Bekir Yalçınkaya Resmi Web Sitesi
  ÇELTEK KÖYÜ TARİHİ-6
 
6. BÖLÜM (Sonuncusu)

ÇELTEK KÖYÜ’NÜN YAKIN TARİH İÇİNDEKİ DURUMU



   Bu seriye; “Dağlarında çiğdem, Sümbül, Nergiz ve Kangal Dikenleri'nin açtığı, tarlalarında Bıldırcın kuşlarının, kayalarında Keklik'lerin öttüğü, bacalarında tezek dumanlarının tüttüğü” cümlesiyle başlıyorum. Her yiğidin bir yoğurt yeyişi misalinden köyümüz Çeltek’ten yana olan düşüncelerimiz, zamanların evvelinden zamanların ötesine işte böyle bir başlangıçla taşıyor.

 

   Nostaljimiz mi desek, geleneklerimiz mi, böyle bir maziyi tekrar yüreğimizden dilimize veriyoruz. Diyoruz ki; “bu köy Çeltek’in dört etrafında koyunu, kuzusu, sığırı yayılan yeşille donanmış ovasını her 7 yılda bir Beyşehir Gölü’nün suyu basardı. Böylece ova sazlıklar üretir, sazlıklar kapanlarla tutulan Sazanlara yuva olur, rızk o mevsimlerde Çamurca, Akbalık ve Kızılkanat’lara düşerdi. Bahsi geçen yıllar hemen XX. yılların başıydı. Ki üç-beş yüzyıl evvelini düşünün. Köyün adı Çeltik yahut Çeltikcü, sazanların oynaştığı alanlar da Çeltik tarlaları gibi etrafı hendeklerle çevriliydi. Bizim zamanımız itibariyle Çeltek; Karabatak’ların, Yaban Kazları’nın ve Ördek’lerinin avlandığı, bahardan bahara konup göçen Allı Turna’ların yanık ötüşleriyle türkülere aheng düşürdüğü yerdi. 

   Her tarlanın başında su yataklarından kerpiç kesilip düz çatılı evlerin kurulduğu zamanlar.. Kar kaplayan damları küreklerle kürünen, müthiş kışlara rağmen suyu donmaz çeşmelerine giden yolları kesen 1-2 metrelik kar yığınlarını büyüten ve üşümez çıplak ellerle harman harman atılıp yolları açılan zamanlar.. Sürekli yağan ve dinmek bilmeyen yağmur vakitlerinden önce akmasın diye yuvga taşlarıyla toprak damları yuvanan.. kümessiz olmaz, bir odalık ev içlerinde odun ocaklları sönmez, is yüklü tencerelerinde sade bulgur aşı pişirilip kuru balıklarla karınlar doyurulan zamanların köyüydü Çeltek.   


    Sonra; Devlet’in 1954’te açtığı uzun ve geniş bir kanal sayesinde modern köprüyü tanıdık. Bu defa ovadaki sazlıklara aşina balık sürüleri, Göle doğru akıp giden bemberrak kanal suyunun tersine gitme zevkiyle oynaşmaya başladılar. Bu oyunda bir gecede iki ton kızılkanat tutarak kazanan hep biz olduk. O devir öyle bir devirdi ki, arada bir tarla ve ovayı ilâçlayan tayyarelere biraz da heyecan karışıklığıyla hayranlık duyardık. Tekniğe açtık. Bit ve pirelerin def’i için DDT zehirinden medet umardık. Okey veya maça papazından batıl ananelerle donatılmış masaların  henüz kahvehane denilen binalara kurulmadığı günlerde, hep sıra türküleriyle ve tarihin derinliklerinden gelen kahramanlık hikâyeleriyle kış günlerine canlılık veren geceler geçirirdik. Köy odalarında, her varışta anane gereği küçükten büyüğe saygıyla el öpme geleneğimiz vardı. Minareye, mahyalara ve şerefeye hasret, odadan  çevrilme bir kerpiç câmiimizde günlük ibadetimiz, bir Fatih gibi; üzerimize güneş doğmadan önce başlar, yatsı karanlığında sona ererdi.

     ..Ve bu  köyde selâmı sabahı kesilmeyen, birbirine küsülmeyen bir âdab ve usûl yaşanırdı.      

     Sonra; Milli Kuva-yi döneminin Yedi Düvel etkisi henüz geçmemiş olacak ki çocuk diyerek bizlere Amerikan (Marşal yardımı) süt tozu dağıtılırdı. Ama, yokluğuma rağmen bu bile değil; benim en büyük hazlarımdan birisi Sâdık Hoca’nın verdiği vaaz, Hasan Hüseyin Hoca’nın verdiği salâ, Velâ ile Eğri Boyun Mehmet’in okudukları ezandı. Kel Süleyman, şakası çekilir bir adamdı. Beyköylü Ali’nin Nuri’nin hinliğinde gönül serinliği, Karaoğlan’ın Durmuş’un kurnazlığında aklın jimnastiği vardı. Sağır Mehmed’in duymazken duymuşluğunu yaşamak, akla hayâle sığmaz meziyetleri görmek gibi bir şeydi.  

   Sonra 1964’lü yıllar itibariyle, adını Yeşil’e çıkarmak için köy yanındaki çayırlığında Yağlı Pehlivan Güreşleri düzenlenir olmuştu. Günler boyu bu Ata sporuna meraklı ve meyyal kesimler Çeltekli’yle tanıştı ve izzet-i ikramını gördü. Şüphesiz bu gibi sosyal-kültürel faaliyetlerde öne çıkanlar eğitimli çevrenin adamları; Ethem Bey (Beydoğan) ile Kâzım Hoca (Özkaya) idiler. Fazlılar; ilim ocağından külüm ocağına dönen bu virane evin aydın kesimi idiler. (Fazlılar'ın ocağı olan ev, 2009 Temmuz'unun 25. günü tehlikeli olduğu gerekçesiyle yıkıldı.)

   O köy ki; biri Doğu’sundaki Kızıldağ’a paralel, biri Yeniköy, diğeri Sürtme Çiftliği’nden gelen, diğeri Armutlu’nun gelip ovasından geçerek Gâvur Mezarlığı namlı Çivril’e varıp iki kola ayrılan yollarla, Salur’a ve Fakılar’a (Fakihler) bağlanan; Serenli Kuyu üçgeninde, yukarı yolla birleşen yolların sarıp sarmaladığı ve adeta gönlümdeki Arz’ın merkeziydi. O’nu tanıdığım ve yaşamaya başladığımda yıl 1955’ti. Kürt Dedem (Kürd değildi, ama lâkab yobazlığı işte) İbrahim Çavuş’un kendi yaptığı, ateş yutmuş eğri bastonunun dayak fasıllarına düşmeden birkaç ay öncesinin 1955 senesindeydi. Yeniköy’den göç etmemizin bıraktığı yabancılık izini, ancak bir yıl sonra başladığım ilk eğitim günlerinde tanıdığım yeni arkadaşlarımla silebilecektim. Nihayet öyle de olmuştu.

   Hâsılı; ahengimizi köpek ve horoz seslerinden, rengimizi Sarı Papatya’larla Al Gelincik’lerden alırdık. Kümeslerimize dadanan Tilki’lere, ya da Gelincik’lere tuzak kurmayı teknikten, Kaz ve Tavuk’larımızı tepeden inerek pençesine takan Kartal’ları vurmayı cengten sayardık. Fakirken daha fakir olması muhtemel insanının, inadına mal ve mülk artırma azmini sürdürdüğü, kadının saygıdan kocasını, kocanın ihtimamdan  kadınını yüceltip yüzünü güldürdüğü, hiçbir şeyin tesir edemeyip, tek cehaletin geri bıraktığı ve ilim irfan yollarını kestiği o köy, bizim köyümüz Çeltek’ti.

    Yani İl’i Isparta, İlçe’si Şarkî Kara Ağac olan ÇELTEK Köyü.. 

ÇELTEK'te EĞİTİM

  Odadan yenilenen o câmi'nin yanı başındaki binanın üst katında, yine odadan bozma bir okulumuz vardı. Tam tarif etmek gerekirse, orası her hâliyle sanki bizim evimizdi.

    Farkı, sadece öğleye kadar yeni (Lâtin), öğle sonraları da eski (Arabça) dediğimiz Kur’an-ı Kerim dersleriyle diz çöküp oturduğumuz tahta zeminin üstünde, önümüze konulan derme-çatma taburelerdi.  Burada 15 yıl önce başlatılan eğitimi veren, eğitmen vasıflı muallimimiz Ördekçili Osman Türk’tü. Köyde evi yoktu ve yolların karla kapanmadığı zamanlarda, merkebiyle sabah vaktinde köyünden gelir, akşam vaktinde de geri dönerdi. Yemeğini sırasıyla her gün bir hane temin eder, her anne veya baba ise çocuğunu Osman Eğitmen’e; “eti senin kemiği benim” rızasıyla teslim ederdi.   

  

   Aksiliği tanıyamamıştık. Şımarmayı beceremezdik. Öğretmene karşı gelmek bir yana, sitem bildirici bir tavır takınamaz, sadece tevekkülle boyun bükerdik. Sessizliği bozduksa tokatlanır, haksızlıkta bulunduksa falakaya yatırılır, buna rağmen 'Eğitmen geçiyor' diyerek, bugünün İstiklâl Marşı’na saygı pozisyonunda, 100 metreden selâma dururduk. Sonraki zamanlarda, zamanlarını çok aradığım Ördekçili Osman Eğitmen’imin; arkadaşımla fısıldaştım diye ayaklarım şişinceye kadar dövülüp 100 metre ötedeki evimize diz üstü sürünerek gittiğimi ve akşama bize yemeğe geldiğinde de “Mustafa Efendi, bugün senin Bekir’i falakaya yatırdım” deyişini hiç unutmadım. Karşılığında babamın; “iyi etmişsin Eğitmen, yatır, bir daha yaparsa yine yatır. Eti senin kemiği bizim”leri tekrarlayışını hiç mi hiç unutmadım. Geçmişimde kalan hâtıralarımı bir bir yıkan, bugünün ana, baba ve çocuk üçgenindeki öğretmene tahammülsüzlüklere şaşıyorum. Galiba, “bana bir harf öğretenin kölesi olurum” diyen Hâlife Hz. Ali (R.A.)’ı okumayan ve anlamayan bir nesil çağına gelip oturmuşuz.


OSMAN EĞİTMEN’DEN İLK DERS ALANLAR

  Odadan bozma mektepte benim bildiğim ve de tahmin ettiğim kadarıyla ilk defa Osman Eğitmen’in önünde diz çöken çocuklar şunlardı:

İLK  KUŞAK ÖĞRENCİLER: Muammer Erdoğan, Kâzım Özkaya, Cafer Erdoğan, Şükrü Oral, Tahsin Erdoğan, Ethem Beydoğan, Neslihan Oruç, Ramazan Yılmaz, Faruk Yılmaz, Nazile Yılmaz, Hasan Tülcan, Mehmet Tülcan, Nuri Demiray, Ali Demiray, İbiş Tunç, Kemal Akdaş, Mehmet Yılmaz, Mevlüt Demiray, Mustafa Şenol, Mehmet Beydoğan, Nuri Beydoğan, Mevlüt Ok, Hasan Yalçınkaya, Mustafa Şenol, Mustafa Öztaş, Ramazan Özdemir, Hüseyin Sert, Ahmet Uysal, Hüseyin Oral, Mehmet Ali Oral, Yaşar Özdemir.

1. KUŞAK ÖĞRENCİLER:  Kadı Yıldırım, Ali Ay, Hasan Yeğin, Huma Yeğin, Halis Akdaş, Hasan Hüseyin Çelik, Hayrettin Erdoğan, Mustafa Erdoğan, Ramazan Yılmaz, Ömer Tatlı, Döndü Toprak, Duran Ok, Şerife Yenişarlı.

    Bu kuşağın devamında, önce 3 yıllık eğitimi oda kimlikli mektebde tamamlayıp, diğer iki yılı da, yapımı tamamlanan yeni okulda ikmal edenler ise 2. kuşağa dâhil ettiğim öğrenci arkadaşlarımdı. İşte o liste:

2. KUŞAK ÖĞRENCİLER: Bekir Yalçınkaya, Mehmet Aksu, Ramazan Çağır, Fikret Erdoğan, Ayşe Ay, Ayşe Aykut, Ayşe Yalçınkaya, Mevlüt Çöpçü, Fatma Yenişarlı, Mürüvvet Oruç, Ramazan Oral, Ekrem Tatlı, Şakir Erdoğan, Mehmet Demir, Cemal Yılmaz, Yılmaz Yılmaz, Mevlüt Yılmaz, Muammer Akkurt, Fethi Yıldırım, Söner Ok, Ahmet Tunç, Ömer Demiray, Maksude Uysal, İsa Uyar, Ramazan Bilgin, Döndü Yılmaz, Eyüp Oral, Firdevs Ünal, Adıgüzel Yeğin, Gülten Yıldırım, Mümtaz Erdoğan, Hasan Öztaş, Zehra Erdoğan.

   Benim de içinde bulunduğum 2. kuşağın özelliği: oda tipi mektep ile Eğitmen Osman’a veda eden son gurup ve yeni okula ilk başlayan ve ilk mezun sıfatını da taşıyan olmasıdır.

 3. KUŞAK ÖĞRENCİLER: Makbule Ünal, Şerife Yalçınkaya, Şerife Erdoğan, Ramazan Ay, Adem Aksu, Mevlüt Oral, Ali İhsan Oral, Ahmet Yaşar Macit, Ayşe Sert, Emine Ünal, Kadir Yeğin, Veli Yıldırım, Hasan Tunç, Keziban Çelik, Raziye Özdemir, Gülperi Yenişarlı, Ummuhanı Oral, Ayşe Çağır, Mukadder Tunç, Ahmet Yıldırım, Dudu Yılmaz, Münevver Özdemir, Ahmet Ateş, Veli Uysal, Ramazan Ok, Bayrak Tunç, Süleyman Demiray, Mevlüt Aykut, Fazilet Tatlı, Muharrem Yıldırım, Adıgüzel Yılmaz, Fevzi Yılmaz, Mehmet Akdaş, Emin Beydoğan, Ahmet Yıldırım, Şerife Çöpçü, Gülseren Erdoğan, Ummuhanı Oral.      

O GÜNLERİN ÖZELLİKLERİNDEN HATIRLADIKLARIM

   Ta 1964-65’li yıllara kadar köyde elektrik yoktu. Yerine rica minnet Şarkî Kara Ağac dükkânlarında bulabildiğimiz gaz ile ateşi fitil yakan ve lâmbası ışık veren Gaz Lâmbası vardı. Ortaokul dönemimin ilk yılı olan 1961’de ilçe Şarkî Kara Ağac’taki kiralık öğrenci evimizde de elektrik yerine gaz lambası kullanıyorduk.

   Radyonun ismi var, kendisi yoktu. Televizyonun adı dahi bilinmiyor ve yıllar sonra denilen şuydu: “Bir ayna çıkacakmış. İnsanlar o aynada karşımıza çıkıp türkü söyleyecek, bizde görüp dinleyecekmişiz.” Öyle oldu ve insanlar karşımıza çıktı, biz de televizyonları ta 1968’li yıllarda Başkent’te, yatılı liseye başladığımızda seyredebilmiştik. Hem de Ankara’da İsmet Paşa’nın bugüne göre köhne sayılabilecek beyaz eşya mağazalarında. Kış gecelerimiz; içi nohutlu, üstü sürtülmüş haşhaşlı mürdüklerin ikram edildiği ve Salih Emmi’nin Ejderhalı, Devli, Cinli ve Perili-Hurili mükemmel anlatımlı masallarıyla gelen sabahlara karışırlardı.  Çil Eşe Nine’yse Şeytan’larla yatıp kalktığı geceleri anlatırdı bize. Yani anlattığına göre O’nun yalnız yaşadığı evinde Şeytan’dan gelinleri vardı ve her gece O’na görünmekten edemezlerdi.    

  Bahar’dan Yaz’a hummalı bir çalışma içine giren köylülükte, harmanların en iyi mekaniği yorgun ve ihtiyar öküzlerle haşarı atların koşulduğu, sapı samandan ayıran çakmaktaş dişli düvenlerdi. Ki arada bir harmandan düveniyle kaçan atların o upuzun ovada mecalsiz kalıncaya kadar koşturmalarını kâh kızarak, kâh gülerek seyrederdik. Bazen de tutuşarak yanan harmanlardaki yangın söndürme imecesini yaşar ve yaşatırdık. Düz ovaya, kanal ardına ve bölüşülen belli yerlere kurulan harman çadırlarının altlarında bir tas ayranı, bir testi suyu bölüşen ve komşuluk hakkını koruyan köylülük ruhu, babadan evlâda geçe geçe ilkel devir mühletini doldurmaya zaman harcıyordu.

   Çeltek, cömertliğe takadi olmayan bir köydü ve orası; kendisine zırnık vermeyen ve misafirinin önüne varını yoğunu süren insanların bakkal aradığı, ya Kel namlı Süleyman’ın, ya Bakkal Sabri ile Eğri Boyun Mehmed’in, ya da Bakkal Osman’ın o küçücük dükkânlarında birkaç çeşit ihtiyaç bulduğu zamana şükran duyan insanların yurduydu. Delikli yüzparaların bile zaman zaman bulunamadığı, buğday, arpa yahut yumurta ile mübadele geleneği sürdürülen; iğne iplik, yedi renkli dizme şeker, tuz, gaz, fitil, bardak, tahta kaşık ve bisküvi-lokum gibi o günlere lüks gelen malzemelerin medenî hava verdiği bir yokluk devri, her köy gibi Çeltek ve Çeltekli’nin de kaderiydi.   

MESLEKÎ VE TİCARÎ ERBABLAR

    Çeltek’te meslekli sayılan ilkler; 1958 yılı itibariyle Muammer Erdoğan ile Kâzım Özkaya isimli iki öğretmendi. Bunların yanı sıra haa.. bir de Kazâ Şarkî Kara Ağac’da muhasebecilik yapan Ethem Beydoğan vardı. O müstesna ismi de bir Başlık sonrası kısa mevzuudan okuyacak olursak, EFENDİ, AKILLI VE AZİMKÂR İNSAN ETHEM; hem dâvâcı-muhasebeci, hem de Köy Koop câmiasının kâzada en ileri geleniydi. Biz dâhil birçok kişiyi, bu alanda da kursiyer olarak değerlendiren O’ idi. Muhasebe işlerini fevkalâde iyi bilirdi. Staj için devlet bursuyla 1970’de gittiğim Almanya’dan dönüşümün 1. yılı 1972’de Ethem Bey ve yeğeni Emin Beydoğan ile uzun bir süre de birlikteliğimiz olmuştu.


  Kişilik sıfatlarına gelince; Oldukça temiz ve cazib giyinen, fevkalâde özentili saç traşı ve tarayışıyla dikkat çeken, düzgün ve tatminkâr cümlelerle her köye gelişinde etrafına insanları yumak yumak toplayabilen mutmain (cana yakın) birisiydi. Kazânın tek ve meşhur Han’ının altındaki muhasebe bürosunda O’nunla ayları bulan bir teşrik-i mesaimiz olmuştu. İşte o esnalarda bizi muhasebeci olarak Seydişehir Aliminyum Fabrikası’na aldıracak kadar torpilli olduğuna şahidim. Lâkin bu iş, Ankara Şeker Öğrenci Yurdu’na İdare Amiri olarak girmemle ebediyen ertelenmişti. Bize öğle yemeklerinde ara ara ikram ettiği yumurtalı sucuğun damak tadını hayatım boyunca hiç unutmadım. Ethem Bey ile dahasonraki yıllarda da dostluğumuz devam etmiş ve O’nunla her Ankara’ya gelişinde Köy Koop Genel Merkezi’nde buluşarak hasret gidermiştik. Birkaç kere de Yurd’a ziyaretime gelmişti. Rahmet-i Rahman’a kavuşalı uzun yıllarolan Ethem Abi’ye Allah’tan Rahmet ve mağfiret diliyorum.

   Köylülerin en çok çiftçilik ve çobancılıkla ilgilendiği bu dönemlerde fakir kesimlere iş imkânı olarak köye halı tezgâhlarının kurulmasıyla halıcılık sanatı, birçok fakir ailenin ekmek kapısı hâline geldi. Önceleri köy harici halıcıların yerini kısa sürede kendi içimizden Mevlüt Özkaya ve Cafer Erdoğan gibi halıcılar aldılar.

 

   Maddî sıkıntıya düşenlerin, halı tezgâhlarının başına verdikleri kız çocuklarıyla bu sıkıntılarını giderdiği bir dönem de böylece başlamış oldu. Daha sonra da Antalya Aksu’da (asıl kel olanlar ona bu lâkabı takanlardı ya, her neyse) Kel Mustafa’nın (Öztaş) kâhyalığını yaptığı Boztepe (TİGEM) İnekhanesi bir hayli Çeltek’liye 2. ekmek kapısı olurken, birkaç yıl sonrasında da Âfet Bölgesi ilân edilen Isparta ilimizin ilk Almanya yolcusu yine Çeltek’ten Arab’ın Hasan’ın oğlu Durali Kara’nın gittiği Al(a)man ülkesi de bu kapıların 3.sü olmuştu. Böyleceya ineğini, koyununu-kuzusunu satarak, ya da borç para ile yol parası temin edenler birer birer Al(a)manya yolllarına ve Çeltekliler’in tâbiriyle Gâvur’un kollarına düştüler.

    Şayet ticarî erbabtan sayılacaksa köyde bir hayli de bakkalımız vardı. Bunların başında Bakkal Osman (Yenişarlı), Bakkal Sabri (Şencan), Bakkal Kel Süleyman (Akdaş), Bakkal Eğri Boyun (Mehmet Yıldırım) ile halıcılığın yanı sıra bakkallık işine de giren İrceb’in Mevlüt (Özkaya) ile Fazlılar’dan Cafer (Erdoğan) geliyordu.   

    Kırık kol, yahut bacak sarma işinde ehil olanlar da en başta Koca Alime (Erdoğan) ile Kara Memiş (Yılmaz) idi ve âdeta bir mesleği ifa ediyorlardı. Neticede biz de ellerine düşmüştük. Telkin noktasında muskacılığın önemli bir meslek sayıldığı günlerde sünnet işlerini yürüten tek isim ise İlçeli Berber Hilmi’ydi. Dişcilik ise Bakkal Osman’ın (morfin nedir bilmez-tanımazdı) acaip bir kerpetenle diş sökme mesleğiydi.  


KÖYDE TAM TEDRİSATLI OKULUN AÇILMASI

   Çeltek’te 1958 yılına kadar modern ve yeterli seviyede bir ilkokul yoktu. Daha önce de bahsettiğim gibi, Köy Câmi'si ile bitişik nizamda ve câmi cemâ’atinin bazen oda, bazen de imam evi olarak kullandığı mekân, yapılan küçük değişikliklerden sonra okul durumuna getirilmiş ve böylece ilk eğitim atağına da ciddi manâda burada, 31 Aralık 1941'den itibaren geçilmişti.

   Bu husus ne kadar İlçe Milli Eğitim kayıtlarında geçiyor, bilemiyorum, ama yaşadığım o günler itibariyle konuyu işleyecek olursak, Çeltek’te eğitim nesline ve onların aldığı eğitimin çığırına yol açan ilk yer burasıydı.

     Daha sonra, hem burada eğitime devam edildi, hem de ‘Odadan Okul’un çevresindeki mezarlıkta yeni okul alanı için kazılar ve kabir nakil çalışmaları başlatıldı. Esasen kabirlerden kazı yoluyla, asırlar öncesinden cedlerimize ait kimi beyaz ve beyaza yakın sarı, kimi renk kaybedip matlaşmış yüzlerce iskelet çıkarılarak çuvallara dolduruldu ve toplu hâlde bugünkü mevcut Kabristan’a gömüldü.

   O arada, köyde eğitim görenlerin öncü sülâlesi olan Fazlılar’dan Mevlüt Erdoğan’ın Tıp’ta tahsiline devam etmekte olan en büyük oğlu Fahrettin, bu iskeletlerden çok miktarda numûneler toplayarak, ilkokullu kız çocuklarına yıkatıyor, sonra da namlarını taşıyan Fazlılar Köy Odası’nda kendine tahsis ettiği bir odada da tetkik ve teşhislerine devam ediyordu.

    O, köy içindeki eski, ama (Örenköy taşı) büyük kayalardan seçilmiş devasa taşlı mezarlarda kimbilir, Çeltek’ten kimler vardı. Sahih bir bilgi verecek kaynağımız yok. Halbuki bu konuya o günlerde hassasiyet gösterseydik olabilirdi. Buna rağmen Çivril, Köy içi ve Yeni Mezarlık olmak üzere bu üç bölümdeki mezar sayısı aşağı yukarı üç beş yüz dolayındaydı. Her neyse, şimdilerde o mezarlığın yerinde, imam Halit Duman ile Nevzat Kara’nın evi bulunmaktadır.  Hemen üstteki yeni okul ise, aradan Salur ve Yeniköy istikâmetine gidişi olan bir mezar ile bu mezarlıktan ayrılan geniş bir alanda, 1957-1958 yılları arasında tamamlanıp eğitime açıldı. Bu okulun ilk öğretmeni sıfatını taşıyan iki isimdenilki yine Aydınlar ocağından Veli Erdoğan’ın 2. oğlu Muammer Erdoğan, diğeriyse İrcebler olarak bilinen Mahmutoğlu Mahmutlar’dan Kâzım Özkaya.    




DİPLOMA

   Isparta Şarkî Kara Ağac'ın Çeltek Köyü'nden olan Fazlı oğlu Mustafa Erdoğan'a ait 1927 tarihli diploma Arabca tedrisat dönemini yansıtıyor..

   Eğitim Arabca, Milli Eğitim Bakanlığı yerine Maarif Vekâleti var.

 Maarif Müdürlüğü ise bugünkü Okul Müdürlüğü yerine ikâme edilmiş..

   Karnede çok özel ve orijinal bir pul ile imzalar ve kaşeler mevcut..

  Diploma üzerinde de genel detaylar olarak sınıf ve öğrenci numarası gibi bilgiler mevcut..

  1926-27 eğitim dönemi sonunda Mustafa Erdoğan'a verilen diploma Şarkî Kara Ağac Merkez İlkokulu’na ait.. 

KÖYDEKİ ESERLER

 

Medeniyetler zenginliğine sahib Şarkî Kara Ağac’ın köyleri içinde birçok tarihî eserlere sahib olanları vardır. Meselâ bunlardan diğerleri de hemen yakınımızdaki Fakılar’daki Kabartma At ile Yeniköy’ün meydanındaki -bir ihtimal Çevkid yerleşimine ait- Tarihî Mezarlık’tır. Çok fazla bir tarihî esere sahib olamayan Karye-i Çeltek’te de nereden geldiği bilinmeyen eserler vardır. Bunlardan sadece bilinen birisi 1954 yapımı köy çeşmesindeki Hazret-i İsa ve Havarileri’nin temsil edildiği kabartma taştır. (25) Zaman zaman çalınmak istenen eserin ihtiva ettiği kıymetten bi’haber Köy Heyeti’nin uzun sürelik ilgisizliğine karşı yetkili makamlarca şimdilerde bu 1954 yapımı atıl çeşme, her ne kadar sit alanı hükmüyle korunuyor olsa da gerekli ilgiyi görmemiştir. Bir diğer eser ise Bizans kültürü açısından oldukça değerli olan ve üzerinde bir kabartma yazı bulunan mermer taştır.

   Resimde de görüldüğü üzre bu mermer taş, 26 Haziran 2009’da tehlikeli ahşab oluşu sebebiyle yıkılan Koca Hüseyin oğlu Fazlı Mustafa’ya ait evin temelinden çıkmıştır. Bu eser halen aynı sülaleden Mustafa Erdoğan’ın oğlu ve Şarkî Kara Ağac Kütüphanesi Memuru Mevlüt Erdoğan’ın evinin avlu girişi dışında bulunmaktadır. Bu mermer taş eser büyük bir ihtimalle köyün ilk yerleşim alanındaki Çivril Mezarlığı’ndan getirilmiştir.  
____________________________________________________________
25-Ramazan Tunç, Şarkikaraağaç Tarihi 1, s. 19 ve 92

MUHTARLIĞIN TARİHİ VE
ÇELTEK’İN İLK MUHTARLARI

   Osmanlı Devleti  idarî birimler hususunda bir ilki gerçekleştirerek mahalle muhtarlığı sistemini teşekkül ettirir. O zamanlar, mahallelerin başında imamlar bulunuyordu. Toplum ve cemiyet içi dayanışmayı sağlamak ve halkın ihtiyaçlarını karşılamak gibi dünyevî hizmetleri de yürüten halktan ücretli İmam Muhtar’ların görevlerinin bir kısmı, zamanla mahalle muhtarlarına devredildi. 19. yüzyıla gelindiğinde devlet-halk ilişkilerinin iyileştirilmesi amacıyla merkezî idarenin bir parçası olarak bazı yardımcı mahallî teşekküller kuruldu.

   Mahalle muhtar ve ihtiyar heyetleri de bu kuruluşlardandır. 1864 Tarihli Vilâyet Nizamnamesi ile hukuk sistemimiz içinde yer alan mahalle muhtarları, kanunların ve emirlerin ilânını yapma, tebligat ve vergi toplamada merkezî idareye yardımcı olma ve özellikle mahallî yaralama veya öldürme gibi olayları ilgili merciilere haber vermede görev üstlendiler. Dolayısıyla ülkemizde mahalle muhtarlığının tarihi çok eskiye dayanmaktadır ki bu da 5 asırlık bir süredir. Osmanlı döneminin başlarında mahalle veya köyün yönetiminde İmam veya Papaz söz sahibiydi. Maaşları mevcut vakıfların gelirinden temin edilirdi. Bu meblağın miktarı ve kayıt usûlleri suistimale müsaitti. 19. yüz yılda bu sebeble muhtarlıklar kuruldu. Dr. Musa Çadırcı taşrada ilk muhtarlık teşkilâtının Kastamonu’da kurulduğunu belirtmektedir.

   Kastamonu Sancağı Taşköprü kazâsı ahalisi, kazânın ayânı olan Hâcı Ömer’in zûlüm ve yolsuzluklaından bizar olurlar ve O’nu Kastamonu Sancak mütesellimi dergâh-ı âli kapucularından Dede Mustafa Ağa’ya şikâyet ederler. Mütesillim âyan Hâcı Ömer’i tedib (terbiye) eder. 

   Fakat yerine yeni âyan seçmez ve İstanbul mahallelerinde uygulanmaya başlayan muhtarlık usûlünü Kastamonu’da da uygulanmasını sağlar. Bu işlem padişah ve devlet ricalince de uygun görülmüş ve sistemin bütün eyaletlerde uygulanması içinher yere fermanlar yazılmıştır. (23) 
________________________________________________________________________
25-Musa Çadırcı, Türkiye’de Muhtarlık Teşkilâtının Kurulması Üzerine, Belleten CXXXIV, Sayı 135, Ank. 1970, s. 410; İlber Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, İst. 2009,s. 45-46

    Muhtar, vergi tevzi ve tahsili, mahallenin güvenlik işleri ve beledi (Kentle ilgili, yerleşik) görevlerin yerine getirilmesine dikkat eder ve bu onun yetkisi dâhilindedir. (24) Böylesine hassas bir vazifeye memur muhtarlık kesiminin imamlardan sonra ve II. Mahmud döneminin hemen ardından ilk defa,  özellikle de Çeltek köyümüzde kimlerle ve hangi zamanlarda hayata geçtiğine emek sarfettim. Dolayısıyla köyün en yaşlı ve konuya yakın insanlarıyla bu meseleyi irticalen incelemek adına muhtarlığı görüştüm. Elbette ki bu kişiler devletimizin bu konuya hâkim memurları kadar ehil değildiler. Zaman zaman ve kişi kişi konuşmalarında çelişkiler oldu. Kimileri keseri kendilerine doğru yontarken, kimileri de masumane tavırlarla çokbilmişlik sergilediler. ‘Köyün ilk muhtarı kadınmış’ diyerek isim vermeyen birçoklarına karşı muhtarlık yapmış olan Hasan Hüseyin Öztaş, ilk kadın muhtar olarak Cennet ismini verdi. Sonrasında resmî kaynaklar bizi en doğru noktayla buluşturdu. ..Ve. 
_____________________________________
26-İlber Ortaylı,a.g.e, s. 46

İRTİCALEN ÇELTEK MUHTARLIK TARİHÇESİ

   ..Ve, o 1839 tarihli Osmanlı Genel Nüfus Sayımı’nda ele alınan Çeltek Karyesi belgelerinde gördük ki bizim Muhtar-ı Evvel’imiz (İlk Muhtar) defterin Hâne 2 Numra 2’sinde kayıtlı 40 yaşındaki Muhtar-ı evvel, orta boylu, kara sakallu Kocahüseyinoğlu Haşim veled-i Hâcı Ahmed, Muhtar-ı Sâni’miz de (İkinci Muhtar) Ehl-i İslâm Nüfus Defteri’nin Hâne 5 Numro 9’unda kayıtlı 60 yaşındaki Muhtar-ı sâni, orta boylu, kır sakallu Kocahüseyinoğlu Veli veled-i Hüseyin’dir. Bu ilklerin iki muhtarı da köyde Fazlılar olarak bilinen Kocahüseyinoğlu sülâlesindendir. Demek ki ‘ilk muhtar Cennet isimli bir kadınmış’ sözü de gerçek dışı bir beyanmış. Cennet ismi geçenlerin doğum tarihlerine baktığımda karşıma bu görüşe uyanı Kaşakluoğlu Nu’man ile evli Mehmetoğlu Mehmet’lerden Süleyman-Keziban kızı Cennet (Akdaş) idi. Doğum tarihi H.1275/1859’tir ki bu tarihten 20 yıl önce dâhi köy muhtarlığı Kocahüseyinoğulları’ndadır.    

   Tenakuzlara (çelişki) gelince, misâlen; 2010’un en yaşlı zatı Dalaz Mustafa (Şenol) kendisine yönelttiğim; “köyde hiç kadın muhtar var mıydı?”  soruma verdiği cevab; ‘Cennet adında bir kadın muhtardan bahsederlerdi’ şeklinde oldu. Sonra Kel Ahmet’in desteklediği kayını Ramazan Ok’un katıldığı muhtarlık seçimini anlattı.

   Dedi ki; “Ramazan, eniştesi Kel Ahmet’e güvenerek aday oldu. Seçimlere bugünkü câmimizin olduğu yerdeki iki katlı odada gidildi. Ramazan tam seçimi kazanacaktı ki, halktan birisi, ‘dün akşam benim evimden iki koyun çalındı. Siz koyun hırsızının gösterdiği adamı mı muhtar yapacaksınız!’ deyince, bu söz üzerine Ramazan seçimi 6 oyla kaybetti ve muhtar da Fazlı’lardan biri seçildi.”
  Bu ifadelere göre seçim şayet 1930’da yapıldıysa, kazanan kişi Haşimoğlu Hâcı Ahmet’lerden Hâcı Hasan Uysal olmalı.

   Zira bizde görülen 1931’li yıllardaki Şevket ok ve Fazlı Mustafa’nın ilk evlenme sicil muamelelerindeki imza ve mühür sahibi; 1931 yıllarında Muhtar görünen Mustafa Erdoğan’dan bir önceki abisi Ali Erdoğan’dır. Bu, tarihi ve muhtar adayı pek malûm olmayan seçimi teyid etmek gayemle ertesi gün aynı konuyu yeniden anlatmasını istediğimde Dalaz Mustafa, Ramazan’ın seçimi 7 oyla kaybettiğinden bahsetti. Muhtarlık seçimleri hakkında tek konuşan o değildi. Hâcı Hasan’ın muhtarlığını Fazlı’lardan Cafer Erdoğan’a sordum. O da; “Hâcı Hasan muhtar olduğunda ben 10-15 yaşlarındaydım” dedi. Hâcı Hasan’ıh muhtarlığı 1930-31’lerde. Cafer Erdoğan’ın doğum tarihi 1932 ve bir iki yaşında. Bu iki ifadeyi birleştirdiğimizde çıkan netice şu; Bizim insanlarımız geçmişlerini tam olarak hatırlamakta zorlanıyorlar. Sonra bu ve buna benzer olayları bazen resmî kaynaklarda bulamazsınız. Bulmaya çalıştığınızda da önünüze dikilen bürokrasi malûm, belgelere ulaşamazsınız.


  
    Dönelim mevzuuya; Kel Ahmet’in kayını Ramazan, önemli bir seçimi kaybetse de köyün yeni muhtarlarının ifadesine göre Çeltek’te bir dönem muhtarlık yapmıştır. Bu konuyu da açıklığa kavuşturmak ise resmî kurumlarla istişareye bağlıdır.
 Muhtarlık konusunda bir başka konuşan, Muhtar oğlu İbrahim Özkan’dı. ‘Babanız Mevlüt Özkan muhtarlık yaptı mı?’ soruma; ‘Yaptı, ama sadece altı ay. Babamın muhtarlığında Fakılar’lı Löklü köyde bir kadına gelirdi. Kel Ahmet’in de o kadınla işi vardı.

   Kadının evi bizim evin tam karşısındaydı. İkisi bir gün Löklü’yü bizim ahırda beklediler. Löklü’yü Kel Ahmet vurup öldürdü. Suçu; ‘Mevlüt, sen muhtarsın. Az ceza yer çıkarsın. Hem, cezaevinde sana, köyde ailene iyi bakarım. Suçu üstlen’ diyerek babama yükletti. Babam suçu üstlenip hapse girince muhtarlığı da ancak 6 ay sürdü. Yerine de vekil muhtar Fazlılar’ın Ali oldu’ cevabını verdi.

   Bu tek ağızdan çıkan ve tamamen doğru ifade itibariyle birincisi Kel Ahmet nerelerde ve nasıl bir fonksiyon, ikincisi de bir muhtarın ne kadar irade sahibi olduğudur. Mevlüt Özkan’ın da muhtarlık yaptığı tarih tahminen 1930’lu yıllardır.               Suçu kabul ile muhtarlığı erken biten Mevlüt Özkan’ın ardından muhtarlığa gelen isim Ali Erdoğan’dır. Ramazan’ın seçim kaybettiği muhtarlık yarışı ise Haşimoğlu Hâcı Ahmetoğluları’ndan Hâcı Hasan’ın kazandığı bu seçim olmalı ki 1922 doğumlu Dalaz Mustafa’nın o tarihte 8-10 yaşlarında olması sözlerini doğrular nitelikte. Sonrası malûm; galiba Hâcı Hasan da 1931’lerden 1940’lara kadar muhtarlık yapar. 1940’larda da muhtarlığa gelen isim yine Fazlılar’dan Mustafa Erdoğan’dır. Daha sonra sırasıyla aynı sülâleden Ali, Mevlüt ve İbrahim Erdoğan olmak üzere üç isim daha muhtarlık yaparlar. (27)                                                                  

CUMHURİYET ÖNCESİ VE CUMHURİYET DÖNEMİ RESMÎ BELGELİ ÇELTEK MUHTARLARI

   Şayet Kadın Muhtar dedikleri Cennet ile Ramazan Ok ve Mevlüt Özkan’ı arada saymazsak 1839 yılındaki Kocahüseyinoğlu Haşim veled-i Hâcı Ahmed’le başlayan ve Kocahüseyinoğlu Veli veled-i Hüseyin’le devam eden muhtarlık mührü âdeta, 1950-1954 dönemi muhtarı Armudlu çiftliğinde ikâmet eden Yusuf Çakıcı’nın haricinde 1963 yılına kadar hep Kocahüseyinoğlu sülâlesindedir. 1963-1967 yılları arasında Eyüpler’den Şükrü Oral’ın muhtarlığının ardından tekrar mühür, köyde Efeler olarak bilinen ve aslında şeceresi Kocahüseyinoğulları’na dayanan Veli oğlu Kadir Ünal’a geçer.

    Kadir Ünal’ın muhtarlık yaptığı tarih 1971’den 1974’e kadardır. Kadir Ünal’ın ardından Titrek Mustafa diye anılan Mustafaoğlu Süleyman Akdaş 1974-1979 yıllarında, Kelikli Murad lâkablı Muradoğlu Hasan Hüseyin Öztaş da 1979-1984 arası muhtarlık hizmetinde bulunurlar. Hasan Hüseyin Öztaş’ın ardından ise yine Kocahüseyinoğulları’ndan Kadir Ünal’ın kardeşi Yahya Ünal da 1984-1989 arası muhtarlık yapar. Daha sonra da Körsüler lâkablı ve aslı Kocahüseyinoğulları’na dayanan Hâcı Ahmetoğlu Hüseyin sülâlesinden Âdem Aksu iki dönem 1989-1997, Saitoğlu Mehmet Toprakoğlu da kısa dönem 1997-1999’larda muhtardırlar. Son 15 yıl diyebileceğimiz tarih içinde ise birbirleriyle akrabalık bağları olmadığı hâlde Yılmaz soyadıyla; 1999-2004 yıllarında Yaşar Yılmaz, 2004-2009 yıllarında Cemal Yılmaz ve son dönem başı 2009’dan itibaren de Osman Yılmaz Çeltek Köyü’nün muhtarları olarak seçilen isimlerdir. Osman Yılmaz 2014 yerel seçimlerinde de ikinci defa Muhtar seçilmiştir.

   

    İşte uzun bir tarihin muhtarlık vazifesini çok itinalı bir şekilde yürüten isimlerin ilki Kocahüseyinoğlu Haşim veled-i Hâcı Ahmed olmuş ve daha sonraki yıllarda aynı sülâle Çeltik’teki yerel idare sandığından 13 adet muhtar çıkartarak onlardan hizmet almıştır. Tahmini yekûn 24 muhtarın yarısından 1 fazlasının Fazlılar lâkablı Kocahüseyinoğulları’nda olması aslına bakarsanız Çeltek için büyük bir şanstır. Zira bu sülâle kültür ve eğitim cihetince köyün önde gelenlerinden müteşekkildir. Bugün Fazlılar’ın çok iyi bir sistem ve itinayla tutmuş olduğu Evlenme Sicili ve Nüfus Esas Defteri’ndeki kayıtlarda gördüğümüz güzel ve düzgün bir yazı sanatıyla, detaya ilişkin resmî ifadeler belki de çok köyde rastlanması mümkün olmayan hususlardır.

   O Fazlılar ki köyün ilk doktoru, ilk öğretmeni ve ilk müfettişi, ilk hâkimi, ilk avukatı, ilk genel müdürü, ilk noteri veya ilk muhasibi; yani ne kadar ilkler varsa çıkaran bir sülâle olup diğer sülâlelerin yeni genç ve dinamik nesillerine örnek teşkil etmiştir. Lâkin buna rağmen sılasını da ekseriyetle terkedip başka il ve ilçelerde mekân tutan sülâle de yine Fazlılar sülâlesi olmuştur.

   İşte böyle bir sülâle ile başlayan mühür ve imzanın altında birleşen ne kadar parmak, mühür ve imza varsa onlardan bize yansıyan karakter okuma meziyeti ve fırsatını da ilkler hasebiyle onların iznine tâbi bir şekilde düzenlenen Evlenme Defteri sayfalarında yakalamaktayız.

   Çeltek’te köy muhtarları başta olmak üzere âzalarla köy halkının imza sirküleri mahiyetindeki örnekler, bize o günlerdeki eğitim hakkında da geniş bir bilgi veriyor. Evlenenlerin kullandığı imzalar ile mühür sayısı itibariyle kıstas aldığımız 1931 sonrasına ait 100 kişiden 57’si imza atmış, 3’ü parmak basmış ve 40’ı da mühür kullanmıştır. Arapça ve Osmanlıca’dan Lâtin harflerine geçeli 13 yıl olan bir dönemin neslinin halâ mühür ve parmak basmadan kurtulamadığını da burada görüyoruz.

   Yine de butün bu, gelişmekte geç kalmışlığa rağmen, insanın kendi ecdadının o parmak izini görmek ve kalem kullanışına vukuf olmak elbette çok anlamlıdır ki insana sonsuz bir heyecan veriyor..

EVLENME SİCİLLERİNDE MUHTARLAR
ŞAHİDLER İMZA MÜHÜR VE PARMAK İZLERİ
 



                             






                    

ÇELTEK ŞEHİDLERİ LİSTESİ

   Vilâyetimiz Isparta'ya ait Genel Çanakkale Şehidleri Listesi’nde Köyümüz Çeltek’ten Çanakkale’de şehid düşen üç isime rastlıyoruz. (Halbuki aslında bu sayı Tat Ahmedoğulları’ndan Mevlüdoğlu Ömer’le 4’tür.) Listenin 4. sırasında yer alan ilk şehidimiz Hâcı (*) Hüseyinoğulları’ndan Mevlüt oğlu H.1306/M.1890 doğumlu olan ve 30.02.1333’te (1917) şehid düşen Adıgüzel'dir. Kara Kuvvetleri'nden cepheye giden Adıgüzel'in Anzak, İngiliz ve Fransız'lardan meydana gelen düşman askerlerine karşı savaşa giriştiği Cephe Çanakkale olarak görünüyor.  Kolordu, Fırka, Alay, Tabur ve Bölük olarak belirtilen askeri kuvvetlerin hiç birinde olmayan ve direk Kara Kuvvetleri mensubu şeklinde listede yer alan Adıgüzel'in hüviyeti Isparta İl'i Şehitleri Listesi'nde de Kocahüseyinoğlu Mevlüt'ün oğlu şeklinde geçiyor. Millî Parklar Genel Müdürlüğü tarafından Çanakkale Seddülbahir'deki Anıtlar Âbidesi'ndeki künyelerde ise ‘Mevlüt oğlu Adıgüzel Şarkî Kara Ağac’ olarak karşımıza çıkıyor.
    Halbuki Nüfus Defteri’ne göre Adıgüzel’in sülâlesi Hâcı Hüseyinoğulları’dır.
  Listenin 24. sırasında gösterilen 1309 (M. 1893) doğumlu şehidimiz İbrahim ise köyümüzün kütüğündeki şecereye göre Arıkoğlu’lardan Ramazan'ın oğludur. Şehid düşme tarihi ise 25.02.1915’tir. Esasta İbrahim'in lâkabı Arıkoğlu iken bu, hem Çanakkale Şehidleri’yle ilgili Isparta listesinde hem de Milli Savunma Bakanlığı.www.msb.gov.tr/arşiv/phpscr/sehidler.php- sitesinde tashihen Aralıkoğulları olarak geçmektedir. Yine Adıgüzel ile aynı yerdeki künyelerden birinde bulunan İbrahim'in de burada adı; ‘Ramazan oğlu İbrahim Şarkikaraağaç’ olarak geçiyor. Çanakkale Cephesi'nde savaşa katılan ve Kara Kuvvetleri 4. Kolordu, 127. Alay, 3. Tabur ve 2. Bölük askeri olan İbrahim'in  şehid düştüğü muharebe alanı ise  Anıtlar Abidesi'nin olduğu Seddülbahir’dir. Kayıdlara göre vilâyetimiz Isparta'nın Çanakkale’de vermiş olduğu 55 şehid içinde 36. sırada yer alan bir diğer 3. şehidimiz ise Musaoğulları’ndan Süleyman oğlu H.1305/M.1889 doğumlu Musaali’dir. Musaali 12.08.1915’te şehid olmuştur. Musaali'nin de Seddülbahir Şehitler Anıtı'nda Isparta Şehitleri bölümünde ismi geçiyor. Savaşta yer aldığı Cephesi Çanakkale, alan ise en çok Anzak'larla mücadele verdiğimiz Anafartalar’dır.  MSB kayıtlarında Musaali'nin tâbi olduğu kuvvetler yine Kara Kuvvetleri. Sınıfı belli olmayıp Rütbesi Er olan Musaali 35. Alay, 3. Tabur ve 3. Bölük askeri. 

   Hakkında bilgi verilen 4. şehid ise; kayıdlarda Ahmetoğulları olarak yazılan, ama esasında Tat Ahmetoğulları lâkabından gelen Mevlüt oğlu Ömer'dir. Bugün köyde şehid Ömer’in en yakını ise Ahmet Tatlı’nn oğlu Ekrem Tatlı’dır. Şehid bilgilerinde H. 1307 (1891) doğumlu Ömer'in Şehid Düştüğü Yer ve tarihi: 'Bilinmiyor' olarak gösterilirken, Askerî Bilgileri'nde de ne sınıfı, ne rütbesi, ne fırkası, ne de alayı gözükmüyor. Sadece 5. Tabur ve 2. Bölük'ten olduğuna yer veriliyor. Şehid Düştüğü Tarih de, gün ve ay belirtilmeksizin sadece yıl olarak Hicrî 1331 olarak bazı kaynaklarda verilse de MSB kayıtlarında 'Ölüm yeri ve Tarihi'ni görmek mümkün değildir. Öte yandan 1331 Hicrî yıl, Miladî olarak Çanakkale Savaşları'nın yapıldığı 1915'e tekabül ettiğinden büyük bir ihtimalle, Tat Ahmetoğulları'ndan Mevlüt oğlu Ömer de Birinci Dünya Savaşı erlerinden olup bir Çanakkale Şehidi'dir. (28)

    
 Çeltek Köyü’nün şehid sayısı esasen bu kadarla sınırlı değildir. Çanakkale Savaşları dışındaki diğer milli mücadelelerimizde de verdiğimiz şehidler vardır. Şimdilik bunlardan ikisini kaynak gösteremeden, -sülâlenin nüfus hareketlerinde belirttiğimiz üzere- kayda geçecek olursak; her ikisi de Necip'in oğulları Mustafa ile Mevlüt’tür. Yukarıda da bahsettiğimiz üzre sülâlenin devamı olan Melâhat Şekar (Yalçınkaya)’nın sağlığındaki ifadeleri doğrultusunda not ettiğimiz bu iki şehid de Çeltek Köyü’ne ilk yerleşen alilelerden Necipler’in lâkab aldığı; Necip-Ayşe çiftinin oğullarıdır. Mustafa (Şekar) 1306 (Miladî 1890) Çeltek, Mevlüt de 1316 (Miladî 1900) Çeltek doğumludur.  Cumhuriyet Dönemi şehidlerimize gelince; Bu dönemin ilk ve son şehidi, 12 Eylül öncesi ülkemizde gelişen olaylar sebebiyle 1980'de Gaziantep’te vurularak şehid düşen köylümüz Kör Eyüpoğulları’ndan Hasan Hüseyin Oraldır. Bu durumda Çeltek Köyü’müzün bilinen şehid sayısı 6 ile sınırlıdır.

    Şehidlerimizin bugün itibariyle bağlı oldukları şecere durumu da şöyledir:
   1-‘Kocahüseyinoğlu lâkablı Şehid Adıgüzel’in büyük bir ihtimalle Kocahüseyinoğlu sülâlesi olarak bilinen Fazlılar ile bir akrabalık bağı olduğu muhakkaktır. Adıgüzel kayıtlarda Kocahüseyinoğlu'lardan Mevlüt'ün oğlu olarak görünmektedir. Bugün hayatta olmayan ve Avaranın Memiş lâkablı Memiş Yılmaz’ın eşi Fatma’nın da babasıdır.’ 
  Bu eseri hazırlarken ilk başlarda MSB kayıdları itibariyle böyle bir yorumda bulunmuştuk. Halbuki nüfus kayıtlarına göre sülâle Kocahüseyinoğulları değil, Hâcı Hüseyinoğulları’dır.  Genel bilgileri itibariyle; Mevlüt-Fatma oğlu Adıgüzel’in şeceresine bakıldığında eşi Donarşa’dan Mehmet-Rabia kızı Fatma’dır. Kızı Fatma’nın anası ise diğer eşi Raziye’dir. Adıgüzel’in kızı Fatma’nın eşi ise bugün Adıgüzel isimli bir şahısın bulunduğu lâkabları Memişler olan, ama esasen Arıkoğlu Halil İbrahim sülâsine bağlı Memiş Yılmaz’dır.   

   2-Musaoğullarından olan Şehid Musaali bugün hayatta olmayan ve (tenzihle lâkabını söylemem gerekirse) Serseri lâkablı Hasan Hüseyin Ay’ın babasıdır. Bu sülâleden gösterebileceğimiz isim de Ali Ay’dır.

  3-Ispartalı Çanakkale Şehidleri listesinde lâkabı Aralıkoğlu olarak geçen İbrahim ise bugün Oruç Ali’ler olarak bilinen, aslında Arıkoğlu olan sülâledendir ve Arıkoğlu Ramazan’ın oğludur. Bu sülâlede de bugün erkek olarak yine Ramazan (Oruç) adında bir kişi vardır.

  4-Mevlüt-Zeliha oğlu H.1307 (1901) doğumlu Çanakkale şehidi Ömer’in kardeşi Ramazan, oğulları ise Mevlüt ve Ahmet Tatlı’dır. Ahmet Tatlı’nın erkek çocukları ise vefat eden Ömer ile köyde yaşayan Ekrem Tatlı’dır. Çanakkale harici savaşlarda verdiğimiz diğer şehidler Mustafa ile Mevlüt kardeşlere gelince, her ikisi de bugün, erkek tarafı ve soyadları Şekar’ı temsil edecek bir sülâle devamı olmayan Necipler’dendir. Sülâle devamı olarak Necipoğlu İsmail Şekar ile evli Ummuhanı Şekar’in kızı Melâhat (Şekar) Yalçınkaya'dır. Necipler’den bir diğer kız ise Hanım Hatçe’nin Kadir namlı Abdülkadir Özdemir ile evli Sıddıyka’dır. Sıddıyka’nın Necipler’e münhasıran devamı olarak isim vermemiz gerekirse; Abdülkadir’in oğullarından Ramazan’ın oğlu Yaşar ile diğer oğlu Yaşar’ın bu sıralar köyde bakkallık yapan oğlu Bekir’dir. Cumhuriyet dönemi 1980 şehidimiz Hasan Hüseyin Oral da, Eyüpler namlı sülâleden Bayram Ali Oral’ın oğludur. Bu aileden de köyde Hasan Hüseyin’in büyüğü Eyüp Oral bulunmaktadır.

ŞEHİDLERİMİZİN AİLE KAYDI 

 

         Belgelerde Ahmetoğulları'ndan geçiyor
_______________________________________________
(*) Her ne kadar MSB belgelerinde Şehid Adıgüzel sülâle olarak Kocahüseyinoğulları adına
      kayıdlı olsa da doğrusu Hâcı Hüseyinoğulları’dır.

28-Isparta İli Çanakkale Şehidleri Listesi.

ŞEHİDLERİMİZİN YAKINLARI


 TEMENNİ: Cümle şehidlerimize Allah (CC)'tan rahmet diler, önlerinde şükranla eğilirim.

FETVALARIYLA ÜNLÜ MEHMEDÎ SÂDIK EFENDİ (SÂDIK HOCA)

     Çocukluğumun penceresinden baktığımda orta boylu, ak sakllı ve 70-72 yaşlarında bir zattı O’. Köylü çocuğu olmamıza rağmen ilim tahsil edenlerin nezdinde ilmi sevdiğimiz ve kendileriyle sık sık görüştüğümüz bir zamanda O’nunla Eyübler’in evlerine nazır çayırlık alanda buluşur ve uzun uzun konuşurduk. Elinden bastonu hiç eksik olmaz ve vakurlu ve ağır-sâkin yürüyüşüne itina gösterirdi. O’na mutmainliğim; kendisinin köy câmiinde özellikle her Cum’a’da verdiği fetvalardaki geniş dinî bilgiler ve anlatışındaki haa.. terkibiyle cümlelerini teyid edici ifadelerinden ileri geliyordu. Din; bir milletin inanç ve iman menzili, tebliği ise risalet çağına her beşeri adım adım yaklaştırma gayreti ki, Allah-ü Tealâ buna vazifeli kulları cemiyetleri içinde tanınsın diye farklı özellikleriyle beziyor.

   İşte Mehmed ön adını henüz o devirlerde bilmediğimiz Sâdık Hoca da, Çeltik’ten bozmalı ‘Çoban yamağı’  manâsına gelen bu sıfat ve nişanelerle büyük-küçük, ebeveyn, hısım-akraba, çoluk-çocuk demeden köyün bütün sâkinlerince tanınıyor, seviliyor ve önünde tâzimle duruş-davranışlara muhatab oluyordu. Çünkü henüz birçok köyde insanların ilimdar kişileri göremediği o zamanlarda, Beyşehir’in Kurucuova Kasabası’ndan Mehmed Efendizâde oğlu Mehmed Sâdık Efendi; Sâdık Hoca namıyla ilmini konuşturuyor, İstiklâ’limizin kazanılmasında verdiği mücadelesini bir hatıralar yumağı biçiminde zaman zaman konuşuyordu.

 

   O’nunla, dediğim gibi sık sık buluşmam ve konuşmam neticesinde elde ettiğim Milli Mücadele yıllarına dair hâtıraları bir roman hâline getirmiştim. Bu notlar lise defterimde yazılı idi ve 300 sayfanın üzerindeydi. İlk romanım olarak değerlendireceğim bu deftere gün gün ilâve ettiklerimi hergün evimize gelerek  okuyan da sınıf arkadaşım Zehra Erdoğan’dı. Belki Zehra kardeşimizde de o notların muhtevasına ait birkaç kıvılcım mevcuttur, kimbilir..

   Günlerce arayıp durduğum defterimi bir gün görüp görmediğini sorduğum annem Durdu (rahmetli) yaktığını söyleyince hayatımın ekseninden romancılık kayıb gitmiş ve şiire temayülüm başlamıştı.

   Keşke o hâtıralarım dursaydı da Mehmed Sâdık Hoca ile neler konuştuğumuzu bugünkü kısmî sıfatlarından arındırıp asliyetiyle halkımla paylaşabilseydim. Yine de O’ndan bana, Cihan Harbi’ne dair aklımda kalan bazı kısa hâtıralar mevcuttur. Zamanla paylaşırım inşallah. Allah rahmet eylesin ve mekânı Cennet olsun..

    Bu değerli zatı şimdi de münezzeh bir kişi olan “Torunu: Rüştü Şencan (Malî Müşavir) Isparta 23.04.2013” imzasıyla tanıyalım.

MEHMEDÎ SÂDIK EFENDİ (SÂDIK HOCA) 
İLE İLGİLİ KISA BİLGİLER

Anlatan: Rüştü Şencan

    “Beyşehir Kurucuova Kasabası’nda 1800’lü yıllarda yaşamış olan Koca Müderris nâmında Mehmed Efendi (zâde) isminde bir zat vardır. Kendisinin ilmî derecesi çok yüksektir. Evliya derecesinde olduğu ve birçok kerametlerinin görüldüğü anlatılır. Bunun 2 hanımdan 2’si kız toplam 8 çocuğu olmuştur. O zamanlar Şarkî Kara Ağac bir ilim yuvasıdır. Birçok gelişmiş medrese vardır.


  
   Koca Müderris oğullarından Rüşdü Efendi’yi tahsilini geliştirmek için Ş.Kara Ağac medreselerine gönderir. O zamanlar Kurucuova Yenişarbademli Ş.Kara Ağac yolu (benim çocukluğumda da öyleydi) Çeltek’ten geçer. Rüşdü Efendi yolculukta gelip giderken Çeltek’te Topal Necib lâkablı bir ağanın odasında misafir olur. Zamanla tanışırlar. Rüşdü Efendi, Topal Necip Ağa’nın kızı Dudu ile evlenir. Rüşdü Efendi ilmen yükselir, müderris (profesör) olur. Süresi 6 ayı bulan Hac’ca gider gelir. Hâcı Rüşdü ünvanını alır. Bunu bilenler bana küçük çocukken adını aldığımdan dolayı Hâcı Rüşdü derlerdi. (Allah bize de nasib etti.) Hâcı Rüşdü’den (Hâcı Rüşdü’nün eşi Dudu’dan) 1301/1885 yılında Sâdık Efendi doğar. Şarkî Kara Ağac’ta medreselerde eğitim görür. İlmen yükselir. Topal Necib’in torunu Dudu ile evlenir. Oğulları Rüşdü ve Sadık Efendi doğarlar. Bunlar da Şarkî Kara Ağac’da tahsil yaparlar.

   Birinci Cihan Savaşı çıkmıştır. Mehmed Sâdık Efendi (Sâdık Hoca) Mülâzım-ı Evvel (asteğmen) olarak askere gider. Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştığı hemen hemen bütün cebhelerde savaşır. Bize anlattıklarından aklımda kalanlardan kısaca; Galiçya (Romanya) cephesinde savaşır. Yaralanır, İstanbul Gümüşsuyu Askerî Hastahanesi’nde ameliyat olur. Tam iyileşmeden başka cepheye gider. Azerbaycan’da savaşır. Bakü’den aldığı ve Pafın madeni dediği paslanmaz demirden yapılmış tozşeker kutusunu küçüklüğümde bile evimizde kullandık. Çanakkale savaşında savaşır, Çiçekpınarlı-Donarşalı, (Donarşa’nın tarihte esas adı Tunâ-Şâh’tır. B.YK.) bir hemşehrimizi ölümden kurtarır. Bu olayı kurtulan hemşehrimiz daha sonraları gâzi olarak, babam Sabri Efendi’ye anlatmıştı. 15 Eylül 1331’de (1915) Çanakkale’den salim olarak İstanbul’a gelir. Milli Mücadele’de savaşır. Demirci Mehmed Efe Yunan işgâline karşı asker toplamak için Ş.Karaağaç’a, bu arada Çeltek’e de gelir. Dedem Sâdık Efendi’nin evinde misafir olur. Giderken çok güzel bir atını da götürür. Bu arada Sâdık Efendi cephede savaşmaktadır. Savaş sırasında hanımı ebem Dudu vefat eder. Çocukları Rüşdü ve Sabri’ye dedeleri, ebeleri bakarlar. İstiklâl Savaşı sonrası üsteğmen rütbesiyle terhis olur. İmam-Hatiblik ve ilmî faaliyetlerine devam eder. Şarkikaraağaç’ta bir hanımla evlenir. Bundan çocuğu olmaz. Toplumda sevilir, sayılır. İstiklâl madalyası sahibidir. 1963’te İsmet (İnönü) Paşa ile görüşür. 1964’te vefat eder. (Allah rahmet eylesin.)                               Torunu: Rüştü Şencan (Malî Müşavir) Isparta 23.04.2013”

ÇELTEK KÖYÜ MEZARLIĞINDAN

    Köyün eski mezarlığının taşınması, yeni mezarlığın tarihî derinliklerini sığ hâle getirmiş ve bir hayli medfun kişilerin esamisi âdeta kaybolmuştur. Buna rağmen yeni saydığımız Köy içi mezarlıktaki mezar taşlarında geçtiği hâli, isim ve tarihler itibariyle şimdilik Türkçe ibareler kayıtlı köy büyüklerinin şeceresi kısmî olarak aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir. Esasında mezarlıktaki mezar taşlarına kazılı isimlere baktığımızda bir takım sülâle grafiğine de vakıf olmamız mümkün. İsimlerin önünde yer alan baba veya ana isimleri bazı kardeşlerin durumuna da ışık tutmaktadır. Böylece köy kütüğü kayıtlarında yer almayan bazı bilgilere ulaşabilmiş oluyoruz. Önce mezarlığımızda bulunan medfunlara bir bakalım ve Fatiha ve Yâsin’lerimizi okuyalım. Sonra da mezarlık üstü hâtıralarımızı nakledelim..

  Eyüp Oral: Doğumu; 1395 (1979), Ölümü; 1949 (Not: Mezartaşındaki bu ibareler itibariyle doğum tarihi ele alındığında Hicri 1395 Miladi 1979’a tekabül eder. Dolayısıyla doğum tarihi mantıken düzeltilecek olursa Hicrî yılın 1295, Miladi yılın da 1879 olması gerekiyor.)


Kerimoğlu Halil Işık: …-1976

Ömer eşi Ümmühanı Tunç: 1324-1.4.1984

Mevlütoğlu Bayram Ali Uysal:

1938-21.07.2005

Ramazanoğlu Yusuf Çağır: 1325-3.2.1993

Ahmetoğlu Ramazan Tunç: 1324 (1908)-12.1.1985

Faruk kızı Zeycan Yılmaz:

15.10.1966-24.4.2004

Yaşar eşi Meryem Yılmaz: 31.12.1963-16.2.1985

Abdullah eşi Hatice Ateş: 1929-6.14 (!).1989

Alibakı (Ali Bâki) kızı Ayşe Toprakoğlu:

3.5.1928-16.1.2003

Hüseyinoğlu Mustafa Yılmaz: 1934-1.2.1983

Kadir eşi Ayşe Ünal: 1326 (1910)-28.11.1992

Mehmet eşi Behiye Yıldırım:

11.4.1927-14.9.2006

Velioğlu Kadir Ünal: 1330 (1914)-12.28(!).1988

Hasan oğlu Mehmet Yıldırım:

11.5.1930-27.12.2006

Mustafa eşi Ayşe Yıldırım: 1326 (1910)-1990

Veli eşi Fatma Yıldırım: 1916-05.05.2003

Velioğlu Ahmet Ünal: 1929-25.9.1993

Ramazan oğlu Ali Oruç: 1913-1976

Memiş eşi Zübeyde Yılmaz:

D. 1315 (1899) öl. 25.12.1940

Süleymanoğlu Mustafa Aktaş:

D. 1308 (1892) Ö. 22.3.1966

Süleyman eşi Ayşe Atılgan:

D. 1915 Öl. 25.5.1986

Süleyman kızı Emine Ünal:

6.11.1305 (1899) Öl. 11.11.1948

K. Hüseyin oğlu Veli Ünal:

1.5.1302-10.11.1946

Abdülkadir kızı Fadime Öztaş: 1338 (1922)-1951

Memiş eşi Fatma Yılmaz:

01.07.1911-24.06.1968

Ali Bakı eşi Rukiye Yenişarlı: 1309 (1893)-1959

Avara Memiş Yılmaz: 01.07.1904-04.03.1971

Mustafa oğlu Faruk Yılmaz: 1930-23.4.1970

Ahmetoğlu Alibakı (Ali Bâki) Yenişarlı: 1314 (1898)-1952

Mevlüt eşi Fatma Uysal: 5.7.1907-7.8.1977

 

Sadık oğlu Rüştü Şencan: 1329 (1913)-1945

Mehmetoğlu Recep Özkaya: 1317 (1901)-14.7.1954

Ahmetoğlu Ömer Demiray: 1308 (1892)-10.8.1940

Hasanoğlu İbrahim Yalçınkaya:

1308 (1892)-15.7.1961

Ahmetoğlu Söner Ok: 10.5.1950-2.7.1976

Hüseyinoğlu Ahmet Ok: 17.11.1331 (1915)-19.9.1977

Mevlütoğlu Salih Çöpçü: 1332 (1916)-1.10.1977

Ömeroğlu Mevlüt Demiray: 1919-7.11.2004

(*)Şehit(!) Hasan Tülcan: 6.5.1955-20.3.1967

Mehmet eşi Şerife Demir: 1301 (1885)-1969

Osman kızı Zeynep Özdemir: 1320 (1904)-1974

Kadir (Özdemir) eşi Sıdıka: 1327 (1911)-1980

Abdülkadiroğlu Yaşar Özdemir:

1940-20.10.1980

Ramazanoğlu Kadir Özdemir: 1325 (1909)-1987

Mehmet eşi Keziban Yılmaz: 1328 (1912)-07.01.1981

Medine kızı Bahriye Yılmaz: 1969-6.6.1987

Kamil Demir: 22.3.1335 (1919)-5.6.1990

Kâmil eşi Emine Demir:27.04.1918-2.12.2005

Fahrettin eşi Emine Yılmaz: 1957-18.10.1995

Kuşcuoğlu Mehmet Yılmaz: 1929-27.8.1995

Mehmet eşi Gülizar Yılmaz: 1926-1997

H.Hüseyin kızı Menekşe Özdemir: 1969-1989

Hasan Hüseyin Aksu: 1915-1993

Hacı Ahmet kızı Ayşe Aksu: 1896-1980

Kadiroğlu Ramazan Özdemir: 1926-16.1.2002

Emine Yeğin: 1330 (1914)-1988

Mahmutoğlu Mustafa Yeğin: 1913-1997

Kadiroğlu Erol Yeğin: 13.10.1982-12.7.2001

Sabri Şencan: 7.3.1971-23.12.1979

Alioğlu Ali Erdoğan: 1942-8.8.1980

Hasan kızı Neslehan Demiray: 1310 (1894)-22.9.1952

Veli eşi Beyköylü Keziban: 1332 (1916)-24.4.1953

Ummuhanı Yeğin: 1310 (1894)-22.9.1952

Sadık Şencan: 1301 (1885)-1964

Mahmut Yeğin: 1301 (1885)-1.2.1955

Şerife kızı Halime Erdoğan: 1317 (1901)-24.6.1973

Fazıloğlu Ali Erdoğan: 1917-8.4.1969

Ahmet eşi Hatice Uysal: 1326 (1910)-1991

Hasan oğlu Ahmet Uysal: 1928-20.06.2007

Fazlı Mustafa oğlu Mustafa Erdoğan:

8.3.1330 (1914)-14.5.1988

Hasan Uysal: 1313 (1897)-1938

Fazlı kızı Raziye: Tarih kaydı yok.

(Mezartaşı çok eski)

Beyşehirli Raziye Erdoğan: 1317 (1901)-1941

…Okunamayan bir mezar

Mehmetoğlu Haşim Öcal: 1329 (1913)-1943

Haşimoğlu Haşim Öcal: 1942-8.10.2001

Yusufoğlu Abdülkadir Çelik: 1330 (1914)-30.08.2002

Abdülkadir eşi Fatma Çelik: 1335 (1919)-18.8.2004

İbrahim eşi Rukiye Erdoğan: 1937-14.3.1989

Fazlıoğlu Veli Erdoğan: 1397 (!)

    (1337 olmalı)-28.1.1978

Şerife kızı Halime Erdoğan: 1317 (1901)-24.6.1973

Velioğlu Ali Rıza Beydoğan: 1317 (1901)-05.04.1988

Fazlı Mustafa kızı Ayşe Gülkız Beydoğan:

1317 (1901)-10.11.1989

Ali Rızaoğlu Mehmet Beydoğan:

1.1.1924-1.4.1990

Alioğlu Fazlı Erdoğan: 22.9.1937-25.6.1993

Alioğlu Mehmet Erdoğan: 1924-4.6.1988

İsmet eşi Neslehan Uysal: 1936-2001

Ali Rıza oğlu Nuri Beydoğan:

01.03.1928-21.09.2001

Merhum Kürt oğullarından Hasan oğlu Mustafa

Yıldırım: 1337 (1921)-30.10.1979

Murat Öztaş: 1926-7.11.1974

Mevlütoğlu Hasan Tülcan: 1929-9.10.1987

Belceğizli Abdullahoğlu Veli Yıldırım:1332 (1916)-987

Kasımoğlu Mehmet Aykurt: 1328 (1912)-1988

Ali Rıza Yıldırım: 1336 (1920)-21.8.1997

Ali Rızaeşi Dudu Yıldırım: 8.9.1932-23.01.2006

Fethi Yıldırım: 1.1.1949-15.10.1999

Cahiteşi Fadime Demiray:12.11.1961-12.11.1994

Halil eşi Mükerrem Sert: 1910-24.7.1998

Neslihan Demiray: 1960-20.07.1982

Havva Çöpçü: 1.8.1336 (1920)-12.4.1998

Ali kızı Rukiye Ok: 1925-16.11.1994

Ali eşi Raziye Çetin: 25.7.1923-10.2.2000

Mustafa eşi Ayşe Şenol: 11.4.1926-21.11.1994

Hüseyinoğlu Halil Sert: 1904-7.3.1994

Şakiroğlu Mehmet Ali Çetin: 1331 (1915)-1982

Bayram kızı Rahime Oral: 1334 (1918)-1977

Arifoğlu Ahmet Bilgin: 1911-23.10.1968

Ayşe Demiray: 25.2.1932-25.2.1982

Osmanoğlu Durmuş Tunç: 1984-26.6.1993

Hüseyin kızı Ayşe Ok: 1913-22.5.1993

Ramazan eşi Fidan Ok: 1318 (1902)-24.2.1985

H.Hüseyin Özkaya: 1324 (1908)-25.4.1942

Dursun Özkaya: 1932-2004

Mevlüt Özkan: 1319 (1903)-1961

Hasan kızı Dudu Ay: 1334 (1918)-1955

Musaalioğlu Hasan Hüseyin Ay: 1323 (1907)-4.9.1985

Eyüp eşi Fatma Oral: 1306 (1890)-1963

Ahmetoğlu Ali Osman Macit:

11.1.1928-15.06.1990

Ahmet Tatlı: 1931-8.9.1974

İbrahimoğlu Mehmet Özkan:

3.9.1960-1.8.1992 (Ankara’da vuruldu)

Eyüpoğlu Mehmet Ali Oral: 1929-19.5.1996

Mustafaoğlu Süleyman Aktaş: 1340 (1924)-16.2.2000

Ahmet eşi Gülbahar Tatlı: 1336 (1920)-5.6.1997

Eyüp eşi Havva Oral: 1950-2004

Eyüpoğlu Bayram Ali Oral: 1921-30.8.1997

Kemal eşi Arife Aktaş: 11.9.1933-04.03.2002

Nazife Tunç: 1929-2005

Mevlüt Tunç: 1335 (1919)-2006

Ramazan oğlu Durmuş Tunç:

3.3.1939-12.2.2007

Abdurrahman eşi Ayşe Tunç: 1337 (1921)-1998

Abdurrahman Tunç: 1319 (1903)-1997

Ramazanoğlu Ömer Tunç: 1929-6.6.1987

Abdurrahmanoğlu Sadettin Tunç:

1961-16.6.1995

Durali Kara: 1.3.1939-11.8.2003

İsmailoğlu Hasan Kara:1912-1.1.1996

Alioğlu Mevlüt Ok: 16.12.1936-21.07.1997

Recep eşi Meryem Özkaya:

22.9.1959-2.2.1994

Süleymanoğlu Mehmet Taş: 1919-1993

Alioğlu Hüseyin Ok: 1930-1985

Ayşe Ateş: 1302 (1886)-1982

Ahmetoğlu Durmuş Tunç: 1340 (1824)-16.4.1976

İbrahimoğlu Hasan Yalçınkaya:

21.2.1930-15.8.1995

İbrahimoğlu Mustafa Yalçınkaya: 1335 (1919)-1972

Mustafa eşi Durdu Yalçınkaya: 1337 (1921)-1998

Ahmetoğlu Abdullah Ateş: 1920-25.2.1978

Ramazan kızı Elif Tokgöz: 1345 (1929)-1979

Bayram Alioğlu Şeyit Polis Hasan

Hüseyin Oral R.F.- D. 1956, Ö. 1980-

Yahya Ünal: D. 02.03.1338

(1922)-Ö. 14.09.2009

Yaşar Erdoğan: D. 1941, 21.09.2009

Melek Özdemir: D. 929-Ö. 2012

Anakız Aydemir: D….-Ö.2012

Emine Macit: D….-Ö.2012

Mevlüt Çöpçü: D. 1949, Ö. 2008

Mehmet Toprakoğlu: D.1927,  Ö. 2012

Osman kızı Şerife Ok: D.1936,Ö.2012

Melahat Yalçınkaya: D. 1940, Ö.2012

Huriye Ünal: D. 1930-Ö.07.06.2012

Şevket Ok: Kazaen 2011

Kadir Tunç: D.1933, Ö. 2012

 _______________________________________________
Not: Hicrî yıllara 584 rakamı eklenerek Miladî yıllar bulunabilir

MEZARLIKLARIMIZIN ESKİ HÂLLERİ
VE UĞRADIKLARI DEĞİŞİMLER

    Dedemiz İbrahim Çavuş’un (Yalçınkaya) Armutlu’da kızı Esma Akkurt’u ve Yeniköy’de de babam Mustafa’yı âdeta Sıla Varisi olarak bırakıp yerleştiği yeni mekânı Çeltik’e göç eylemesinden yıllar sonrası, 1954’te de babamın, Kel Ali’den (Çetin) koyunla mübadele neticesi aldığı tarlada bir ev inşaa etmiştik. O zamanların çetin tabiat şartlarına rağmen Anamas’tan çatı ağacı, Beyşehir gölünden çatı sazlığı ve Kayaaltı mevkiimizden de Ömer Tatlı’nın at arabasıyla toprak getirerek üstünü örttüğümüz evin damına da bir yuvga taşı yerleştirmiştik.

 Yuvga taşı o zamanlarda damlarımızın topraklarını sıkılaştırmada âdeta bir mengene vazifesi görür, bu sayede kiremidi bilmeyen çatılarımızdan alt odalara yağmur-yaşın sızmasını önlerdi.

  Ev içi ocakların bile soba gibi kullanıldığı, henüz elektriği telâffuz edemeyip bazen fanus, bazen de gaz lâmbalarıyla tek odamızın aydınlatılır olduğu bir zaman diliminde, -her türlü nefsî emmare nefs düşkünlerinin olsun- bulgur aşı, tarhana çorbası yahud da kaz ve tavuk yumurtası gibi tamamen yerli ve millî yiyeceklerle kanaat ederdik.

   Ve işimiz gücümüz ya dağda bayırda koyun çobancılığı, ya tarla-tapanda karasaban ardı beygir ve öküz çiftlerinin takibciliğiydi.

   Bunlara benzer sayısız hasletlerin donattığı bir çağı, yalın ayak, baş kabak yaşadığımız anların Eylül ve Ekim aylarından itibaren başlayan hazan mevsiminin tam da Ocak-Şubat’lara devrildiğinde ortalığı sarıp sarmalayan kış günlerine düşer, metrelerce boy veren karlarla köyün ortasında henüz yapılışı bir yıl bile olmayan, tek su kaynağımız çeşmeye varabilmek için elli-yüz metrelik yolları tahta küreklerle kürüye kürüye su yolları açardık.

   İşte açtığımız suyollarının patikasının çok uzun bir kısmındaki ecdada ait en eski mezar köy içinde olduğundan herkes, sanki dünyasındaki hayatını ahirete bağlayıcı sıfat taşıyan bu uhrevi mekânlara uğramadan ne çeşmeye, ne köy odasına, ne o eski ahşab câminin üst katındaki ilk mektebe, ne de hısım-akraba taallûkatına gidemezdi.

   O kış günlerinde kar yorganına bürünen mezarda kimler yatmaktaydı ve kimler kimlerin nesebinden, meşrebindendi bilemezdik. Zira bugünkü gibi soykütüğü veren mezar taşları yoktu ve mezar başlarına dikilen taşlar sadece Örenköy taraflarından veya Kızıldağ ve Kaya çevresinden getirilen kızıl ve ak görünüşlü taşlardı. Üzerlerinde de ne bir işaret, ne de bir yazı mevcut değildi.. Lakin insana ışıksız gecelerde öylesine derin bir heyecan ve ürküntü verirlerdi ki oradan geçerken vaktin beyazlıklarını seçmek zorundaydık. Elimizdeki 1904 tarihili Nüfus Esas Defteri’nde gördüğümüz Çeltek Köyü’ne ait sayısız medfun kişinin ismi olsa da köy mezarlığında bunlara ait hiçbir yazılı mezar taşını bulamıyoruz.

PEKİ ÇELTEK’İN İLK MEZARLIĞI ÇİVRİL
NE ANLAMA GELİYOR?



   Çivril adına tarihte ilk defa Myriokephalon savaşını anlatan Bizans Belgeleri’nde rastlıyoruz. 12. Yüzyıldan (1176) kalma bu belgelerde Çivril adı Rumca yazılışı "Tribritzi" ve Lâtince yazılışı da  “Cyybrilcimani" olarak geçiyor. Çivril kelime itibariyle Selçuklular döneminde Anadolu'ya göç eden Çağatay Türkleri’nin kullandığı Çağatay Türkçesine ait bir ifadedir. Anlamı "suyu bol olan yer, sulak yer" demektir.



Anadolu'da birçok bölgede bulunan Çivril ismi; Çeltek Köyü’müzde de yeşilliğe, sulaklığa, yani bol suya sahib bir yerde tahsis olunan mezarlığa verilmiştir.

   Çeltek köyünden yetişen değerli simâlardan Prof. Dr. Sâdık Şencan bize, 2015 Ağustos’unda köy halkından Hakkı Macit
ile varıp araştırdığımız Çivril Mezarlığı hakkında; “3 yol arasında, köyden tarafı 1. mezar Sâdık dedemin annesi Sarı İsmail'in kızı Dudu, 2. mezar dedemin babası Kurucuova’dan gelen Hâcı Müderris Rüştü’ye aittir. Bilerek köy mezarlığından ayrı vasiyet etmiş. Köylülerim Karaağaç pazarına giderken okusunlar diye” şeklinde bir bilgi vermiştir.

    Bu bilgiler de gösteriyor ki Kurucuova sâkini iken Çeltek’e göç eyleyen bir ailenin ferdlerinden ve H.1301/M. 1885 doğumlu Mehmed Efendizâdeoğlu Mehmed Sâdık’ın babası Hâcı Rüşdü Efendi, neredeyse 1.5 asır önce buraya defnedildiğine göre Çivril Mezarlığı iki, üç asır öncesine kadar aktif hâlde olmalıdır.   

    Netice; bir eser verecek kadar çok uzun bu mekân tahlilini bağlayacak olursak, köy merkezindeki mezarlıklar Cumhuriyet devrinin ittihat ve terakkisine yenik düşmeye başlamış ve buralardaki medfun kişilerin kemiklerinden de bazı örnekleri, ilmî yolda ilerlemeye çalışan Fazlılar’ın genç nesillerinden Tıb’bın Doktor talebesi Fahrettin Erdoğan Bey köyün öğrencilerine para karşılığı toplatmış ve araştırmasına iskelet temin etmişti.  Zira O’na bu fırsatı veren husus, bu mevkiide eski mektepten daha modern olacak bir yeni mektebin yapımına karar verilmesi ve böylece tedrici mezarlığın kaldırılma çalışmalarının başlatılmasıydı. Çeltik’te 1475’ten bu yana, önce Çivril, sonra birkaçı Kaklıcak mevkiinde ve nihayet Çivril’den taşınan yeni Çeltik’in o tarihlerde 10-15 hane olması hasebiyle kenarına denk gelen yerde kurulan mezar, zamanla gelişen ve çoğalan ahalinin etrafına yerleşmesiyle ortasında kalmaya mahkûm olan birkaç mevkiilik mezarın sonuncusu nihayet bâki bölümü yeni okul üstü bugünkü yerine taşınmaya başlamıştı. Bugünkü mezar o 540 yıllık sürenin kırıla döküle şekil aldığı bir mezarlıktır ve de bâkidir.. Fakat Çivril Mezarlığı zaman zaman define ve antik eşya arayıcılarının durağı hâline gelmiş, sık sık lâhit türü kabirler açılarak harab hâle getirilmiştir.

ÇOCUKLUK ÇAĞLARIMDAN BUGÜNLERE 
KALAN HÂTIRALARIM

    1956-57’li yıllar. Yeniköy’den Çeltek’e taşınalı henüz birkaç ay olmuş..

    Bir harman vakti Eyübler’in evlerinin Devlet Kanalı istikâmetindeki çayırlıkta, Eyüb’ün Bayram Ali uzun boyu ve kardeş çokluğunun üstünlük tavrıyla babam Mustafa’nın bulunduğu harman çardağımıza dinlenmeye, biraz da dillenmeye gelmiş ve bir iki lâflamalardan sonra da;

-

   Eeee! Mustafa, demişti, hani sen beni koyun güderken Kurban Pınarı’nda yere yatırıp çamurlu sudan içirtmiştin ya.. Oğlum benim o zaman bu kadar kardeşim, arkam yoktu. Şimdi Şükrü var, Mehmet var, Hüseyin var. Ben senden daha güçlüyüm. Şimdi ben de seni kanalda yatırıp çamurlu sudan içirteyim mi? 

   Rahmetli babam gülerek ve tevekkülle;

-Yaparsın Bayram Ali, yaparsın, cevabını vermişti. 

 Sonra, tam da 14 yıl sonra,  Almanya’dan döndüğüm 1971 yılının Temmuz-Ağustos aylarına doğru, o evvelki harmanlığımızın biraz evimizden tarafı, Saitoğlu’nun evi arkasında, görüldüğü üzre şu yukarıdaki kalabalığa ait fotoğrafı Kodak marka fotoğraf makinemle çekmiştim.

   Şimdi o fotoğraftakilerin birçoğu hayatta değiller. Meselâ Bayram Ali, kardeşleri Hüseyin ve Mehmet, babam Mustafa, kayınpederim Yahya,  Arab’ın Hasan ve Avara’nın Mustafa. O gün çocuk yaşta olan Duran, İsmail, Eşref, Hakkı, Kadir ve Hüseyin ihtiyarlığa doğru yol katetmişlerken Mehmet de (Özkan) elim bir hâdise neticesi hayatta değil.

  Bayram Ali’nin babam Mustafa ile lâftan öte geçmeyen eski hınca dair bir hatırlatmada bulunduğu o tarihler bizim de çocukluğumuzun başlarıydı.

   Harman, hasad gibi uğraştığımız her iş, öyle bize kuvvetli imkânlar kazandıracak derecede değildi. Lâkin komşuluk münasebetlerimiz, arkadaşlık ve akrabalık sadâkatımız ve elimizde ne varsa konu-komşuyla bölüşme alışkanlığımız hiçbir ölçüye sığmayacak kadar yüksekti..

   Birbirimizi, bugünkü gibi ne bir televizyonun, ne de benzeri teknikî âletlerin içinden fışkıran fitne-fesadları örnek alamamak kaydıyla, candan sever, sayar ve bu ölçüde de muhabbetimizi sürdürürdük. Düğünlerdeki birlikteliklerimiz, bayramlardaki ziyaretlerimiz, kısacası güreşlerimiz, oyunlarımız ve bu manâda ne varsa her biri Türk’ün İslâmî anlayışı içindeki yerli yerine oturtulurdu.

   Sonrası malûm.. Asrî denilen çağlara ayak bastık. O eski zamanlara ait bir hayli hasletimizi, gelenek-göreneklerimizi dumura uğrattık. Keşke o günlerin yokluğuyla, bugünlerin zevk-ü sefası birbirleriyle şöyle bir cenge girişse..

  Şüphesiz, tarlasındaki bostanı, bağındaki üzümü, harmanındaki sapı-samanı, geceler boyu masallar dinleten zamanı, aşı-ekmeği, hıdrellezli, kınalı yumurtalı, uzun kavaktan salıncaklı nice sayısız gelenekleri, bu zamanın sunî birçok yiyecek ve içeceklerine üstünlük sağlardı.

   Sizleri bilemem, ama ben; çok kıtlıklı, ama özünden yapmacık dünyalara sapmamış o zamanları sık sık hatırlıyor ve hatırladıkça da heyecanlanıyorum..

KÖY KONAK EVİ

  Muhtar Yaşar Yılmaz döneminin eserlerinden olan Köy Konağı, esasında köy ahalisinin sosyal ve kültürel hizmetleri bâbında inşâa olunmasına rağmen, bugün mezkûr bina aslî hizmeti dışında taşralı bir ailenin kiralığı altında kullanılmaktadır.

 
 
    Ülkemizde bizdeki gibi bâkir bir kültür anlayışı da var, Ankara Ayaş’ın Gökler Köyü’ndeki gibi 5.000 kitablık kütüphanesiyle amacına uygun faaliyet gösteren mükemmel bir Köy konağı ve hattâ altyapının önemli ihtiyaçlarından kanalizasyon teşkilâtı dâhi bulunan ileri fikirli köyler de var.

     Köyde kahvehane işleten rahmetli Süleyman Akdaş döneminde küçük mahiyette tesis ettiğim kütüphanemi dâhi çay ocağının altına gizleyen zihniyetten elbette beklenecek pek fazla bir kültürel destek olamaz. İnşallah yetişen kültürlü ve bilgili yeni nesillerimiz ileride çok mühim olan bu boşluğun doldurulmasına çalışacaklardır.



ŞEHİDLİK VE ŞEHADET ÜZERİNE

  "Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Aksine onlar diri olup Rab’leri katında rızıklandırılmaktadırlar. Allah'in lûtfundan kendilerine vermiş olduklarıyla sevinç içindedirler ve arkalarından henüz onlara kavuşmamış olanları, kendilerine bir korku olmayacağı ve üzülmeyecekleri üzere müjdelerler." (Âli İmran, 3/169-170)

   Âyetinde işaret buyurulduğu üzre Hasan Hüseyin Oral; çok yüksek bir mertebenin kemalâtından (Değerli İnsan) olmaya hak ve şeref kazanmış bir hemşehrimiz, bir köylümüzdür. Şehidliği bu şekilde bize bildiren Allah-ü Tealâ’nın âyetine uygun olmayan ‘ŞEHİD’  tabiri ne yazık ki birçok kabristanlarda yer almaktadır. Bu hususa dikkat etmeyenler Allah’ın (CC) gücüne gidecek bir iş yapmaktadırlar.

  Bu hatırlatmayla birlikte Çeltek ve Çeltekliler’e mahsus eserime SON noktasını koymadan evvel, diyorum ki “Çeltek Köyü mezarlığında vücuduna uygun hakikî şehid sayısı 1 adettir ve O’ da Eyüpler’den Bayram Alioğlu Hasan Hüseyin Oral’dır.”    

                  Rahmetliyi saygıyla anıyor ve rahmet diliyorum.                  

KÖY CÂMİLERİNİN ÖNEMİ

   Beylik dönemlerinden itibaren Isparta Livâsı’nın şehir ve kasabalarında tesis edilen ibadet yerlerinden birisi mescidlerdir. Köylerin o dönemlerde vergilerine esas tarlalarının tasarrufu da câmiler bünyesindeki mescid-i vakıf denilen vakfa ait mescidlerin imamlarındaydı. Bu tasarrufun yanısıra bazı köylerde de Zaviyedâr veya Sipahi denilen dinî ve askerî sınıflardan kişiler bu tasarrufla yetkili kılınmışlardı.

   Köyümüz Çeltik’te de 1475 yılından 1765’e kadarki kayıdlarda görülen elli dönümlük tarlasının tasarrufu Mescid-i vakfı imamın yetkisindedir. Bu durumu yakın çağ olarak telâffuz edeceğimiz Cumhuriyet Dönemi Çeltek’inde göremiyoruz. Zira bugünkü câmimizin yerindeki o eski ahşab câmimize ait bir vakıftan bahsetmek söz konusu değil. Hâl böyle olunca da anlaşlıyor ki neredeyse bin yıla yakın Osmanlı geleneğini Cumhuriyet’ten itibaren terketmişiz ve câmilerin ihtiyaçlarını halkların hiçbir kayıd altına alınmayı hissettirmeyen yardımlarıyla temin etmeye çalışmışız. Bu husus bugün de halâ böyledir.   

   
    Köy halkının taşralı ve bilhassa Al(a)mancı’larının yardımlarıyla modernize edilen câmimiz, bugün sadece ibadet yeri olarak değil, özellikle Cum’a günleri namaz sonrası aş dökme, bayramlaşma ve taziye gibi bir takım 
faaliyetler için de bir buluşma yeridir.

AZ BİR VUKUATIMIZ VAR

   Her köy, kasaba, ilçe ve illerde olan Vukuat misâlleri Çeltek köyümüzde de yaşanmıştır. Misâlen Hasanoğlu Haşim’in kardeşi Mustafa (Öztaş’lardan) Yılık Hasan (Yıldırım), Kel Ahmet (Yıldırım) gibi eski isimlerle yenilerden Faruk Yılmaz ve Mustan Tülcan, kasden ve kazaen silâh denen âletin kurbanı olmuşlardır. Devamında kan dâvâsı gibi hiçbir sürekliliği olmayan bu vukuatlar içindeki en önemli örnek Kel Ahmet (Efe)’ye aittir. İşte kısaca o hikâye.. 

HASANLARIN KAVGASI

   Yekdiğinli Hasan ile eniştesi Yılık Hasan, birbirleriyle sınırlı olan tarla yüzünden sık sık kavga yaparlar. Onların netice alıcı kavgası Yılık Hasan’ın çalıp mallıklanmak istediği bir çakmak yüzündendir. Bu sebepten çıkan kavga esnasında Yekdiğinli Hasan kosa ile Yılık Hasan’ı boğazını keserek öldürür. (Ağabeyim Hâcı Hurşit’ten nakil) Öbür nakle göre; altına düştüğü Yılık Hasan’ın boğazını bıçakla keser. (Dalaz Mustafa’dan nakil) Çok aksi bir aile olan Yılık Hasan’lardan korunmak üzere Yekdiğinli ailesi; Aile reisi Hasan’ın mahpus arkadaşlarının tavsiyesi üzerine onların yaşadıkları Akşehir’in Kürt Köyü’ne göç ederler. Aile ortalık yatıştıktan sonra yeniden Armutlu Köyü’ne dönerler. Aynı zamanda Yeniköy’de de çekirdek bir ev yaparlar. Son olarak Kürt Köyü’nden gelişleri  dolayısıyla da namları Kürtler olarak kalır.

..VE KEL AHMET’İN SONU

    Vukuatla ilgili genel bir bilgi vermek daha doğru olacaktır. Kel Ahmet, efelik iddiasında olan ve hem edindiği çevrenin yardımları, hem de bazı resmî kurumların göz yummasıyla şekavette bulunan bir kişidir. Yıllarca devam eden kavgacılık tabiatının yanı sıra uygun olmayan bir hayli vukuatta da bulunur. O üç kere vurulmuştur. Birincisinde Babam Mustafa O’nu Çeltek’in Gerenlik mevkîindeki tarla kavgasında vurmuş ve dişlerini dökmüştür, İkincisinde Eyüb’ün Bayram Ali, gece sürülerini Çivril’de güderken birdenbire koyunların ürkmeleri sebebiyle gelen karaltıya Kurt zannederek ateş etmiş, karaltının aslı Kel Ahmet de çok ağır yaralanmıştır. Kardeşlerinin itirazına rağmen Fazlı’nın Ali tarafından at arabasıyla doktora götürülmüştür. Üçüncüsü ise Fazlı’nın Vela’nın İbrahim tarafından naklimiz itibariyle vurulup öldürülmesidir. Peki, kardeşleri olan Mustafa ve Mevlüt Erdoğan’a rağmen at arabasını üstlerine sürerek doktora götüren Ali’nin, Kel Ahmet’e bu düşkünlüğü nedendir? Kel Ahmet ona kardeşlerinin tersine iyi davranmakta ve her türlü harman-hasad ihtiyacını da severek karşılamaktadır.

   Kel Ahmet öldürülünceye kadar Fazlı Mustafa sülâlesini hiç hazzetmemiştir. Özellikle Fazlı Mustafa’nın çocuklarından Mustafa ve Mevlüt’ü sık sık dövmekte, darb etmekte ve onlara zulmetmektedir. Kendisine silâh çeken bu iki kardeşin üzerine yürüyecek, silahlarını ellerinden alıp iyice bir sopa çekecek kadar gözü kara Kel Ahmet, en sonunda yine bu sülâleden 16 yaşlarında bir çocuk olan İbrahim tarafından vurulup öldürülecektir. Romanlara taş çıkartan bir eşkiyaca hayatının olduğu dilden dile aktarılan Kel Ahmet’e vurulmadan önce Donarşalı (Tunâ-Şâh) arkadaşı der ki; “Ahmet, bu sülâle artık çoğaldı. Bırak onlarla uğraşmayı. Yoksa içlerinden birisi seni öldürebilir.”

   Kel Ahmet’in verdiği cevab enteresandır; “Beni hiç birisi korkutmuyor. Ama (İbrahim için der), şu çıyan gözlü oğlan var ya beni öldürürse işte O’ öldürür. Ben sadece ondan korkuyurum. Neticede de öyle olmuş ve çıyan gözlü dediği, mavi gözlü İbrahim, O’nu kanal köprüsüne yakın köy çayırlğında 22 Şubat 1941’de tabancasıyla vurarak öldürmüştür. Elbette Kara Ağac’da birkaç vukuat ile olayların defterini kapatamayız. Ama uzun uzadıya vakıaları anlatmak gibi bir niyetimiz de yok. Bu itibarla birkaç örnek vermeyi ihtiyaç hissettik. Çünkü tarihimizi güzellikleriyle okumak daha hoştur.

 BİR ÇAKMAK DEYİP GEÇMEYİN!

   Evet.. Bir Çakmak deyip geçmeyelim.. O kütürsüz, çelimsiz ve iki parmak arasına sığacak kadar minnacık çapı olan âlet, tüfenkte çakıldığında insanı öldürecek,  sigarada çakıldığında insanı zehirleyecek ve topta, füzede çakıldığında âlemi yakıp yıkacak kadar hükümlüdür. O’nun bizim oralara ait hükmüne baktığımızda hem Armutlu’dan Yılık Hasan’ı, hem Yılık Hasan’ın kardeşi Kel Ahmet’i, hem de köyümüzden Hoca Eminoğlu Mustafa’yı, hem Faruk Yılmaz’ı ve hem de Tülügiller neslinden genç çoban Hasan’ı kazâen de olsa canından etmiştir.

    Ama içlerinde taa.. 1925-30’lu yıllardan kalan bir hikâye daha vardır ki bu da Yılık Hasanlar’ın mekânı olan Armutlu’da geçmektedir. Eserimizi bu hikâye ile bağlayacak olursak, işte o, Kara Ağaclı iken İstanbul’da yaşamış, ama bizim buralardan birçok hikâye derlemiş olan Salih Zeki Aktay’ın Armutlu Çiftliği’nde geçen şahane hikâyesi..

 ARMUDLU MUHTARI BAYRAM ALİ’NİN ÖCÜ

 

   Armutlu Tokadı’ndan bir gecede dokuz kısrağın çalındığını Çeltik köyünde hiç işiten olmamıştı. Hem kimse bunu Nabi Molla’dan ummazdı. Gerçi kadında, parada, malda, mülkte aç gözlülüğünü, hırsını hep bilirler, bundan dolayı da kendisini sevmezlerdi. Fakat hırsızlığı, Armutlu Tokadı’ndan kısrak çalması, birçoklarının aklına sığmadı. Ne çare ki iş işten geçti; hırsı, aç gözlülüğü yüzünden başına felâketi, yüzüne karayı kendi dilile buldu. Doymıyan gözünün kendi başına bir gün böyle bir çorap öreceğini söyliyenler bile vardı. Hattâ mer'a ve çay kıyılarındaki tarlalara hendek atarak her sene birer parça ilâve ettiğini görenler kaç defa yüzüne «Ek katan tarla satar» demişlerdi. Nabi Molla her şeyin kendisinde bulunmasını her güzelin sahibi olmasını isterdi. Onun bu huyu, kış günlerinde köy odalarında akşamlara kadar sigara, kahve içip dereden tepeden, konuşan köylülerin canlarını sıkar, sohbetlerinin tadını bozardı. Bazan kış günlerinde konuşacak sözler tükenince danaları döğüştürürlerdi. Eğer onun danası yenilecek olursa haftalarca kavga eder ve mutlak yenen danayı almağa çalışırdı. Kurban bayramı haftalarında, alınları, sırtları kınalanmış, boyalanmış koçların en üstünü kendisininkini görmek isterdi. Cirit meydanlarında, düğün koşularında eğer atı baş almaz, onun methini bir hafta dinlemezse iki hafta hasta olurdu. Bu huyu hele kadın meselesinde çok gerginlikler yaptı. Zaten hiç alâkası olmıyan, durup durduğu yerde ansızın başına gelen bu mesele de kadınların yüzünden oldu. Herkesin Hacı dayı diyerek hürmet ettiği babası köyün baş zengini idi ve ileride bir adamı olduğu için jandarmalar, tahsildarlar onun odasına iner, komşular da işlerini ondan sorardı. Hacı dayı Nabi’nin askerliği yaklaşınca oğlunu Yemen ellerine göndermemek işgüzarlığile şehirdeki Müftü Efendi’ye bir inek göndererek Nabi’yi Müftü Efendi’nin medresesine talebe yazdırmıştı. O da sarıklı ve lâtalı bir molla halinde üç dört sene gitti geldi. Fakat tamamile molla kıyafetini taşıyamadı..

   Kur'a askerliği devrini geçirip medreseyi terkettikten sonra şehirde iken çok hoşuna giden esnaflar gibi giyinmeğe başladı. Yakası palto biçiminde, pantalonu kadı biçiminde, yeleğinin önü kapalı elbise giyinir, üzerine Acem şalı kuşak bağlar, abanî Hindiye sarık sarardı.

   Bu kıyafet içinde omuzlarının düşüklüğü pek belli olmazdı. Kuru, yanık çehresinin üstüne keskince bakan gözleri, toparlak siyah sakalı ile uzaktan düzgün görünürdü. Köyde ara sıra imamlık da ettiğinden hangi kızı istese alabilirdi. Hallerine uygun münasip kızlar dururken başkasından boşatıp aldığı Zeytep’ten de hevesi çabuk geçti. Zeynep saz benizli, sakin ruhlu bir kadındı. Uzunca boyu, edalı yürüyüşü vardı. Soluk çehresi süzgün bakışları ile ince bir şehir kadını gibi idi. Yazık ki bu narin kadın onun her gün biraz daha kalbini yırtan hırslarının önünde kuru bir yaprak gibi kaldı. Nabi molla kuşluk zamanları kınalı ellerinde kırmızı toprak testilerle çeşmeye gelen bir geline daha göz koydu...

   Fakat bunu kolayca elde edemedi. Çünkü bu kız, köyün muhtarı Bayram Ali’nin karısı idi. Saç altınlarının arasından zülüfleri dökülen, ince düzgün kaşlarının üstünden ikiye ayrılan kâhkülleri bir mahmudiye altını ile parlıyan bu orta boylu güzel geline iyice yandı. Her kuşluk vakti atını yedeğine alır, sulamak bahanesile çeşme başına gelirdi.

    Onun kirpiklerinin altından bazen süzülen mahçup bakışları ta canına işlerdi. Etine dolgun güzel vücudunun titreyişlerini, kıvrılışlarını bir daha görmek için hayli zaman beklerdi. O da son derece kurnaz, son derece kanı sıcak, son derece gönül üzücü hallerile kırılıp dökülüşleri, bürünüp çekilişlerile aklını almıştı. Yarı sıvanmış beyaz kollarını, parmaklarındaki kırmızı ve göktaşlı yüzükleri kâh göstererek, kâh bürünerek çekinir ve mollanın kalbindeki ateşi üflerdi.

   Bir zamanlar Zeynep’e morlu kaşık sapı kumaşından iki top alarak onun gibi göğsü ve bilekleri sıkma sıkma düğmelenen üç etekli entari ve ağlı şalvar yaptırmak istemişti. Sonra düşündü ki onun yakışış ve yakıştırışı kendindedir. Onun tombulluğu güldükçe çehresine ayrı bir şirinlik veren yüzlerindeki ayva çukurları bunda yoktu. “Kendisini almak lâzım” diyerek o fikrinden vazgeçti.

   Evet bu hakikaten onun aradığı, onun dengi idi. Girdiği gönülde her gün yeni bir büyü ile sonuna kadar yaşıyabilecek fettandı. Bazan Nabi Molla’ya iyice aşîna gibi görünür, bazan da günlerce çeşmeye çıkmaz, rasgelinecek yerlere uğramazdı. Nabi Molla atına biner, hiç olmazsa evinin sokak tarafındaki kamıştan örülmüş kafesinin arkasından hayalini görebilmek ihtiyacı ile semt semt dolaşırdı. Köyün dağlara doğru açılan yeşilliği ve gezdiği mevkilerin güzelliği, gönlünü avutamaz oldu.

   Eskiden harman yerinin kıyısından akan büyük çayda ellerindeki yay gibi eğri ağlarla balık tutan çocukları seyretmek ne kadar hoşuna giderdi. Canı sıkıldığı zaman Beyceğiz yolundaki yoncalıkları, kır bağlarını, kule köyü taraflarını bir kere dolaşmakla açılır, genişlerdi. Şimdi onu görmedikçe, onun sesini duymadıkça kederi dağılmıyordu. En ziyade etrafında kimse ile buna dair konuşamamak hasbihal edememek kendisini sıkıyordu. 

  Atla yoruluncaya kadar dolaşıp da döndüğü zaman mutlak evinin önünden geçer ve her tarafı göz kulak kesilirdi. O da bunu bildiği için yine görünmezse bile ince ince mırıldanarak söylediği bir türkünün iki beytin işitirdi. Artık Nabi Molla haftalarca bu işittiği:

   Biner atın eşginine

  Gider yolun coşkununa

Yahut

  İki bülbül hiçbir dala biner mi?

  Bülbülün konduğu dallar solar mı? gibi beyitleri tekrarlar durur ve bu beyitlerden türlü mânalar çıkarırdı.

   Nihayet Hacı dayı öldükten dört beş ay sonra bir bahar mevsiminde içinin ekini ile dört tarla sattı. Konağa, kapıya para yedirerek araya adamlar koyarak bu kadını da aldı. Ve artık fenalık buradan başladı. Nasıl, ihmal yollarına atılan Zeynep, acılara, ağılara boyandı ise Bayram Ali de öyle bir fırsat kollamaya başladı.

   Bütün yaz müddetince yeni aldığı Nazife kokular sürünerek, sürmeler çekerek evde oturdu. Beyaz tombul parmaklarının kınası solmadan yenisini yaktı. Kırda bayırda hep Zeynep çalışıp dolaştı. Saplar, yığınlar harmana çekilirken, düğenler sürülürken hep o uğraştı. Hem ta uzaktaki tarlalara harmana yemek götürür hem de evdeki hayvanlara çuval, çuval saman malama getirirdi. Sebze ekecekleri zaman, yalnız başına selelerle gübre taşıdı belledi. Çabaladı. Sütleri, yoğurtları her işi o yapıyordu. Bu yorgunluklarına aldırmıyor, fakat yalnız kocasının ayda bir defa bile odasına uğramadığı gücüne gidiyordu. Bir gün Enevres değirmenleri yolunda Bayram Ali ile karşılaştılar. Ve haldaş gözlerile biribirine bakıştılar. Bayram Ali:

-Bizim kız, daha çilen dolmadı ha, dedi.

Zeynep önce bürünerek cevap vermek istemedi. Sonra en acılı, en hasta bir yerine dokunan bu sözle coşup ağladı.  İçini çeke çeke:

-Nasıl? dedi, alnımızın kara yazısı varmış? Bu ömür böyle nasıl bitecek?

  İkisinin de gönlünde ondan öç almak istiyen aşîna bir duygu belirdi. Yavaş yavaş yoldan saptılar. Yukarıda “Gükre Dede” hizasındaki ağacın altına oturup uzun uzun konuştular. Müşterek acılar, müşterek düşünceler onları biribirine daha ziyade yaklaştırdı. Zeynep dikkatlice süzdükçe Ali’yi daha ziyade beğendi. Onu kendisi gibi uzunca boylu, sarışın, aynı yaşta fakat daha cana yakın buldu. Mavi çuha mintanı, diz kapaklarını geçmiyen dimi donu ile bu daha sade idi. Üzerine gelen ortağının yerine varmak bir taşla iki kuş vurarak onlardan öcünü almak hayali onu sevindirdi. Şimdiye kadar birçok çilelere, üzüntülere nafile yere katlandığına teessüf etti. Gündüz gecesi yorgun ve mahrum geçen hayatı bir bir hatırına geldi ve kendisini bu hoş akıntıya terketti…

   İlk bulanık duyguları geçip aralarından yabancılık perdesi kalkınca biraz ayıldı. Vaziyetini ve hakikati biraz görür gibi oldu. Bayram Ali’nin:

-Söz veriyor musun? sualine nadim bir hisle:

-Biliyorsunki benim başım bağlı; onun da kolu uzun; boşamazsa elden ne gelir, ben sana nasıl varabilirim? Sen bir kolayını bulabilirsen bana haber gönder. Sözüm söz, dedi. Bu cevap Bayram Ali’nin biraz erliğine dokundu.

-Olsun, ne olacak; sen istemezsen o da başka, dedi ve sonra ilâve etti:

-Hem merak etme, o yakında bulur... diyerek neticesiz bir aciz tesellisi ile ayrıldılar.

   Ara sıra Zeynep kendi kendine «Onun hükümette bin tanıdığı, bin dostu var hiç olur mu? Ortaya çıktığımız kalır» diyor, ümitsizleniyor ve geçen aylar hepsini unutturuyordu. Halbuki netice onların tahmini gibi olmadı. İsbatlı, şahitli ve iki tarafı çamurlu bir şekilde ortaya çıkıveren bir mesele herkesi şaşırtmıştı. Bir gün hem imamlık yapan hem de köy çocuklarını caminin sofasında okutan İbrahim Hoca bulunmadığından ikindi namazını yine Nabi Molla kıldırmıştı. Ve cemaatle beraber cami avlusuna çıkan muhtar Bayram Ali:

-Cemaat dağılmayın. Bulunmuş bir emanet var, sahibi kim ise verelim, diyerek bağırdı.

   Ve belindeki kırmızı iplikten dokunmuş enli kuşağın arasından ortası savatlı, iki tarafına büyük büyük dalgalı iki sarı kehribar takılmış bir sigara ağızlığı çıkardı. Köylüler imrenerek bakışırken yine savatlı, üzerine Osmanlı arması resmedilmiş, içi altın gibi parlıyan bir tütün tabakası daha çıkardı. Arkasından bir de parlak, iri taneli «Yusuri» tesbihi bunların yanına koydu. Sonra tekrar:

-Sahibi var mı? Bunların sahibi kimse imama, muhtara, kavuşsun alsın, diyerek bağırdı. Cemaatin gerisine kalan Nabi Molla; bu söz üzerine dışarı çıktı.

-Benim, dedi. Bayram Alinin biraz kızararak:

-Yook.. öyle senin olmaz, itirazına bu eşyayı kendilerine lâyık görmiyenler de karıştı. Diğer tarafta gözünden geçipte “sen nereden buldun? Kehribar ağızlık, gümüş tabaka taşıyacağına ayağına bir yemeni al”, diyeceklerinden çekmenlerle böyle şeylerin kaç kuruş ettiğini bilmiyenler hayran hayran bakıyorlardı. Gelen jandarmalar da öşür mültezimlerinin, ağaların elinde uzaktan uzağa gördüklerini 'filancanın ağızlığına, filânın tabakasına’ benzeterek aşinalık gösteriyorlardı. Nabi Molla iddia etti:

-Benim olmıyan bir şeye kaç defa benimdir dedim? Kalabalık itiraz etti:

-Yoook molla öyle olmaz... dediler.

   O, canı sıkılmış bir hâlde tabakayı eline alarak okumak bilmiyen köylüye:

-Allah, Allah, işte efendim şurasında Van yazılı., ben talebe iken şehirden almıştım, dedi. Cemaatin: 

-Evet bu Van işidir amma ya isbat et, ya yemin, sözleri kendisine biraz mülayim geldi.

-Yemin ederim ki benimdir. Kullanmıyordum, ne zamandan beri evde duruyordu, diyerek kalabalığın ortasında yemin etti. Bayram Ali tesbih ile ağızlığı da kendisine uzatarak ve ahaliye dönerek:

-Ağalar, siz de şahit olun., şu emanetleri, kendisinin olduğuna yemin eden Nabi Molla’ya teslim ediyorum. Bunları bize getiren adam, Armutlu Tokadı’ndan Dokuz kısrağın çalındığı gece Tokad’ın ahırında bulmuş, kısrakları çalandan düşmüş, dedi.

    Ertesi gün iki jandarma Nabi Molla’yı kazâya götürdüler. (29)
_____________________________________           
29-Aktay Salih Zeki, Mine Çiçekleri, Ahmet Sait Matbaası, 1943, sh. 59


ÇELTEKLİ KADIN BÜYÜKLERİMİZ

                  

   BİZİM ÇELTEK

Çelteği soruyorsan, hemşehrim! Anlatayım;
Düz ovada kurulan o köy bizim, Çeltek’tir.
Sılasını unutan kulağı çınlatayım
Tarla-tapan yorulan o köy bizim, Çeltek’tir.

Dem vuracak olursak o eski zamanlardan
Ova ova harmanda döven sür, yan ha, yan..
Cami kerpiç, minare taş, hoparlörsüz bir ezan
Koş secdeye, varılan o köy bizim, Çeltek’tir.

Bal nerde, pekmez nerde! geçim zor, kıt kanaat
Kızlar halı başında, halıydı elde sanat
İlk önce bir Veli’nin tuttuğu Kızılkanat
Kurumaya serilen o köy bizim, Çeltek’tir.

Üç öğünün üçü de yetmezdi sana, bana
Ya bulgur pilavı ya da bol acılı tarhana
Beklediğin kümes yok, nerdesin Durdu Ana
Kaç defteri dürülen o köy bizim, Çeltek’tir.

Ey! Len! der Ülen! der de kaba ulanı bilmez
İçte Allah korkusu taşır, yalanı bilmez
Vatanına ihanet; filân falanı bilmez
Üç Hilal’e vurulan o köy bizim, Çeltek’tir.

Çoğumuz vukuf değil Fakihler’in Piri’ne
Bir Sâdık Hoca’mızla vardık ilmî derine
A
hi gibi, gönülden râm olup birbirine
Kardeş misli sarılan o köy bizim, Çeltek’tir.

O köy bizim Çeltek’tir, bilir Karasabanı
Rızk için dolaşırdı, Söke, Aydın, yabanı
Veysel gibi, dağlarda Eyüpler’in çobanı
Sürü ardı yorulan, o köy bizim, Çeltek’tir.

Tarih; sahib çıkarsan şanlı tarihin olur
Ey Ahmet’in Kağnısı, Adliye önünde dur!
Kaç garibi uyuttun üzerinde, kaç Sahur,
 Şimdi köşke kurulan, o köy bizim, Çeltek’tir.

O köy bizim Çeltek’tir, bahtı gülmeyeniyle
Bahtı gülüp ayrılan, gidip gelmeyeniyle
Büyüdüğü ocağa vefa bilmeyeniyle
Vefasıza darılan o köy bizim, Çeltek’tir.

                       Bekir YALÇINKAYA 

EKLER

EK 1: 1831 Osmanlı Genel Nüfus Sayımı’na Göre
Çeltek Köyü Sâkinlerinin yazıldığı 109 Nolu ilk varak

 

 

EK 2: H.1260/1261 (1844/45) Temettü’ât’ına Göre
Vergiye Tâbi Çeltek Köyü Sâkinleri

 

 

EK 3: Erkek ve Kadınların İlk Defa Sayıldığı Osmanlı Genel Nüfus Sayımı
H.1320 (1904) Çeltek Köyü Nüfus Esas Defteri’nin 1. Sayfası

 

 

 
 
  Bugün 2 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol