-Bakın, bundan yaklaşık 4 yıl önce Sincan'da görevlendirilen bugünkü Sayın Kaymakamımız Ertan Yüksel verdiği ilk demecinde "Sincan'ın imajını düzeltmeye geldim" dedi.

-Sincan'ın bugünkü belediye başkanı Sayın Hasan ALTIN, "Sincan'ın imajını düzeltmemiz lazım" diye demeç verdi.

Kimilerine göre post modern bir darbe olan ve hükümetin istifasına yol açan 28 Şubat kararlarının, başta dönemin başbakanı ve bugünkü başbakan olmak üzere bütün muhatapları, üzerlerinden 28 Şubat'ın izlerini sildiler, siyasi olarak yeniden hayat buldular. Fakat her ne hikmetse, aradan geçen bunca yıla rağmen, maalesef Sincan ve Sincanlılar bu kötü imajı üzerlerinden bir türlü atamadılar.

Bugün hala yazılı ve görsel basında Sincan ile ilgili olumlu ya da olumsuz bir haber verileceği zaman " 28 ŞUBAT SÜRECİNDE TANKLARIN YÜRÜDÜĞÜ SİNCAN..." diye başlayan cümleler kurulmakta ve Sincan adı tanklarla birlikte anılmaktadır.

Oysa Sincanlılar bu kötü imajdan kurtulabilmek için olayların hemen ardından harekete geçmişler ve bugüne kadar da bu çabalarını devam ettirmişlerdir.

Örneğin; 29 Ekim 1998 tarihinde, yani Cumhuriyet'in 75. yılında Ankara ve Ankara'ya Hizmet Edenler Derneği (AHİD)'in öncülüğünde Sincan Kaymakamlığı ve Sincan Belediye Başkanlığının katılımı ile ortak bir "Cumhuriyet Yürüyüşü" ve beraberinde çeşitli etkinlikler düzenlenmiştir.

Bu etkinliklere başta dönemin Sincan Kaymakamı Ali GÜN, Sincan belediye Başkanı Ahmet ERBAĞ, Yenikent Belediye Başkanı Emin ÖZER, AHİD Genel Merkez ve Şube Yöneticileri ile Sincan'daki sivil toplum kuruluşları, ilk ve ortaokul öğrencileri ile binlerce Sincanlı vatandaş katılmışlardır. Yapılan konuşmalarda ve diğer etkinliklerde Sincan'ın gerçek yüzü gösterilmek istenmiş, ancak maalesef yeterli tanıtım yapılamamıştır. Bugün de Sincan'da yaşayan ve Sincan'ı seven herkes bu kötü imajın değiştirilmesi konusunda oldukça dikkatli davranmaktadırlar. Fakat yine de ben biliyorum ki, Sincan'ın bu imaj sorunu, kötü niyetli kişiler tarafından sık sık gündeme getirilecektir.  Son olarak, yine ben biliyorum ki, bizim bunu üzerimizden atmamız da bir hayli zor olacaktır.”

 
    
Yazardan kısa bir not: Evet: Bütün bu görüşlere evet mi ya da hayır mı dememiz lazım. Hususu seçmek ve en adil kararı vermek yine tarihe kalıyor.. Ve beklenen ve istenen kararı en iyisi biz biraz soluklanırken tarihler versin.  (Yeni Güç: 01 Ekim 2007)

 

 

 

 
  Bugün 9 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol