Bekir Yalçınkaya Resmi Web Sitesi
  1944 MİLLİYETÇİLİK OLAYI
 

   1944 Milliyetçilik Olayı

Alparslan Türkeş'in Sincan ziyareti sonrası uğradığı 
         Beypazarı'nda bölge ülkücüleriyle

   Alparslan TÜRKEŞ’in Notları İtibariyle

‘1944 Milliyetçilik Olayı’ İçinde;

    3 MAYIS’IN SEBEBİ

  

      Bu milletin ta Türk oluşundan bu yana, Türklüğü’nü Müslümanlığı ile Tevhid yolunda harcamak üzere davranışa geçişiyle birlikte, ya asaletine, ya da adaletine münhasır başına gelmedik bir vakıa cinsi kalmadı.

     Büyük Önder Atatürk’ün ifade ettiği o malûm veciz söz üzre;  Bir yandan ‘dahili’, öbür yandan ‘Ve Harici Bedhahlar’ vasıtasıyla, milli mücadelesini gerektiren tehlikelere maruz bırakıldı.

    Acaba; milliliği ve manevi tercihi besbelli bir milletin içinden çıkanların ta Mao, Engels, yahut da Marks gibi ömrü iki gramlıklardan medet umuşuyla uğraşmasının temelinde yatan şey, idealler miydi? Yoksa Rahmetli Alparslan Türkeş’in, Türkçü oluşu sebebiyle tıkıldığı tabutluktan, hiddetine maruz bir feveranla işaret ettiği ‘ehli Salip’ payandalığı mıydı?

    Önce; üzerindeki Batılılaşma çabası, sonra içine kardeş kavgalarının da sokuşturulduğu Saltanat hezeyanı, Fetretli devirlerin yeniden adeta hortlaması.. Ve daha sonra da İttihatçı bir harekatın borazanı bir Damat Ferit ile Arabi Gönül Sultanı Ajan Lawrence sayelerinde, üç kıtadan Afrikası, Avrupası ve Ortadoğu merkezli Asyası elinden uçup giden bir Anadolu Kahramanlığı..

   Şimdi; Anadolu’suna mezarı düşünülen, ama o Anadolu’nun çocuklarına öğretmenlik yapacağı yerde, üç beş sümüklü dilebilen hainlere karşı yürüttüğü kavgada, yine aynı Haçlı oyunuyla karşı karşıya kalıyor..

    Vayyy.. Sen misin; “Memlekette açıktan açığa komünist propagandası yapan dergiler çıkarılmaktadır. Bu dergiler Milli Eğitim Bakanlığı’nın emri ile ve devlet parası ile satın alınarak bütün okullara dağıtılmaktadır” diyen Türkçü, deniyor.. Denmekten ziyade, aklı, fikri, şekli ve şemali içindeki bütünlüğüyle TABUTLUK denilen bir kodese tıkılıyor..

   Niye? Evet, doğru olana azar, kol kırma ve kafa patlatma.. Eğriye Beytülmali harcama, hatta harici bedhahlığı için savurma imtiyazı.. Niye?

   Niyesi yok.. Bu sonunu cevabını bu millet, çoktan verdiği hâlde, ne yazık ki hesabını ödemeye kiminin ömrü yetmedi, kiminin de mücadelesi..

   Tabutluklar; belki bir takım Türkçülerin dışlarında şekil bozukluğuna sebebiyet verdi ama, bu ülkede komünizm denilen akımın bütün şeklini demode ve deforme etti.

   Yani; Bu milletin neredeyse hepsi, siyasi angajmanlar dışında, o baş belâsı akımlardan imtina etti, ama Batı rüzgârı yine esmeye devam ediyor..

   Ve dokunamadığı Türkiye’nin üzerinden geçerek Ortadoğu’daki mazlum ülkeleri kasıp kavuruyor..

   Osmanlı’ya karşı oynanan, sonra onun nesli üzerinde denenen oyunlar, Türk Milleti için sürekli bir ızdırab değil, amma Kardeşleri için vereceği mücadelelere engel.. Ve görülüyor ki içteki TABUKLUK, harici bedhahlığın bir eseri olarak dışa, en bariz misaliyle Filistin’e taşınmış bulunuyor..

   Fikri konumuz, esasen 1944’teki Milliyetçilik Olayı idi, lâkin zamanın derin meselesi olan Filistin mazlumiyeti bizi bir bedenin acı çeken sızı bütünlüğüne götürdü.. Her neyse konuya dönecek olursak, Rahmetli Alparslan Türkeş’in kendi ifadeleriyle 1944 Milliyetçilik Olayları, bazı önemli satır aralarıyla işte şöyledir:

 
        
Türk Tarihi’nin En Kara Günleri; 1944

     “3 Mayıs’ın yaratılmasına ve arkasında Türkçülüğe karşı o meşhur Haçlı seferinin açılmasına sebep, âlim, yazar ve tarihçi Nihal Atsız’ın zamanın Başbakanı Saraçoğlu Şükrü’ye yazdığı açık mektuptur. Bu açık mektuplar o sıralarda çok azıtmış bulunan yerli kızılların faaliyet ve maksatlarını hükümete bildirmek ve dikkati çekmek üzere kaleme alınmıştı. Yayınlandığı sırada memlekette büyük akisler uyandıran ve Türkiye’yi kızıl afete karşı ayağa kaldıran bu mektuplardan ileride bahsedilmiştir. (1)

   *1944 yakın Türk tarihinin en kara günlerinden biridir. Ben, 30 Ağustos 1938’de ordu saflarına subay olarak katılmıştım. Bundan iki ay sonra Atatürk ölmüş ve İsmet İnönü devletin başına geçirilmiş bulunuyordu. 1944, orduya katılma şerefini kazanışımın altıncı yılı idi. Dört bin yıllık tarihi bulunan Türk Askerlik ocağının bir mensubu olmaktan büyük bir övünç duyuyordum. Askerliği çok seviyordum. Okumaya hevesli biraz da yazan bir gençtim.

    Evlenmiştim.

    İki çocuğum olmuştu.

    Annemle ihtiyar babama ve o sıralarda henüz evlenmemiş bulunan kız kardeşime be bakıyordum. Devletimin subaylarına verebildiği ne ise onunla geçiniyor ve canla başla aldığım vazifeleri başarmaya çalışıyordum.

   Harp, İstanbul’u bir Şanghay’a döndürmüştü.

   Aynı Çin sefaletleri ve kozmopolit şehir entrikaları..

   Ankara’da belki böyleydi. Belki diğer büyük şehirlerimiz de.. Sefaletin artışıyla hızı kamçılanan komünizmin şurada burada yuvalanmaya çabaladığı seziliyordu. Ayrıca siyasi-askeri bir Rus taktiği olarak da, bir takım satılmışların Sovyetler Birliği’ne karşı aydınlar arasında sempati uyandırmaya çalıştıkları anlaşılıyordu. Siyasi polisin bu durumdan nem kapmamasına imkân yoktu. Kızıl Rusya lehine propaganda salgın bir hâl almıştı. Ara sıra bazı kızıl gurupların yakalandığı duyuluyordu. Fakat ne komünistlere karşı, ne de Rusya’ya sempati propagandasına karşı ciddi addedilebilecek tedbirler alındığı iddia edilemezdi. Yakalandıkları söylenenler, bazen bir-iki gün, bazen bir-iki hafta geçince gene kollarını sallaya sallaya dolaşıyorlardı. (2)

                              

                              Atsız’dan Başbakan Saraçoğlu’na Mektup

    “Tanınmış Türk düşünürü şair ve yazar Nihal Atsız bu sıralarda Boğaziçi Lisesi’nde edebiyat öğretmeni bulunuyordu ve Orhun Dergisi’ni yayınlamaktaydı. Milliyetçi bir dergi olan Orhun, Başbakan’ın bu milliyetçilik anlayışına kayıtsız kalmadı.

   Ve Nihal Atsız, Şükrü Saraçoğlu’na hitabeden iki açık mektup yayınladı.

   Pek dikkate değer olan ve bir devre, tarihi notunu veren bu iki mektup, hiç unutulmaması icab eden iki önemli vesikadır. Bu mektuplardan sayın Nihal Atsız, Şükrü Saraçoğlu’na özet olarak şunları söylüyordu:

   “Memlekette açıktan açığa komünist propagandası yapan dergiler çıkarılmaktadır. Bu dergiler Milli Eğitim Bakanlığı’nın emri ile ve devlet parası ile satın alınarak bütün okullara dağıtılmaktadır. Sonra Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde, Devlet Konservatuvarı’nda ve daha başka bir çok önemli mevkilerde memleketimizi komünistleştirmek isteyen, bu uğurda çaba gösteren insanlar vardır.”

  Nihal Atsız mektubunun bir tarafında da şu ifşaata bulunuyordu: “Bursa cezaevinde hüküm giymiş bir suçlu olarak bulunan Nazım Hikmet’e Milli Eğitim Bakanlığı tarafından el altından paralar verilmektedir. Bir vatan haini olduğu bilinen Sabahattin âli, Ankara’da Devlet Konservatuvarı’nda öğretmendir. Sanat adamı olarak yetiştirilecek gençler bu adamın tesir dairesi içine adeta zorla sokulmuş gibidirler.”

  Korkuç bir ifşaatı bu..

    Milli Eğitim Bakanı, kendi bakanlığının hariminde dönen bu dolapları, çevrilen entrikaları bilmiyor muydu?

   Nihal Atsız da işte mektuplarından birini bu mukadder soruyu ortaya atarak bitirmişti:

“Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ya bunları bilmiyor, görmüyor… O hâlde akıl kabul etmez derecede büyük bir gaflet içinde bulunmaktadır ki, bu takdirde kendisi de ihanet hâlindedir.”

   “Öyle de olsa, böyle de olsa, her iki ihtimal içinde de mütalâa edilse, Hasan Âli Yücel’in durumu bir Bakan için müsamaha edilecek. Affolunacak bir hâl değildir.”

   “Hasan Âli Yücel, ya derhal bu vazifeden alınmalıdır, yahut kendisi daha vatansever bir jest göstermiye davet edilmeli, hemen istifa etmesi istenmelidir.” (3)

                                             ……………

   Mektup milli vicdanda büyük bir akis yaptı.

Memleketin bütün aydınları ve düşünürleri heyecanla sarsıldılar.

                                              ……………..

   Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, İsmet İnönü’nün gözüne çok girmiş bir adamdı.

   Öyle parlak tahsili olan bir üstün aydın da değildi.

   Siyasi kişiliği de, devede kulak kabilindendi. Fakat her nedense İnönü’nün devrinde yıldızı pek parıltılı idi.

   Acaba Nihal Atsız bu cüretini nasıl ödeyecekti? (4)

       

         Sefer; Ehli Salip Seferi

    “Kısa bir sessizlik süresinden sonra Ankara’nın taarruz plânı belli oldu.

   Haksızlık maskesi takınarak, gayet masum bir eda ile harekete geçtiler.

   Komünist Sabahattin Âli’ye “kendisine vatan haini dendi” diye Nihâl Atsız aleyhine bir hakaret davası açtırdılar.

   İğrenç bir şeydi bu… Çok iğrenç…

    Türkçüyüm diyen Başbakan Saraçoğlu ile İnönü’nün gözdesi Milli Eğitim Bakan, Nihâl Atsız karşısında Sabahattin Âli gibi bir sefil vatansızla adeta ittifak akdetmiş oluyorlardı.

   Bir çeşit kızıl “ehli salip” seferi idi bu…” (5)

 

             Vurun Vatan Hainlerine!...

    “Demokrasi… Hürriyet…. Eşitlik…. Gençlik….

   Bütün bunlar Türkiye’nin 1944 iktidarında hep parad palavralarıydı. Hep ısmarlama nutuk malzemeleriydi.

Halkın alkışları, gençlikten çıkacak, “Yaşa” naralarıyla, kayıtsız şartsız İnönü’nün tekelinde kalmalıydı. Arasıra bir iki alkış, ancak bir Çankaya fermanı ile İnönü’nün herhangi bir kuluna bahşedebilirdi. Yoksa Türk milletinin genç vaya yaşlı bütün nesillerin hayranlığı ve bağlılığı İnönü’nün özünden başka bir kutup tasavvur etmek bile hıyanet olabilirdi.

   Ve milli şefin iradesi gecikmedi:

-Vurun vatan hainlerine!...

   Orhun Dergisi Başyazarı sayın Nihâl Atsız 3 Mayıs Günün hâkim huzuruna çıkarıldı.”

           

         Sınırsız Bir İşkence

“3 Mayıs 1944 günü heyecanla sokağa fırlayan ve komünistlik karşısında dikilen, satılmış hainlere nefretini haykıran üniversite gençliğine çok büyük kuvvetle hücum edildi.. Milli Şef’in emriyle saldıranlar zerre kadar merhamet tanımadılar. Milliyetçi gençleri kıyasıya dövdüler.”

  Gerisi malûm.. Milli Şef’in istediği biçimde kol kırma, kafa patlatmalar devam eder. Ardından susturuldu zannedilen milli heyecanın eksik kalan hezimeti ve eziyeti için Atsız’ın kaldığı otelde neyi varsa; kitap ve yazıya dayanak eşyaları, evinde dolabı, rafı aranır ve 4 yaşındaki çocuğunun üstüne ev kilitlenerek mekan terk edilir. Bu yavru ne yer, ne içer, O’na kim                              Başbuğ Sincan ülkücüleriyle

      Türkeş’in düşüncesi itibariyle; “İnönü idaresinin umurunda mıydı bu?

   bakar denmez..                     

   Onlar şimdi beyinlerindeki terör yılanına yedirecek siyasi kurbanlar aramaktaydı.

   Polatlı’da 14 asteğmen 12 gün mevkuf tutuldu. 250 Harbiyeli hakkında tahkikat açıldı. Gençliğin gösterisinden iktidar ilk iş olarak terör çarklarını işletmek için istifade etti. Sonra tevkif edilenlere cehennem azabı çektirmenin yolları arandı.” (6)

       

           Ağzından Adsız Adı Çıkana Mahkûmiyet

  Rahmetli Alpaslan Türkeş, anlatıyor ki; “İki mektup ile başlayan dava, sonunda sadece muhatabı olan Nihâl Atsız’ı tevkife mahal değildir. Atsız’ın ardından başlatılan sürek avı içinde O’na selam verenlerden dergisini okuyana ve orada yazana kadar ilişkili görülen kim var ise kayda geçer ve içeriye alınır.

   Uzun mesele, yine hadiseleri özete indirecek olursak, Türkeş de diğerleri gibi, Atsız ile irtibatlı bulunur ve hapse atılır.

   Peki, hapis dediğimiz yer nasıldır?

  “Tabutluk adıyla anılan veya Savcı Kazım Alöç ve Ahmet Demir tarafından “mutena hücre” diye ifade edilen yer, yarım metre karelik bir yerdir. Nihayet kırk santimetre genişliğinde ve elli santimetre uzunluğunda ve iki buçuk metre yüksekliğinde beton duvar içerisinde açılmış oyuklardır. İçine sokulan bir insan kapı kapanınca çömelmek, bu beton oyukların duvarlarından içeriye sokulanları, belinden ve kollarından duvara bağlamak için demir

prangalar vurulmaktadır. Ayrıca oyuğun tepesine üç adet beşer yüz mumluk ampul konulmuştur. İçeriye kapatılan insan demir prangalarla belinden ve kolundan duvara bağlanıp ve burada yirmi dört saat, hatta daha fazla aç susuz bırakılırdı. Bazı sanıkların tabii ihtiyacı için dahi kapı açılmaz ve büsbütün perişan duruma düşmeleri sağlanırdı.” (7)

         

               Türkeş’in 5 Arkadaşı Kimlerdi?

   “Sivil tutuklular, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ndeki dar hücrelerine tıkılmışlardı. 1944’te bu hücrelerden şefkat de, merhamet de, bütün iyi duygular da tahliye edilmişti. Bu hücrelere yalçın bir gazap hükmetmekteydi.

   Askerleri Tophane’de bulunan Merkez Kumandanlığı emrindeki Askeri Cezaevi’nde tutuyorlardı.

   Biz altı kişiydik:

1-Doktor Yüzbaşı: Hasan Ferit Cansever

2-Doktor Üsteğmen: Fethi Tevetoğlu

3-Piyade Teğmeni: Nurullah Barıman

4-Topçu Asteğmeni: Zeki Sofuoğlu

5-Ulaştırma Asteğmeni: Fazıl Hisarcıklı

6-Ben. Piyade Üsteğmeni: Alparslan Türkeş

    Biz de tek başımıza birer hücreye tıkılmıştık. Bir de “ihtilattan men edilmiş” bulunuyorduk. Fakat sonradan öğrendiğime göre Emniyet Müdürlüğü’nde bulundurulan diğer arkadaşlarımız bizden kat kat kötü şartlar içinde inletilmişlerdir.

   Orada yalnız sanıklara değil tanık diye davet edilmiş olanlara da aklın alamayacağı işkenceler yapılmıştı.

   Kim emretmiş, kim yapmıştır bu işkenceleri?

   Bugün artık tarih huzurunda isbat edilmiştir ki, yirminci asrın kırk dördüncü yılında engizisyona rahmet okutmuş olan gözleri kararmış pervasızları, başta o günkü Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Sabit Noyan olmak üzere Savcı Kazım Alöç ve CHP’nin acı şöhretli Polis Müdürü Ahmet Demir’dir. Bu üçgen sanıklar ve tanıklar yalnız moral bir cendere olmamıştır. Yani işkence usulleri de ihdas etmişledir.

   ..Ve gaddarlıkta Nemrut’a, Neron’a, Dahhak’e, Asorbanipal’e bile taş çıkartacak bir hırs göstermiş olanda Sıkı Yönetim Savcısı Askeri Adli Hakim Yüzbaşı Kazım Alöç olmuştu.

   Ne korkunç bir gayz ile saldırmıştır Türkçülere bu adam… Bilemezsiniz de, tasavvur edemezsiniz de. Yaşlılara olduğu gibi, gençlere de hücuma geçmişti. Memleketinin ve milletini sevmekten başka hiçbir kusuru olmayan Reha Oğuz Türkan.. O milletperver, vatansever geç aydı, bu adamın idare ettiği işkence şartlarından ancak bir gözünün görme kabiliyetini kaybederek kurtulabilmiştir.

   Bilmiyorum… Belki de o işkence dolaplarına diri girenlerden diri kurtulmayanlar da omuştur.

   Reha Oğuz Türkan, tabutluğa konulan ve daha başka işkencelere uğratılarak büyük azaplara maruz bırakılmış olanlardan biridir.”  (8)

                                                  ……………

 

“Tabutluklarda işkence gören diğer aydınlardan biri de tanınmış şair ve edebiyatçı Orhan Şaik Gökyay’dır. “Bu Vatan Kimin” şiirini yazan, uzun yıllar memleket irfanına hizmet etmiş bir insan olan ve hiçbir siyasi faaliyetle ilgisi bulunmayan Orhan Şaik Gökyay da tabutluğa konulmuş ve ağır işkencelere uğratılmıştır.

                                             …………..

“Tabutluğa konularak işkence görenler sadece Reha Oğuz Türkan ve Orhan Şaik Gökyay’dan ibaret değildi. Değerli bir öğretmen ve ilim adamı olan Hikmet Tanyuüç ve dört Temmuz 1944 günlerinde 19 numaralı tabutluğa konulmuş olan diğer bir arkadaşımızdır. Hikmet Tanyu Bey hem Birinci, hem de İkinci Sıkı Yönetim Mahkemesi’nce beraat etmiş olan arkadaşlarımızdan biriydi. Ayrıca Hazma Sadi Özbek de tabutluğa konularak işkence gören bir diğer memleket çocuğudur. Hazma Sadi Muğlalı’dır. Muğla’da okumuş ve uzun zaman öğretmenlik yapmıştı.”

       

      Diğer Mağdur Türkçüler 

    “Ayrıca şair ve öğretmen olan Cemal Oğuz Öcal da tabutluk işkencelerine tâbi tutulmuştu. Bu arada Osman Yüksel Serdengeçti de Kâzım Alöç ve Ahmet Demir tarafından “mutena hücre” diye adlandırılan tabutluğa kapatılmıştı. Bunlardan başka bugün değerli bir iç hastalıkları uzmanı olan Dr. Mehmet Külâhlıoğlu ile Necdet Özgelen de bir çok defalar ağır şekilde döğülmüşler ve falakaya yatırılmışlardı.

    Bu yüzden Dr. Mehmet Külâhlıoğlu tüberküloz olmuş ve uzun zaman tedavi görmeye mecbur kalmıştı. Yine sanık arkadaşlarımızdan Sait Bilgiç, Emniyet Müdürü Ahmet Demir tarafından karnına tekme vurulmak suretiyle dövülmüştü.” (9)

   

Kaynak: Alparslan Türkeş/1944 Milliyetçilik Olayı-14. Baskı

Kamer Yayınları, İstanbul-1992

1)  26. sh.

2) 27.ve 28. sh.

3) 31. ve 32 sh.

4 )32. ve 33. sh.

5) 34. sh.

6) 39. sh.

7) 60. sh.

8) 57. 58. ve 59. sh.

9) 63. 64. ve 65. sh.

 

 
  Bugün 10 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol